Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Vergi Reformu, Ekonomik Kriz ve Yeni Tasarı

Ekonomimizin 1999 yılının ilk yarısında GSMH'daki %8,4'lük düşüş nedeni ile açıkça bir kriz içerisinde olduğunu tespitte herkes hemfikirdir. Ancak üzerinde anlaşılamayan hu­sus, bu iktisadi krizin nereden kaynaklandığı­dır. Bazıları dünya konjonktürünün; yani Uzak Doğu ve Rusya krizlerinin, bazıları ise vergi reformunun bu konuda başı çektiğini, ileri sürmektedirler. Öncelikle bizim başka dış ticaret partnerlerimiz olan; AB ve Amerika' da büyüme devam ederken, Türki Cumhuriyetlerle dış ilişkilerimiz artarken; ekonomimizin bu ölçüde daralmasının başka bir açıklaması olmalıdır. Kaldı ki siyasi iktidar, bu vergi reformunu yürürlüğe sokarken, Uzak Doğu ve Rusya krizle­rinin varlığının bilincindeydi. Dahası bir ekonomik kriz göstergesi olan; döviz kıtlığı yerine 20 milyar doların üzerinde bir döviz rezervimiz bulunmakta olup; dış ticaret açığımız kapanma eğilimine girmiştir. Bu durumda ekonomik krizin asıl nedeninin vergi reformu ve getirdikleri olduğunu ileri sürmekten başka geçerli bir iddia kalmamaktadır. 

Vergi reformunun iktisadi krize yol aç­masının sebebi; dışa açık bir piyasa ekonomisine muhalifsel bir ideoloji ile kaleme alınması olabilir veya mevcut devlet kesiminin finans­man zorunluluğu ile sonuçlarını tahmin edemedikleri bir sürüklenmeyle bu noktaya gelmeleri­dir. Ancak her iki durumda da, GSMH'nın %60'ını kontrol eden kamu kesiminin finansmanı gibi bir gaye güdüldüğünden; bilinçli bir ideolojik tercihin yapıldığını söylemek bir hak­sızlık sayılmaz sanırım. Kaldı ki vergi reformunun gözden geçirilmesine karşı çıkanların genellikle radikal sol kesim olduğunu tespit bile, bu konudaki ideolojik tercih hususunda bir fikir verebilir. Yalnız ilginç olan TÜSİAD'ın da bu vergi reformunu desteklemesidir. Tekelci sermaye, vergi duvarını kullanarak piyasaya yeni girişleri önlemek istediğinden, sol eğilim­li vergi reformuna destek vermiştir. Ayrıca vergi teşvik tedbirleri aracılığıyla; sanayi üzerin­deki yük düşürülmek istendiğinden, tekelci sermayenin desteği kazanılmıştır. 

Oysa bir vergi reformu veya vergi sistemi, baskı gruplarının çıkarlarının veya siyasal partilerin ideolojik tercihlerinin, bir bileşkesi şeklinde oluşturulamaz. Eğer devlet piyasa ekonomisine hizmet için varsa; devleti finanse eden vergi sistemi de; piyasa ekonomisi ile uyumlu olmak durumundadır. 

Türkiye'de mali doktrin, tam aksine pi­yasayı, devleti finanse etmenin bir vasıtası olarak gördüğü için, bu vergi reformu da tıpkı bundan öncekiler gibi; 1971, 1987 ve 1994 re­formlarında olduğu Üzere, iktisadi krize yol aç­mıştır. Yeni vergi tasarısı ile belli konulardaki uygulamaların üç yıl süre ile ertelenmesi, aslında krizin ertelenmesi anlamındadır. Ancak bu hükümlerin 2002 yılında yürürlüğe yeniden girmesiyle tekrar bir iktisadi krizle karşılaşaca­ğımız, kesindir. 

Piyasa ekonomisi ile vergi sisteminin uyumlu olmasıyla kast olunan nedir? Piyasa güçlerinin işlemesi için gerekli piyasa müşev­viklerinin, vergi sistemince asgari ölçüde kısıl­masına itina gösterilmesidir. Kısacası serbest rekabet ortamı içerisinde; kaynakların yani üretim faktörlerinin, fiyat göstergeleri esas alınarak tahsisidir. Oysa faize ve kara, el koyma­ya çalışan bir vergi reformunun, piyasa güçleri ile ihtilaflı olduğu daha başından belli idi. 

