Uluslararası Sermaye Hareketleri
Kavram ve Tanımı
Uluslararası sermaye hareketlerini birçok şekilde ifade etmek
mümkündür. Yabancı sermaye, yabancı sermaye
yatırımları, deniz aşırı yatırımlar dış yatırımlar
ve uluslararası sermaye hareketleri; en basit
tanımıyla, ulusal sınırları aşarak başka bir ülkeye
giren ya da ülkeden çıkan fonlar şeklinde
tanımlanabilir. Uluslararası sermaye hareketleri
herhangi bir ülke vatandaşının bir diğer ülkenin
yerleşik vatandaşına fon aktarması ya da ondan bir
aktif satın almak üzere fon göndermesi ile meydana
gelmektedir. (IMF Occasional papers no:77, 1991)
Sermaye hareketlerini; Kenan Bulutoğlu (1970:5),
“Bir ülkenin, karşılığını ödemeksizin dış ülkelerden
sağladığı iktisadi kaynaklar” olarak tanımlar. Bu
tanımda geçen, karşılığını ödemeksizin ifadesi
ödemelerin işlemin yapıldığı an yerine daha sonraki
bir tarihte yapılması ya da hiç yapılmaması anlamına
gelir. Karşılığın daha sonra ödenmesi durumunda bu
sermaye hareketi borç olarak, karşılığın hiç
ödenmemesi durumunda ise bağış olarak adlandırılır.
Ancak yapılan bu ilk tanım sermaye hareketlerini tam
olarak kapsamamaktadır (Bulutoğlu, 1970: 5). Bir
diğer tanım ise; sermaye hareketlerinin, bir ülkenin
karşılığını değişik biçimlerde, ileride ödemek
üzere, başka ülkelerden kısa sürede ekonomik gücüne
ekleyebileceği mali ve teknolojik kaynaklar olarak
tanımlar (Uras, 1979: 31).
Karluk’un tanımına göre ise; yabancı sermaye, bir
ülkedeki mevcut sermayeye başka bir ülkenin sahip
olması anlamına gelir (Karluk, 1997: 519). Diğer bir
tanıma göre ise; uluslararası sermaye hareketleri
ulusal sınırları aşarak ülkeye giren ya da ülkeden
çıkan fonları ifade eder (Seyidoğlu, 1996: 231).
Uluslararası sermaye hareketleri ülkelerin ödemeler
dengesi istatistiklerine ilişkin tablolarda ödemeler
bilançosunun ikinci bölümünde yer alan doğrudan
yatırımlar, portföy yatırımları ile krediler ve
mevduat olarak ön plana çıkan, ancak artık cari
işlemler dengesinin tamamlayıcı bölümü veya dış
ticaretin finansmanı gibi bir amaçtan ziyade, kendi
dinamikleri çerçevesinde hareket eden iktisadi bir
olgudur (Güven, 2001: 23).
Yapılan en geniş tanımıyla uluslararası sermaye hareketleri, bir
ülkenin karşılığını sonradan ödemek üzere dış
kaynaklardan sağlayacağı ve ekonomik gücü ile ulusal
varlıklarına ekleyebileceği mali, teknolojik,
bilgisel ve hizmetsel kaynaklara denilmektir.
Yabancı sermaye kaynağı kullanan ya da adlandıran
ülkenin sermayesi değildir. Bu kaynak merkez olarak
çıkılan ülkenin ya da yerin dışındaki dünya
ülkelerinin herhangi birinden gelmiş olabilir. Yani
söz konusu bu sermaye o ülkenin ya da merkezin
ulusal varlığı değildir. Başka bir bölgeden, başka
bir ülkeden, başka bireyler, kurumlar, devletler ya
da yatırımcılar tarafından o yere getirilmiş ve o
ülkenin ulusal varlıklarına ödünç olarak, geçici
olarak veya sürekli olarak eklenmiş bir dış varlık
durumundadır. Bu dış varlık geldiği yerde sürekli
olarak da kalabilir, geçici olarak da kalabilir.
Anılan varlığın kullanılması ile elde edilen karlar
dışarıya transfer edilebilir veya var olan sermayeye
eklenerek o ülkedeki yatırımlar arttırılabilir
(Erol, 2000: 72).
