Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Uluslararası Yapıda Değişim 

Yeni dünya düzeni adı altında öngörülen uluslararası siyasal yapı, ülkeler arasında savaşın en aza indirildiği, ulusla­rarası ilişkilerde eşitlik ve barışın hakim olduğu ve anlaşmaz­lıkların görüşmeler yoluyla çözümlendiği bir ortamı ifade etmektedir. İdeolojik bağlamda ise demokrasi ve insan hakla­rı ilkelerinin ülkelerin .iç siyasal yapılarında egemen olması, uluslararası toplumun ülkelerin siyasal, yapılarını bu doğrultu­da geliştirmeleri yönünde tasarrufta bulunma hakkım anlat­maktadır. Bu nedenle denilebilir ki demokrasi ve insan hakla­rı ideali globalleşme sürecinde öne çıkan temel anlayışı oluş­turmaktadır. 

Globalleşmeyle birlikte ortaya çıkan ideolojik değişim sürecinde insan hakları ve demokrasi ideallerinin önem ka­zandığı görülmektedir. Ancak bu ideallerin birçok kez gün­deminde olduğu, insan hakları ve bireyin korunması anlayışı­nın da uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu söylenebilir. Bu anlayış, yani insanın sırf insan olma özelliğinden gelen birtakım haklara sahip olduğu ve devlet tarafından bunlara dokunulamayacağı düşüncesi 17. yüzyılda ortaya çıkmış, "doğal hukuk" ve "toplumsal sözleşme" kuramlarıyla açık­lanmaya çahşılmıştır. Daha sonra değişen olaylar, doğal hu­kuk akımını desteklemiş, ingiltere'de "Haklar Dilekçesi", "Bili of Rights" ve "Habeas Corpus" kararı ile hakların ta­nınması yönünde önemli adımlar atılmıştır. 1789 ve 1793 Fransız İnsan Hakları Bildirgelerinde ilan edilen "baskıya direnme hakkı", Reform hareketi sırasında görüldüğü gibi artık vicdan özgürlüğünün bir garantisi değil; iktidar tarafın­dan önemsenmemenin  karşısından bir garanti olmuştur. 

Gerçekten de hak ve özgürlük kavramlarını felsefi bir kav­ram olmaktan çıkararak ilk kez yaşama geçiren, Fransız Dev­rimi ve liberal ideolojilerdir. Hak ve özgürlük kavramları geniş ölçüde eş anlamlı olarak kullanılmış hak, kişi ve özgür­lüklerin temeli ve güvencesi olarak anlaşılmıştır.69 Ancak bu olumlu anlamın yanında eşzamanlı eğilimlerin iki yanlılığı nedeniyle, iktidar karşısında hak talebi eğilimi ve iktidar tara­fından hakların örgütlenmesi, birbiriyle dengelenmesi gere­ken iki olgu ortaya çıkmaktadır. Mourgeon'un ifadesiyle, aşırı uçlara götürüldüğünde birincisi devrimlerin kaynağı ikinci ise baskılara yol açabilecek tehlikeleri içinde barındırmaktadır. 

Uluslararası güç ilişkilerinin yeniden  belirlendiği II. Dünya Savaşı'ndan  sonraki süreçte,  uluslararası ilişkilerin yeni bir boyut kazanması ve başta Birleşmiş .Milletler olmak üzere uluslararası örgüderin kurulması ile hak ve özgürlükler, devleder üstü düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. 90'lı yıllara gelindiğinde uluslararası siyasal yapı radikal bir değişik­liğe uğramış, iki kutuplu güç merkezlerine dayanan yapının yerini tek merkezli ve istikrarsız bir sistem almıştır. Soğuk savaş döneminde her iki kutup ve onların yörüngesindeki ülkeler, birbirlerini denedeyerek bir güç dengesi oluşturmuş­tur. Bu sistem, bir tarafın diğerini tamamen yok edecek bir üstünlüğe sahip olmaması esasına dayanmıştır. Nükleer silah­ların sayısı ve etkilerine dayalı olan denge durumu, taraflar­dan birinin bu savaştan çekilmesi ile sona ermiştir. Bu dö­nemle beraber, bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan Üçüncü Dünya Ülkelerinin, ulusların eşitliği bağlamında yeni bir uluslararası yapı kurulmasına yönelik baskılan da artmıştır. Savaş sonrası ortaya çıkan ve çift kutuplu sistemin çökmesiyle so­nuçlanan gelişmeler, artık ulusal sınırların devlederin güven­liğini sağlama noktasında aşılmaz bir engel olmadıkları unsu­runu öne çıkarmıştır. Özellikle askeri teknolojinin gelişimi, olası savaşların teknolojiler arası savaşlar olacağı yönündeki görüşlerin güçlenmesini sağlamıştır. Bu durum ulus-devlet-lerin kurulması sonrasında yaşanan "sınır fetişizmi"nin ve "sınırların   masumiyeti"   ilkesinin   sorgulanması   sonucunu doğurmuştur. Sınırları koruma, ülke içinde ulusal birliği tesis etme ve ülke içindeki düzeni sağlama amacıyla yapılan ihlal­ler, insan haklarının çiğnenmesi ve ülke içindeki farklı etnik unsurları baskı altına almaya yönelik politikalara göz yumma anlayışı zayıflamıştır. Ülkelerin içinde yaşanan bu tip uygula­maları, iç işlerine karışmama ilkesinin arkasına sığınarak giz­leme politikaların geçerliliğinin kalmadığı bir döneme giril­miştir. 

