|
Uluslararası Yapıda Değişim
Yeni dünya düzeni adı altında öngörülen uluslararası
siyasal yapı, ülkeler arasında savaşın en aza
indirildiği, uluslararası ilişkilerde eşitlik ve
barışın hakim olduğu ve anlaşmazlıkların görüşmeler
yoluyla çözümlendiği bir ortamı ifade etmektedir.
İdeolojik bağlamda ise demokrasi ve insan hakları
ilkelerinin ülkelerin .iç siyasal yapılarında egemen
olması, uluslararası toplumun ülkelerin siyasal,
yapılarını bu doğrultuda geliştirmeleri yönünde
tasarrufta bulunma hakkım anlatmaktadır. Bu nedenle
denilebilir ki demokrasi ve insan hakları ideali
globalleşme sürecinde öne çıkan temel anlayışı
oluşturmaktadır.
Globalleşmeyle birlikte ortaya çıkan ideolojik
değişim sürecinde insan hakları ve demokrasi
ideallerinin önem kazandığı görülmektedir. Ancak bu
ideallerin birçok kez gündeminde olduğu, insan
hakları ve bireyin korunması anlayışının da uzun
bir tarihsel geçmişe sahip olduğu söylenebilir. Bu
anlayış, yani insanın sırf insan olma özelliğinden
gelen birtakım haklara sahip olduğu ve devlet
tarafından bunlara dokunulamayacağı düşüncesi 17.
yüzyılda ortaya çıkmış, "doğal hukuk" ve "toplumsal
sözleşme" kuramlarıyla açıklanmaya çahşılmıştır.
Daha sonra değişen olaylar, doğal hukuk akımını
desteklemiş, ingiltere'de "Haklar Dilekçesi", "Bili
of Rights" ve "Habeas Corpus" kararı ile hakların
tanınması yönünde önemli adımlar atılmıştır. 1789
ve 1793 Fransız İnsan Hakları Bildirgelerinde ilan
edilen "baskıya direnme hakkı", Reform hareketi
sırasında görüldüğü gibi artık vicdan özgürlüğünün
bir garantisi değil; iktidar tarafından
önemsenmemenin karşısından bir garanti olmuştur.
Gerçekten de hak ve özgürlük kavramlarını felsefi
bir kavram olmaktan çıkararak ilk kez yaşama
geçiren, Fransız Devrimi ve liberal ideolojilerdir.
Hak ve özgürlük kavramları geniş ölçüde eş anlamlı
olarak kullanılmış hak, kişi ve özgürlüklerin
temeli ve güvencesi olarak anlaşılmıştır.69
Ancak bu olumlu anlamın yanında eşzamanlı
eğilimlerin iki yanlılığı nedeniyle, iktidar
karşısında hak talebi eğilimi ve iktidar tarafından
hakların örgütlenmesi, birbiriyle dengelenmesi
gereken iki olgu ortaya çıkmaktadır. Mourgeon'un
ifadesiyle, aşırı uçlara götürüldüğünde birincisi
devrimlerin kaynağı ikinci ise baskılara yol
açabilecek tehlikeleri içinde barındırmaktadır.
Uluslararası güç ilişkilerinin yeniden belirlendiği
II. Dünya Savaşı'ndan sonraki süreçte,
uluslararası ilişkilerin yeni bir boyut kazanması ve
başta Birleşmiş .Milletler olmak üzere uluslararası
örgüderin kurulması ile hak ve özgürlükler, devleder
üstü düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. 90'lı
yıllara gelindiğinde uluslararası siyasal yapı
radikal bir değişikliğe uğramış, iki kutuplu güç
merkezlerine dayanan yapının yerini tek merkezli ve
istikrarsız bir sistem almıştır. Soğuk savaş
döneminde her iki kutup ve onların yörüngesindeki
ülkeler, birbirlerini denedeyerek bir güç dengesi
oluşturmuştur. Bu sistem, bir tarafın diğerini
tamamen yok edecek bir üstünlüğe sahip olmaması
esasına dayanmıştır. Nükleer silahların sayısı ve
etkilerine dayalı olan denge durumu, taraflardan
birinin bu savaştan çekilmesi ile sona ermiştir. Bu
dönemle beraber, bağımsızlıklarını kazanmaya
başlayan Üçüncü Dünya Ülkelerinin, ulusların
eşitliği bağlamında yeni bir uluslararası yapı
kurulmasına yönelik baskılan da artmıştır. Savaş
sonrası ortaya çıkan ve çift kutuplu sistemin
çökmesiyle sonuçlanan gelişmeler, artık ulusal
sınırların devlederin güvenliğini sağlama
noktasında aşılmaz bir engel olmadıkları unsurunu
öne çıkarmıştır. Özellikle askeri teknolojinin
gelişimi, olası savaşların teknolojiler arası
savaşlar olacağı yönündeki görüşlerin güçlenmesini
sağlamıştır. Bu durum ulus-devlet-lerin kurulması
sonrasında yaşanan "sınır fetişizmi"nin ve
"sınırların masumiyeti" ilkesinin
sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Sınırları
koruma, ülke içinde ulusal birliği tesis etme ve
ülke içindeki düzeni sağlama amacıyla yapılan
ihlaller, insan haklarının çiğnenmesi ve ülke
içindeki farklı etnik unsurları baskı altına almaya
yönelik politikalara göz yumma anlayışı
zayıflamıştır. Ülkelerin içinde yaşanan bu tip
uygulamaları, iç işlerine karışmama ilkesinin
arkasına sığınarak gizleme politikaların
geçerliliğinin kalmadığı bir döneme girilmiştir.