Yapılan tüm bu tanımların ortak noktaları olmakla
birlikte, tanımların bazılarında daha çok doğrudan
yatırımlara, bazılarında ise dolaylı yatırımlara
değinilmiştir. Özet olarak bir ülkeden diğer ülkeye
çeşitli nedenlerle ve çeşitli şekillerde hareket
eden fon, şeklinde açıklanabilecek olan uluslararası
sermaye hareketlerinin günümüzde çok tartışılıyor
olmasının temelinde yatan sorun, bu sermaye
hareketlerinin geliş biçimidir. Ekonomik
kalkınmasını tamamlayabilmek için yeteri kadar
yurtiçi tasarrufa sahip olmayan gelişmekte olan
ülkelerin, ekonomik kalkınmalarını tamamlayabilmek
için yabancı kaynaklara başvurmaları zorunlu bir
haldir. Burada asıl önemli olan yabancı sermayenin
ülkeye ne şekilde geldiği ve ne amaçla
kullanıldığıdır. Yabancı sermayenin yapısından
kaynaklanan farklılıklar, örneğin, kısa vadeli gelen
borç sermayesinin hassas ve oynak yapısı, ya da
spekülatif olması, ayrıca devletin aldığı kısa veya
uzun vadeli yabancı kaynağı verimsiz kullanması,
üretimi arttıracak yatırımlardan ziyade tüketim için
kullanılması gibi olasılıklar bu tartışmaları
körükleyen asıl nedenlerdir (Çetenak; 2006: 7).
Uluslararası Sermaye Hareketlerinin Gelişimi
Yatırım amacıyla bir ülkeden bir başka ülkeye giden sermayenin
tarihi 16.yüzyıl’a kadar uzanmaktadır. Bu asırda
İngiltere’de kurulan Fuggers of Augsburg yatırım
evi, Kuzey ve Orta Almanya’nın bakır madenleri ile
Macaristan’daki gümüş madenlerini işletmekteydi. 18.
yüzyıl’a doğru ise Antwerp ve Amsterdam şehirleri
dünyanın en büyük iki sermaye merkezi haline geldi.
Böylelikle Hollanda bu yüzyılda yabancı yatırımların
en fazlasına sahip ülke konumuna geldi. Fakat
meydana gelen Napolyon savaşları sonucunda bu
alandaki liderlikte İngiltere’nin eline geçmiş oldu.
Bu dönemde İngiltere’den dışarı giden sermaye
miktarı bir ara milli gelirin %7 sine kadar
yükselmiştir (Salihoğlu, 1998: 20).
19. yüzyılın ilk yarılarına gelindiğinde ise İngiltere’nin ihtiyaç
duyduğu hammadde, maden ve petrolün elde
edilebilmesi için sömürgelerine yaptığı yatırımları,
bu yüzyılın ikinci yarısında, hızla sanayileşen
Fransa ve Almanya gibi diğer batı ülkeleri
izlemiştir. Böylelikle sanayi üretimine geçen Avrupa
devletlerinin ihtiyaçları olan hammaddeleri
sağlayabilecek, ucuz iş gücü ve doğal kaynaklara
sahip, dönemin sömürge devletleri ve az gelişmiş
bağımsız ülkeleri cazip yatırım alanları haline
gelmiştir (Akdiş, 1998: 63).
Bu süreç, ABD’nin de yabancı sermaye yatırımı yapan ülkeler arasına
katılmasıyla, 1929-30 Dünya ekonomik buhranına kadar
sürmüş ve sonrasında, yabancı sermaye yatırımı yapan
ülkelerin, bu yatırımlarını tasfiye etmeye
yönelmesiyle yavaşlamaya başlamıştır (Uras, 1979:
31).
1950’li yıllara kadar meydana gelen sermaye
hareketleri, genellikle portföy yatırımları şeklinde
gerçekleşmiştir. Ancak bu durum İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra tersine dönerek sermaye
hareketlerinin daha çok doğrudan yabancı yatırımlar
şeklinde yapılması sonucunu ortaya çıkarmıştır. Az
gelişmiş ülkelerin daha çok yabancı yatırım çekme
çabaları ile çok uluslu şirketlerin bu süreçteki
rolü büyük olmuştur. Az gelişmiş ülkeler
sanayileşmiş ülkelere hammadde ihraç edip, çeşitli
sanayi ürünleri ve sermaye malları ithal etme
şeklinde ki bu durumdan kurtulabilmek için,
beraberinde teşebbüs becerisi, teknoloji, yönetim
bilgisi ve pazarlama stratejileri gibi üretim
faktörlerini getiren yabancı sermaye hareketlerine
sıcak bakmaya başlamışlar ve ülkelerine daha çok
yabancı sermaye yatırımları çekebilmek için vergi
muafiyetleri ve sübvansiyonlar gibi teşvik
politikalarıyla yabancı sermaye için uygun bir ortam
sağlamaya çalışmışlardır (Çetenak, 2006: 5).