Yeni oluşan dünya sisteminde ulus-devletlerin, eskiden olduğu gibi kutsal ve dokunulmaz niteliğinin zayıfladığını söylemek mümkündür. Önceleri ülke içinde çok geniş yetki­lere sahip olan ulus-devletin kendi egemenliğinden doğan tasarruf alanı daralmış, giderek uluslararası yapının denetim alanı içine girmiştir. Bugün dünyadaki tüm siyasal ve sosyal ünitelerin birbirleriyle ilişkili olmasından dolayı global bir sistemin varlığından söz etmek mümkündür. Uzun süre kü­çük devletlerin dışında kendisini tümüyle izole ederek varlı­ğını sürdüren bir devlet bulunmamaktadır. Bu nedenle global sistem içinde devletlerin birbirleriyle çeşitli derecelerde ilişki­leri söz konusudur. 

Ancak ulus-devletin yaşadığı bu değişim demokratik­leşmeyle paralel  olarak gelişmektedir.  Hatta otoriter veya totaliter yapısını koruma yönünde çaba harcayan devletlerde insan hakları ihlalleri, azınlıklara karşı yürütülen planlı asimi­lasyon politikaları devam etmektedir. Yani çok etnikli bir devlet içinde yaşayan halkların durumu, sahip olduğu haklar ve kendilerinin devlet karşısında aldıkları tavır, devletin sahip olduğu siyasal rejime bağlı olarak değişiklik göstermektedir. Touraine'nin ifade ettiği gibi, demokrasinin var olma koşulu yalnızca siyasal eşitlik ve tüm yurttaşlara aynı hakların veril­mesi değildir; demokrasi, toplumsal eşitsizlikleri ahlaki haklar adına dengeleyen bir araçtır. Demokratik devlet, en savun­masız yurttaşlarına yasanın belirleyeceği sınırlar çerçevesinde, devletin kendisinin de içinde bulunduğu eşitsizlik içeren bir düzene karşı gelme hakkını tanımalıdır. Böylece devlet kendi otoritesini sınırlar, ancak bunu toplumsal eşitsizlikleri sınır­lamak adına yapar. 

Bir grup insan için kendi kendini yönetmek, genellikle kendi adına egemenlik istemek anlamına gelir. Egemen dev­let haline gelen grup, uluslararası hukukun öznesine, dolayı­sıyla tanınmış bir iktidara dönüşür. Devletin kendi sınırlan içinde yaşayan etnik toplulukların hangileri "halk" kavramı içinde değerlendirilebilir? Hangi tip topluluklar kendi kendi­lerini yönetme iddiasında bulunabilirler?74 Bu noktada devle­tin karşı karşıya olduğu bir ikilem ortaya çıkmaktadır. Devlet kendi sınırları içinde yaşayan etnik topluluklara, -demokratik devletin temel ilkelerinden olan- farklı olmalarından dolayı sahip oldukları hakları verecek midir? Bu hakların sınırı ne olacaktır? Ülke içinde yaşayan etnik azınlıkların sahip olduğu hakları, her etnik topluluğa kadar genişletebilme eğiliminde olan kendi kaderini tayin ilkesini, kendi ulus-devletjerini kurma yönünde bir araç olarak kullanıp kullanmayacakları konusunda bir kontrol mekanizması kurmak mümkün mü­dür? Bu ve benzer sorulara verilecek cevaplar, yeni bir siyasal yapılanmaya doğru evrilen ulus-devletin varlığı ve devamlılığı konusunda ipucu vermektedir.