Yeni oluşan dünya sisteminde ulus-devletlerin,
eskiden olduğu gibi kutsal ve dokunulmaz niteliğinin
zayıfladığını söylemek mümkündür. Önceleri ülke
içinde çok geniş yetkilere sahip olan ulus-devletin
kendi egemenliğinden doğan tasarruf alanı daralmış,
giderek uluslararası yapının denetim alanı içine
girmiştir. Bugün dünyadaki tüm siyasal ve sosyal
ünitelerin birbirleriyle ilişkili olmasından dolayı
global bir sistemin varlığından söz etmek mümkündür.
Uzun süre küçük devletlerin dışında kendisini
tümüyle izole ederek varlığını sürdüren bir devlet
bulunmamaktadır. Bu nedenle global sistem içinde
devletlerin birbirleriyle çeşitli derecelerde
ilişkileri söz konusudur.
Ancak ulus-devletin yaşadığı bu değişim
demokratikleşmeyle paralel olarak gelişmektedir.
Hatta otoriter veya totaliter yapısını koruma
yönünde çaba harcayan devletlerde insan hakları
ihlalleri, azınlıklara karşı yürütülen planlı
asimilasyon politikaları devam etmektedir. Yani çok
etnikli bir devlet içinde yaşayan halkların durumu,
sahip olduğu haklar ve kendilerinin devlet
karşısında aldıkları tavır, devletin sahip olduğu
siyasal rejime bağlı olarak değişiklik
göstermektedir. Touraine'nin ifade ettiği gibi,
demokrasinin var olma koşulu yalnızca siyasal
eşitlik ve tüm yurttaşlara aynı hakların verilmesi
değildir; demokrasi, toplumsal eşitsizlikleri ahlaki
haklar adına dengeleyen bir araçtır. Demokratik
devlet, en savunmasız yurttaşlarına yasanın
belirleyeceği sınırlar çerçevesinde, devletin
kendisinin de içinde bulunduğu eşitsizlik içeren bir
düzene karşı gelme hakkını tanımalıdır. Böylece
devlet kendi otoritesini sınırlar, ancak bunu
toplumsal eşitsizlikleri sınırlamak adına yapar.
Bir grup insan için kendi kendini yönetmek,
genellikle kendi adına egemenlik istemek anlamına
gelir. Egemen devlet haline gelen grup,
uluslararası hukukun öznesine, dolayısıyla tanınmış
bir iktidara dönüşür. Devletin kendi sınırlan içinde
yaşayan etnik toplulukların hangileri "halk" kavramı
içinde değerlendirilebilir? Hangi tip topluluklar
kendi kendilerini yönetme iddiasında
bulunabilirler?74 Bu noktada devletin
karşı karşıya olduğu bir ikilem ortaya çıkmaktadır.
Devlet kendi sınırları içinde yaşayan etnik
topluluklara, -demokratik devletin temel
ilkelerinden olan- farklı olmalarından dolayı sahip
oldukları hakları verecek midir? Bu hakların sınırı
ne
olacaktır? Ülke içinde yaşayan etnik azınlıkların
sahip olduğu hakları, her etnik topluluğa kadar
genişletebilme eğiliminde olan kendi kaderini tayin
ilkesini, kendi ulus-devletjerini kurma yönünde bir
araç olarak kullanıp kullanmayacakları konusunda bir
kontrol mekanizması kurmak mümkün müdür? Bu ve
benzer sorulara verilecek cevaplar, yeni bir siyasal
yapılanmaya doğru evrilen ulus-devletin varlığı ve
devamlılığı konusunda ipucu vermektedir.