Đkinci Dünya Savaş’ı sonrası toplanan Bretton Woods konferansı ile
yön verilen sistemdeki sermaye hareketleri büyük
ölçüde resmi borçlanma niteliğinde ve genellikle
plan, proje ya da ulusal ekonomilerin temel
dengesizliklerinden kaynaklanan finansman gereğini
karşılama görevini üstlenen hareketlerdir.
Dolayısıyla, bu dönemde gelişmekte olan ülkelerin
mali piyasalara girişi sınırlı kalırken, bu ülkelere
olan sermaye hareketleri de sınırlı kalmıştır (Berksoy
ve Saltoğlu, 1998: 58).
Sermaye hareketlerinde dönemler itibariyle gerilemelerin ve
yükselişlerin olduğu döngüsel bir süreç yaşanmıştır.
1970’lerden itibaren gelişmekte olan ülkelere
yönelen sermaye hareketleri 1980’lere gelindiğinde
tersine dönmeye başlamıştır. 1990’larda ise daha
büyük ölçüde bir canlanma ve ters dönüş yaşanmıştır.
Đkinci dünya savaşından 1970’li yıllara kadarki dönem içerisinde
kullanılan yeni teknolojiler ile üretimde
verimliliğin artması, hammadde fiyatlarının
ucuzlaması, uluslararası mali kuruluşlarca yapılan
yardımlar ve Bretton Woods konferansında alınan
kararlar çerçevesinde gelişmiş ülkelerde yapılan
uluslararası kurumsal düzenlemelerin sonucunda söz
konusu ülkelerdeki refah düzeyi artmıştır ve bu
ülkeler 1970’lerin başına kadar ekonomik bir
genişleme süreci yaşamışlardır (Balkan, 1994). Ancak
1970’lere gelindiğinde, kullanılan üretim
teknolojilerinin emeğin verimliliğini arttırmadaki
başarısı düşmüş, hammadde fiyatları artmaya başlamış
ve buna bağlı olarak da kar oranları düşmüştür. Kar
oranlarında yaşanan bu düşüş yatırımların da
azalmasına böylelikle büyüme oranlarının düşmesine
neden olmuştur (Kaya, 1998: 25).
Bretton Woods konferansı ile yeniden yapılandırılan
dünya ekonomisinin bu yeni yapısı ve buna uygun
olarak tasarlanan sermaye hareketleri 1970’li
yıllarda yaşanan ekonomik krizin altından
kalkamayarak çökmüştür. Bretton Woods sisteminin
çökmesi hem dünya ekonomisinde hem de uluslararası
sermaye hareketlerinde büyük değişimlere neden
olmuştur (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58).
İkinci Dünya Savaşından sonra yaklaşık çeyrek yüzyıl süren hızlı
büyüme ve refah dönemi, 1971'de dolar-altın
bağlantısının kopması ile birlikte Bretton Woods
Sistemi’nin çöküşü ve kapitalist sistemlerin krize
girmesiyle sonuçlanmıştır. 1970'li yıllarda Bretton
Woods Sistemi'nin yıkılmasından sonra faiz-kur
arbitrajına dayanarak en yüksek reel getiriyi elde
etmek amacıyla bir ülkeden diğerine kolaylıkla
kayabilen türdeki sermaye hareketleri artmış ve
zamanla, sadece gelişmekte olan ülkeleri değil,
sanayileşmiş ülkeleri de tehdit eder hale gelmiştir
(Đnsel ve Sungur, 2003: 4).