Ulus-devletin demokratikleşmesinin, özellikle çok et­nikli ülkelerde bir ikilemi de ortaya çıkardığı söylenebilir. Demokratik hakların genişletilmesi, etnik toplulukların temsil yeteneğinin artırılması ve özellikle kendi kaderini tayin hak­kının bu tip topluluklara tanınması ulus-devletin karşısında bir parçalanma tehlikesini ortaya çıkarmaktadır. Bu doğrultu­da ulus-devletin otoriter bir yönetime sahip olması demokra­sinin ilkeleriyle çelişen bir durumu ortaya çıkaracaktır. Ancak devlete parçalanma tehlikesi karşısında gereken hareket ala­nını da kazandıracaktır. Bu noktada önemli olan ülkelerin toplumsal ve siyasal yapılarına uygun bir denge sisteminin oturtulmasıdır. Ulus-devlet içinde yaşayan halkın evrensel insan haklarından yararlandırılrnaması düşünülemeyeceği gibi, devletin kendi içinden yeni ulus-devletler yaratılmasına da seyirci kalması beklenemez. Böyle bir durum, siyasal or­ganizasyon olan devletin tanımıyla da çelişecektir.

Ulus-devletin geleceği büyük ölçüde demokrasi ideali­ne bağlı görünmektedir. Demokratik hakların tanımı ve işlev-selleştirilmesi, ulus-devletin demokratikleşmesini sağlayacak­tır. Kavramsal olarak yaklaşıldığında ise, demokrasi ve ulus olguları arasındaki ilişkilerin karmaşık bir yapı gösterdiği gö­rülmektedir. Halkların kendi kaderlerini tayin hakkı, bugün uluslararası camia tarafından teorik de olsa kabul görmektedir. Bağımsız olma veya başka bir ifadeyle egemen devlet kurma hakkı demokrasinin temel koşullarından biri olarak görülmektedir. Bununla beraber, eski ya da yeni olsun tüm ulus-devletler demokratik değildir. Her ne kadar ulus kav­ramının tanımlanmasında Fransa, İngiltere ve ABD örnekle­rinde olduğu gibi, "özgür yurttaşlar topluluğu" gibi tanımla­malar yapılmışsa da ulus, her şeyden önce belirli ortaklıklara sahip bir topluluğun diğer topluluklardan farklı özellikler göstermesi sonucu ortaya çıkar ve bu birliktelik genellikle bir dış tehdit karşısında perçinlenir. Yani topluluğun büyük bö­lümü için ortak payda, dıştan gelen saldırılara karşı ortaklaşa savunmanın söz konusu olduğu bir toprak parçasına atıfta bulunulmasıdır. Topluluk içindeki ayrışma ve çatışmalar ne kadar yoğun olsa da, ulus özelliğini taşıyan bir topluluk, sahip olduğu toprak parçasını korumak için ortak bir savunma refleksi geliştirecek, iç çatışmalar ertelenecektir.   Diğer yan­dan otoriter bir yönetim altında yaşayan halklar için muhalif unsurların bir tehdidi söz konusu olduğunda, yönetim karşıt­lığını bir yana bırakıp ülkelerinin savunulması yönünde çaba harcadıkları birçok örnekte görülmüştür. Bu nedenle ulus niteliğini kazanmada devletin demokratik bir yönetime sahip olmasının belirleyici bir kriter olmadığı söylenebilir. Zaten ulus kavramının ortaya çıktığı tarihsel süreç göz önüne alın­dığında, bu sürecin demokrasinin oluşum süreciyle örtüşmediği görülecektir. 

Günümüzde ulus-devletin birtakım işlevlerini uluslara­rası kuruluşların devraldığı, sınırların ekonomik ve siyasal birlikler içinde erimeye başladığı bir dönem yaşanmaktadır. Kendi kaderini tayin hakkının genişletilerek işlevselleştirilme-si, ulus-devletin karşısına bir dağılma sendromunu çıkarmış­tır.  

Günümüzün pozitif uluslararası hukuk bakımından, bir devletin "ülkesel bütünlüğüne" veya "siyasal bağımsızlığına" karşı kuvvet kullanması ya da "ulusal birliğin kısmen ya da tamamen" bozulmasına yönelik eylemlerde bulunması du­rumunda, devletin bu eylemlere karşı hareket alanı oldukça sınırlanmıştır. Örneğin 1993 yılında Viyana'da toplanan İn­san Haklarına İlişkin Dünya Konferansı'nda kabul edilen iki belgeden biri olan Viyana Bildirgesi'nde her halkın kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğu tekrar edildikten sonra, "halkların kendi kaderlerini tayin haklarına ilişkin vazgeçil­mez haklarım gerçekleştirmek için, BM Antlaşması uyarınca, her 'meşru' harekete başvurma haklarının tanındığı" beyan edilmiştir.78 Bu bağlamda uluslararası hukuk açısından, dün­yada yaşanan birçok örnekte görüldüğü gibi, ulus-devlete karşı azınlıkların gerçekleştirdiği hareketler çoğu zaman hak talebi biçiminde algılanmaktadır. Bu sürecin hızlanarak de­vam etmesi, dünyada yaşanan gelişmeler, birden çok etnik yapıdan oluşan devletlerin dağılarak "homojen" birimler haline gelmesi nedeniyle, uluslararası yapının daha küçük ancak çok sayıda devletlerden oluşan bir yapıya doğru evrildiği, dünya devletlerin temel aktör olma konumlarının zayıflayacağı ve onların yerini uluslararası şirketler, gruplar ve dinsel cemaatlerin alacağı yönünde ileriye yönelik tahminlerin yapılmasını sağlamaktadır. 