Ulus-devletin demokratikleşmesinin, özellikle çok
etnikli ülkelerde bir ikilemi de ortaya çıkardığı
söylenebilir. Demokratik hakların genişletilmesi,
etnik toplulukların temsil yeteneğinin artırılması
ve özellikle kendi kaderini tayin hakkının bu tip
topluluklara tanınması ulus-devletin karşısında bir
parçalanma tehlikesini ortaya çıkarmaktadır. Bu
doğrultuda ulus-devletin otoriter bir yönetime
sahip olması demokrasinin ilkeleriyle çelişen bir
durumu ortaya çıkaracaktır. Ancak devlete parçalanma
tehlikesi karşısında gereken hareket alanını da
kazandıracaktır. Bu noktada önemli olan ülkelerin
toplumsal ve siyasal yapılarına uygun bir denge
sisteminin oturtulmasıdır. Ulus-devlet içinde
yaşayan halkın evrensel insan haklarından
yararlandırılrnaması düşünülemeyeceği gibi, devletin
kendi içinden yeni ulus-devletler yaratılmasına da
seyirci kalması beklenemez. Böyle bir durum, siyasal
organizasyon olan devletin tanımıyla da
çelişecektir.
Ulus-devletin geleceği büyük ölçüde demokrasi
idealine bağlı görünmektedir. Demokratik hakların
tanımı ve işlev-selleştirilmesi, ulus-devletin
demokratikleşmesini sağlayacaktır. Kavramsal olarak
yaklaşıldığında ise, demokrasi ve ulus olguları
arasındaki ilişkilerin karmaşık bir yapı gösterdiği
görülmektedir. Halkların kendi kaderlerini tayin
hakkı, bugün uluslararası camia tarafından teorik de
olsa kabul görmektedir. Bağımsız olma veya başka bir
ifadeyle egemen devlet kurma hakkı demokrasinin
temel koşullarından biri olarak görülmektedir.
Bununla beraber, eski ya da yeni olsun tüm
ulus-devletler demokratik değildir. Her ne kadar
ulus kavramının tanımlanmasında Fransa, İngiltere
ve ABD örneklerinde olduğu gibi, "özgür yurttaşlar
topluluğu" gibi tanımlamalar yapılmışsa da ulus,
her şeyden önce belirli ortaklıklara sahip bir
topluluğun diğer topluluklardan farklı özellikler
göstermesi sonucu ortaya çıkar ve bu birliktelik
genellikle bir dış tehdit karşısında perçinlenir.
Yani topluluğun büyük bölümü için ortak payda,
dıştan gelen saldırılara karşı ortaklaşa savunmanın
söz konusu olduğu bir toprak parçasına atıfta
bulunulmasıdır. Topluluk içindeki ayrışma ve
çatışmalar ne kadar yoğun olsa da, ulus özelliğini
taşıyan bir topluluk, sahip olduğu toprak parçasını
korumak için ortak bir savunma refleksi
geliştirecek, iç çatışmalar ertelenecektir. Diğer
yandan otoriter bir yönetim altında yaşayan halklar
için muhalif unsurların bir tehdidi söz konusu
olduğunda, yönetim karşıtlığını bir yana bırakıp
ülkelerinin savunulması yönünde çaba harcadıkları
birçok örnekte görülmüştür. Bu nedenle ulus
niteliğini kazanmada devletin demokratik bir
yönetime sahip olmasının belirleyici bir kriter
olmadığı söylenebilir. Zaten ulus kavramının ortaya
çıktığı tarihsel süreç göz önüne alındığında, bu
sürecin demokrasinin oluşum süreciyle örtüşmediği
görülecektir.
Günümüzde ulus-devletin birtakım işlevlerini
uluslararası kuruluşların devraldığı, sınırların
ekonomik ve siyasal birlikler içinde erimeye
başladığı bir dönem yaşanmaktadır. Kendi kaderini
tayin hakkının genişletilerek işlevselleştirilme-si,
ulus-devletin karşısına bir dağılma sendromunu
çıkarmıştır.
Günümüzün pozitif uluslararası hukuk bakımından, bir
devletin "ülkesel bütünlüğüne" veya "siyasal
bağımsızlığına" karşı kuvvet kullanması ya da
"ulusal birliğin kısmen ya da tamamen" bozulmasına
yönelik eylemlerde bulunması durumunda, devletin bu
eylemlere karşı hareket alanı oldukça
sınırlanmıştır. Örneğin 1993 yılında Viyana'da
toplanan İnsan Haklarına İlişkin Dünya
Konferansı'nda kabul edilen iki belgeden biri olan
Viyana Bildirgesi'nde her halkın kendi kaderini
tayin hakkına sahip olduğu tekrar edildikten sonra,
"halkların kendi kaderlerini tayin haklarına ilişkin
vazgeçilmez haklarım gerçekleştirmek için, BM
Antlaşması uyarınca, her 'meşru' harekete başvurma
haklarının tanındığı" beyan edilmiştir.78
Bu bağlamda uluslararası hukuk açısından, dünyada
yaşanan birçok örnekte görüldüğü gibi, ulus-devlete
karşı azınlıkların gerçekleştirdiği hareketler çoğu
zaman hak talebi biçiminde algılanmaktadır. Bu
sürecin hızlanarak devam etmesi, dünyada yaşanan
gelişmeler, birden çok etnik yapıdan oluşan
devletlerin dağılarak "homojen" birimler haline
gelmesi nedeniyle, uluslararası yapının daha küçük
ancak çok sayıda devletlerden oluşan bir yapıya
doğru evrildiği, dünya devletlerin temel aktör olma
konumlarının zayıflayacağı ve onların yerini
uluslararası şirketler, gruplar ve dinsel
cemaatlerin alacağı yönünde ileriye yönelik
tahminlerin yapılmasını sağlamaktadır.