Yaşanan küreselleşme olgusunun en belirgin özelliklerinden
biriside; Dünya ekonomisinin en önemli olgularından
birisi olan faiz-kur arbitrajından yararlanarak kar
elde etmek maksadıyla bir ülkeden bir diğerine
kolaylıkla ve ani bir şekilde hareket eden sermaye
akımlarının 1970’li yılların başında Bretton Woods
sisteminin çökmesiyle ortaya çıkması olmuştur.
Gelişmiş ülkelerdeki yatırımcılar 1970’li yılların
ikinci yarısında yaşanmaya başlayan krizin etkisiyle
reel yatırımlardan uzaklaşarak, finansal yatırımlara
yönelmişlerdir (inandım, 2005: 9).
Gelişmekte olan ülkelerin 1980’lerin ilk yıllarından itibaren dış
borç ödemelerinde sorunlar yaşamaya başlamış
olmaları bu ülkelerin kamu açıklarını derinleştirmiş
ve makro ekonomik yapılarının bozulmasına neden
olmuştur. Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan bu kriz
tüm dünyada ekonomik bir yavaşlamaya neden olmuş,
uluslararası faizlerde hızla artmıştır (Kaya, 1998).
Bu dönemde gelişmekte olan ülkeler dış şokların
etkisini azaltabilmek için doğrudan yurtdışı
borçlanmaya gitmek yerine, ihtiyaç duyulan fonların
doğrudan yabancı yatırımlar ve portföy yatırımları
şeklinde ülkeye gelmesini sağlamak amacıyla teşvik
edici politikalar uygulamaya başlamışlardır (Calvo,
Leiderman ve Reinhart, 1993).
Meydana gelen bu krizler, ülkelerin uyguladıkları
iktisat politikalarında köklü değişimlere gitmeleri
sonucunu doğurmuştur. Birçok ülke, ülkelerine daha
çok sermaye gelmesi önünde bir engel olarak
gördükleri devletçi politikalardan vazgeçerek
iktisadi alanda liberal politikalar uygulamaya
başlamışlardır. Bu uygulamalarla gelişmiş ülkeler
devletin ekonomideki rolünü azaltmışlardır. Aynı
zamanda bu politikalar, az gelişmiş ülkelerin de
krizden kurtulmada uygulayabilecekleri politikalar
olarak görülmüşlerdir. Yaşanan krizler sonrasında
gelişmekte olan ülkeler dış borç bulabilmek için IMF
ve Dünya Bankası gibi küresel kuruluşların dayattığı
yapısal uyum politikalarını bir bir uygulamaya
başlamışlardır. Bu uygulamaların doğal bir sonucu
olarak makro ekonomik yapılarını, açık ekonominin
gereklerine göre yeniden yapılandırmak durumunda
kalmışlardır. Bunun içinde, bazı ülkeler tüm kambiyo
kontrollerini kısa sürede tam olarak kaldırmış,
bazıları ise kambiyo üzerindeki kontrollerini
kademeli bir şekilde ve zamana yayarak
kaldırmışlardır. Dış ticaretin önündeki engellerin
kaldırılmasıyla artan ticaret hacmi az gelişmiş
ülkelerin gelişmiş ülke fonlarına daha fazla ihtiyaç
duymaları sonucunu ortaya çıkarmıştır. Gelişmekte
olan ülkeler artan kaynak ihtiyacını karşılamak
adına daha fazla yabancı sermayeyi ülkelerine
çekebilmek için ulusal kambiyo rejimlerini ve
sermaye hesaplarını serbestleştirmiş, mali
piyasalarını kurarak geliştirmişlerdir. Đzlenen
politikalar sermaye hareketlerini kolaylaştırmış bu
da sermaye akımlarının hem hacmini hem de hızını
arttırmıştır (Đnandım, 2005: 10).
Gelişmekte olan ülkelerin kalkınmalarını finanse etmek amacıyla
kullanmayı düşündükleri yabancı sermaye, her ülkede
ve her dönemde sürdürülebilir bir süreç olmamıştır.
Yatırımların finansmanında kullanılması arzu edilen
yabancı sermaye daha çok ülkelerin mevcut durumundan
yararlanarak kısa vadeli spekülatif kazançlar elde
etmiş ve kazançlarıyla birlikte söz konusu ülkeleri
terk etmişlerdir (Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 58).