Ulus-devletın geleceği siyasal, toplumsal ve yönetsel alanda birçok  olguyu yakından ilgilendirmektedir.  Özellikle Avrupa'da başlayan siyasal ve ekonomik entegrasyon süreci, ulus-devlet kavramında bir yumuşamayı beraberinde getir­miştir. Avrupa Birliği, iki kutuplu dünyanın bir unsuru olarak ortaya çıkmasına karşın, günümüzde, globalleşme olgusuna bir cevap niteliği taşımaktadır. Söz konusu bu birlik, ulus-devlet yapılanmasını aşan ve bireye kadar inen topluma daya­lı, siyasi ve ekonomik kurumları geliştirmektedir. AB ile ilgili sorun, artık, bir bütünlüğü yani, Avrupa'yı tanımlamıyor olu­şudur. AB, ulus-devletler arasında oluşturulan işbirliğinin bir ürünü olduğundan devletlerin bölgesel işbirliği örgütünden daha fazla bir anlam içermektedir. 

Avrupa Birliği bir yandan sahip olduğu büyük desteği kaybederken, diğer yandan vatandaşlarının yaşamlarında gi­derek artan bir öneme sahip olmaktadır. AB, birliğe üye ülke­ler   arasında   ekonomiyle   ilgili  yasaların   oluşturulmasında %75'in üzerinde sorumluluğa sahipken, ülke içi yasalar açı­sından %50 pay sahibidir. Bununla beraber, yapılan araştır­malar birliğe üye pek çok ülkede AB'ye karşı eskiye oranla daha az istek duyulduğunu ortaya koymaktadır. Ancak glo­balleşme bağlamında ele alındığında ve vatandaşların günlük sorunlarına daha  fazla ilgi gösterildiğinde AB,  ekonomik olduğu kadar siyasi rolü açısından da önem taşıyan bir ku­rumdur. Çünkü bu bağlamda dünyaya öncülük etmektedir. AB, hiçbir geleneksel yapıya uymayan bir yönetim sergile­mektedir. Birliğe üye ülkeler Avrupa bağlamında olduğu ka­dar birlik dışında da kozmopolit ulus niteliğini devam ettire­bilecek güçlü bir motivasyona sahiptir.   Bu noktada, ulus-devlet açısından bir krizden söz etmek için daha erkendir. Ancak, gerek günümüzde gerekse gelecekte bu sorunun ülkelerin siyasal karar alma sürecinde merkezi bir rol oynayacağı­nı ileri sürmek yanlış olmayacaktır. Tutum'un ifadesiyle, gele­cekte yurttaşların nasıl bir yönetim modeli altında yaşayacak­ları, bu yönetim modelinin, ulusal, yerel, bölgesel ya da ulus­lar üstü bir model mi olacağını belirtmek için zaman erkendir. 

Dünyada yaşanan bu gelişmeler doğrultusunda, ulus-lar-üstülük ve buna bağlı olarak çok-toplumluluk olguları öne çıkmaktadır. Çok-toplumluluk ve uluslar-üstülük, ulus-devlet dışında devlet kurmanın yeni yöntemlerini bulmayı hedefle­yen kurumsal mühendislik girişimleri olarak tanımlanabilir. Bu girişimler, "ulus-devlet olma hayalini terk eden devledere ve demokratik, özgürlükçü, çok-uluslu devlederde yaşamak üzere egemenlik arayışından vazgeçmeye hazır uluslara" u-laşmayı amaçlamaktadır.81 Avrupa'da yaşanan süreç işte bu "egemenlik  arayışından vazgeçme"  olgusunun  bir sonucu olarak görülebilir. Ancak yine de bu vazgeçme sürecinin so­runsuz ve "kendiliğinden" işleyen bir süreç olarak geliştiğini düşünmek de tarihsel gerçeklere aykırı olacaktır. Yaşanan bu entegrasyon süreci, her ülkede aynı düzeyde işlememekte, bu sürece karşı tepki duyanlar da, eylemlerinin gerekçelerini egemenliğin ortadan kaldırıldığı tehlikesine dayandırmakta­dır.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005