Ulus-devletın geleceği siyasal, toplumsal ve
yönetsel alanda birçok olguyu yakından
ilgilendirmektedir. Özellikle Avrupa'da başlayan
siyasal ve ekonomik entegrasyon süreci, ulus-devlet
kavramında bir yumuşamayı beraberinde getirmiştir.
Avrupa Birliği, iki kutuplu dünyanın bir unsuru
olarak ortaya çıkmasına karşın, günümüzde,
globalleşme olgusuna bir cevap niteliği
taşımaktadır. Söz konusu bu birlik, ulus-devlet
yapılanmasını aşan ve bireye kadar inen topluma
dayalı, siyasi ve ekonomik kurumları
geliştirmektedir. AB ile ilgili sorun, artık, bir
bütünlüğü yani, Avrupa'yı tanımlamıyor oluşudur.
AB, ulus-devletler arasında oluşturulan işbirliğinin
bir ürünü olduğundan devletlerin bölgesel işbirliği
örgütünden daha fazla bir anlam içermektedir.
Avrupa Birliği bir yandan sahip olduğu büyük desteği
kaybederken, diğer yandan vatandaşlarının
yaşamlarında giderek artan bir öneme sahip
olmaktadır. AB, birliğe üye ülkeler arasında
ekonomiyle ilgili yasaların oluşturulmasında
%75'in üzerinde sorumluluğa sahipken, ülke içi
yasalar açısından %50 pay sahibidir. Bununla
beraber, yapılan araştırmalar birliğe üye pek çok
ülkede AB'ye karşı eskiye oranla daha az istek
duyulduğunu ortaya koymaktadır. Ancak globalleşme
bağlamında ele alındığında ve vatandaşların günlük
sorunlarına daha fazla ilgi gösterildiğinde AB,
ekonomik olduğu kadar siyasi rolü açısından da önem
taşıyan bir kurumdur. Çünkü bu bağlamda dünyaya
öncülük etmektedir. AB, hiçbir geleneksel yapıya
uymayan bir yönetim sergilemektedir. Birliğe üye
ülkeler Avrupa bağlamında olduğu kadar birlik
dışında da kozmopolit ulus niteliğini devam
ettirebilecek güçlü bir motivasyona sahiptir. Bu
noktada, ulus-devlet açısından bir krizden söz etmek
için daha erkendir. Ancak, gerek günümüzde gerekse
gelecekte bu sorunun ülkelerin siyasal karar alma
sürecinde merkezi bir rol oynayacağını ileri sürmek
yanlış olmayacaktır. Tutum'un ifadesiyle, gelecekte
yurttaşların nasıl bir yönetim modeli altında
yaşayacakları, bu yönetim modelinin, ulusal, yerel,
bölgesel ya da uluslar üstü bir model mi olacağını
belirtmek için zaman erkendir.
Dünyada yaşanan bu gelişmeler doğrultusunda, ulus-lar-üstülük
ve buna bağlı olarak çok-toplumluluk olguları öne
çıkmaktadır. Çok-toplumluluk ve uluslar-üstülük,
ulus-devlet dışında devlet kurmanın yeni
yöntemlerini bulmayı hedefleyen kurumsal
mühendislik girişimleri olarak tanımlanabilir. Bu
girişimler, "ulus-devlet olma hayalini terk eden
devledere ve demokratik, özgürlükçü, çok-uluslu
devlederde yaşamak üzere egemenlik arayışından
vazgeçmeye hazır uluslara" u-laşmayı amaçlamaktadır.81
Avrupa'da yaşanan süreç işte bu "egemenlik
arayışından vazgeçme" olgusunun bir sonucu olarak
görülebilir. Ancak yine de bu vazgeçme sürecinin
sorunsuz ve "kendiliğinden" işleyen bir süreç
olarak geliştiğini düşünmek de tarihsel gerçeklere
aykırı olacaktır. Yaşanan bu entegrasyon süreci, her
ülkede aynı düzeyde işlememekte, bu sürece karşı
tepki duyanlar da, eylemlerinin gerekçelerini
egemenliğin ortadan kaldırıldığı tehlikesine
dayandırmaktadır.
|