1990’lara gelindiğinde ise sermaye hareketlerinde
büyük artışlar yaşanmıştır. Bu artışın temel nedeni
uluslararası portföy çeşitlendirilmesine imkân veren
iki önemli gelişmedir. Bunlardan birincisi,
gelişmekte olan ülkelerin daha fazla yabancı yatırım
çekebilmek ve uluslararası finansal bütünleşmeye
katılımlarını artırabilmek için finansal
piyasalarını, kambiyo rejimlerini ve sermaye
hareketlerini serbestleştirmek olmuştur. Bununla
birlikte gelişmekte olan bu ülkeler, yatırım
olanaklarını artırabilmek için devletin ekonomik
alandaki etkilerini azaltmak adına kamu
kuruluşlarını özelleştirmişler, daha derin ve likit
piyasaların oluşumunu da desteklemişlerdir (Moreno,
2000: 22).
ikinci önemli değişim ise, dünyanın bilgi ve iletişim
teknolojilerinde yaşamış olduğu büyük gelişmedir.
Yaşanan bu gelişme dünya genelindeki yatırımların
değerlendirilmesini ve izlenmesini daha kolay bir
hale getirmiştir. Meydana gelen bu kolaylık gelişmiş
ülkelerdeki fonların dünyanın her tarafında
hareketine imkân sağlamıştır. Teknolojik alanda
özelliklede iletişimde yaşanan gelişmeler,
yatırımlarla ilgili bilgi sağlamada kolaylıklar
getirerek ve risk yönetiminde daha etkin finansal
araçların oluşumunu destekleyerek yabancı yatırımlar
için sınır ötesi yatırımları kolaylaştırmıştır (Moreno,
2000: 22).
Sermaye hareketlerinde yaşanan bu gelişmelere, 1990 sonrasında az
gelişmiş ülkelerin ekonomik yapılarında yaşanan
yapısal değişikliklerin yanı sıra bazı küresel
faktörlerinde neden olduğu bir gerçektir. Örneğin;
Latin Amerika ülkelerinin tümünde 1990’ların ikinci
yarısından itibaren yaşanmaya başlayan yabancı
sermaye girişi ve bu yıllardaki dalgalanmanın temel
nedeni doğru makro ekonomik politikaların
uygulanması ve daha güçlü ekonomik performans gibi
içsel oluşumlara atfedilirken daha sonraları
uluslararası sermaye hareketlerinin oluşumunun çok
daha büyük ölçekli olduğunun ve farklı özelliklere
sahip olan ülkeleri de etkilediğinin farkına
varılmıştır. Yapılan çalışmalarda sermaye
hareketlerinin sadece doğru makro iktisadi
politikaları uygulayan ülkelere değil, makro
iktisadi yapıları ve politikaları birbirinden
oldukça farklı olan birçok ülke ekonomisine aynı
oranda ilgi gösterdiklerini ortaya koyulmuştur (Đnandım,
2005: 11).
1990’lı yılların ilk yarısında Meksika, Arjantin ve
Şili gibi yapısal uyum politikalarında başarılı olan
ülkelerin yanı sıra Brezilya gibi ekonomik
göstergelerin kötüleştiği, kamu açıklarının hızla
arttığı ülkelere de yoğun sermaye girişleri
olmuştur. Bu durum önemli küresel faktörlerin
etkilerini ortaya koymaktadır. Bu küresel
faktörlerin en başında şüphesiz Amerika Birleşik
Devletleri’nin özellikle 1990’lı yılların başında
sürekli olarak düşen ve 1960’lardan sonraki en düşük
seviyesine ulaşan kısa dönem faiz oranları
gelmektedir (Calvo vd., 1993). Böylelikle aynı
dönemde göreceli olarak daha yüksek faizli yatırım
olanakları sunan Latin Amerika ve Güney Doğu
Asya’nın gelişmekte olan ekonomilerine önemli oranda
bir sermaye girişi başlamıştır (inandım, 2005: 11).
Hacim olarak 1990’ların sermaye hareketleri 1970’lerdeki sermaye
hareketlerine ulaşmakla birlikte, bu iki dönemdeki
sermaye hareketleri birçok açıdan farklılık
göstermektedir. Küreselleşmenin finansal piyasalara
etkilerinin en belirgin olarak gözlemlendiği 1990’lı
yıllarda uluslararası sermaye hareketleri nitelik,
kaynak ve kanalları bakımından değişim göstermiştir.
Bu dönemdeki uluslararası sermaye hareketlerinin en
belirgin özelliği arbitraj kazancı kovalayan
spekülatif nitelikli para hareketleri olmalarıdır.
Bu değişime paralel olarak bu dönemin uluslararası
sermaye hareketleri kısa vadeli ve daha hareketlidir
(Berksoy ve Saltoğlu, 1998: 59).
1990’larda finansal piyasalarda yaşanan bütünleşme ve uygulanan
serbestleşme politikaları uluslararası sermaye
hareketlerinin kaynağını değiştirerek resmi
kanallardan özel kanallara kaymasına neden olmuştur.
Finansal piyasaların bütünleşmesiyle ülkeler sermaye
ihtiyaçlarını karşılamak için doğrudan resmi
kanallara borçlanmak yerine uluslararası
piyasalardan borçlanmayı tercih etmişlerdir.
Böylelikle, ulusal ekonomilerin makro ekonomik
yapılarındaki dengesizlikler sermaye hareketlerinin
seyrini etkilememiş ve gelişmekte olan ülkelerin
Bretton Woods sistemindekinin tersine uluslararası
finans piyasalarına katılım imkânları artmıştır (Berksoy
ve Saltoğlu, 1998: 58). Uluslararası sermaye
hareketlerindeki bu niteliksel değişimler bu
hareketlerin bileşimini de etkilemiş, gelişmekte
olan ülkelere yönelik sermaye akımları içindeki kısa
vadeli sermaye ve portföy yatırımlarının oranı hızla
büyümüştür.
1990’ların sermaye hareketleri nedenleri açısından da ele
alındığında 1970’li yılların sermaye hareketlerinden
farklılıklar gösterir. 1990’lı yıllardaki sermaye
hareketleri incelendiğinde bu hareketlerin temel
nedeninin, ulusal piyasalarda var olan döviz kuru ve
faiz oranları arasındaki dengesizlikten kaynaklanan
arbitraj unsuru olduğu görülür (Yeldan, 2002: 8).
Dolayısıyla bu yıllardaki sermaye hareketleri daha
çok kısa vadeli spekülatif amaçlı hareketlerdir.
1970’li yıllarda ise gelişmiş ülkelerde düşen faiz
oranlarına karşılık gelişmekte olan ülkelerdeki faiz
oranlarının artması, yaşanan petrol krizinden sonra
birikimli olarak artan ‘petrol-dolar’ fonlarının
uluslararası finans piyasalarına yeniden sokulması
zorunluluğu gibi birçok etken sermaye hareketleri
üzerinde etkili olmuştur. Finansal piyasalardaki
küreselleşme olgusu sonucunda arbitraj kazancı
kovalayan bu sermaye büyüklüğü, 1990’larda artan
ölçüde gelişmekte olan ülkelerde oluşan yeni finans
piyasalarına yönelirken, yapı olarak da daha seçici,
daha kısa vadeli, daha hareketli, daha tedirgin ve
daha spekülatif bir niteliğe kavuşmuştur. Söz konusu
spekülatif sermaye, sermaye girişinin olduğu
ülkelerde hem ulusal paraların aşırı değerlenmesine
hem de döviz rezervlerinde aşırı birikime yol
açmıştır (Yeldan, 2002: 8).
1990’larda Latin Amerika ülkelerinde faiz
oranlarının Amerika Birleşik Devletlerindeki faiz
oranlarından daha yüksek olması ve ulusal
paralarının reel olarak değer kazanması, bu ülkelere
spekülatif amaçlı kısa vadeli yatırımların girmesine
neden olmuştur. Latin Amerika ülkelerine yönelen bu
kısa vadeli sermaye bu ülkelerde hızla büyüyen cari
açığı kapattığı gibi döviz rezervlerinde de aşırı
bir artışa neden olmuştur (Calvo vd.; 1993).
Spekülatif amaçlı bu kısa vadeli sermaye türü
sermaye hareketlerindeki serbestleşme ile sağlanan
bürokratik kolaylıklar vasıtasıyla bir ülkeye çok
kısa bir sürede girebildiği gibi yine aynı hızla
çıkma imkânına sahiptir ve dolayısıyla da riski çok
yüksek olarak algılanmaktadır (Đnandım, 2005: 14).
|