Aslında bir ekonomide iktisadi gelişmeyi engellemek için ilk yapılması gereken şey; tasarrufların yani faiz gelirlerinin vergilendiril­mesidir. Zira tasarruflar, iktisadi gelişmenin motorudurlar. Özellikle tam istihdam öncesi; geri kalmış yani yaygın işsizliğin olduğu bir ekonomide, tasarrufların vergilendirilmesi; hem gelişmeyi engeller, hem de gelir dağılımı­nı emek aleyhine bozar. Zira sermaye uluslar­arası piyasada mobil faktör iken, emeğin dolaşım olanağı son derece sınırlıdır. Kaldı ki tasarrufların vergilendirilmesi; çifte vergilenmeye bir örnek teşkil ettiğinden, ne adil ne de etkindir. 

Vergi reformunun piyasa ekonomisi ile çatışan bir başka yüzü ise; belli mübadele iş­lemlerinin yapılmasının, vergi hesap numarası­nın varlığına bağlanmasıdır. Gayrimenkul satı­şı, banka mevduat hesapları, otomobil satışları gibi Bu husus, mali milad ile bütünleştirilince bir denetim unsuru gibi görünebilir. Ancak mübadeleyi de caydırmaktadır. Dolayısıyla ilk krizin gayrimenkul, otomotiv ve bankacılıkta başlamasından hayrete düşmemek gerekir. Ni­tekim durum fark edilince; banka işlemlerinde, vergi hesap numarası sorulmasından hemen vazgeçildi. Ancak faizlerin beyana tabi tutul­masıyla ve yükselmesiyle kriz de başlatılmış oldu. 

Diğer taraftan kayıtdışı ekonominin, denetim altına alınması için getirilen iki düzenleme; mali milad ve gelirin yeni tanımının da, ekonomik krizi ağırlaştıran unsurlar olduğuna dikkat çekmeliyiz. Zira kayıtdışı ekonomi sanıldığının aksine; piyasa güçlerinin, vergi siste­minin piyasa ekonomisi ile bağdaşmaması ne­deniyle; ortaya çıkardıkları bir örgütlenmedir. Bir başka deyişle ağır vergi yükü ve yüksek ge­lir vergisi tarifesi, KDV oranları ödeme gücü olmayan işletmeleri, kayıt dışı kalmaya zorla­maktadır. Daha doğrusu tüketicilerin, bu kadar ağır vergilendirilmiş malları satın alamaması nedeniyle işletmeler kayıt dışı kalmaktadır. Ay­nı husus, kaçak işçi çalıştırmada da geçerli olup; prim oranları çok yüksek olduğundan, sigortalı ve sendikalı işçilerin ürettiği malları tüketicilerin satın alabilmesi, güçleşmektedir.

Türkiye yurt dışından yabancı sermaye için vergi teşvik tedbirleri oluşturan ve tahkim düzenlemesine başvururken; yerli sermayeyi nereden buldun soruşturmasına tabi tutması, ayrımcılığa yol açar. Gelir ve servet artışlarını sorgulayan bir ülkede kalkınma hayal olur. Zira her şeyden önce gelişme, gelir ve servetin ar­tırılması demektir. Daha doğrusu kalkınan bir ülkede gelir ve servetin (sermayenin) mümkünse hiç veya asgari ölçüde vergilendirilmesi, vergi yükünün tüketime kaydırılması hedef alınmalıdır. Bütün sakıncalarına rağmen götürü usul, basit usule bakışla; bu konuda yani ge­lir ve servet artışlarının teşviki açısından bir gü­vence idi. Basit usule geçişle birlikte gelir ve servetin kavranması, iktisadi faaliyetleri, mü­badeleyi engellemiştir. Kalkınma sürerken, sermaye birikiminin sağlanabilmesi ve işgücü arzının artırılabilmesi açısından, götürülük yaygınlaştırılarak kayıtdışı sektörler kayıt altına alınmalıdır. Bir başka deyişle kayıt dışı ekonomi ile mücadele etmek istiyorsanız, önce götürülüğü kabul ettirmeniz daha sonra gerçek usule geçmemiz gerekir. Götürü yapamadığımız üreticileri, gerçek usule yani basit usule tabi kılmamız mümkün değildir.

Bütün mesele vergi yükünde toplanmak­tadır. Türkiye'de "resmi" vergi yükü GSMH'nın %22'si iken; iç tasarruf hacmi GSMH'nın %20'si kadarsa, bir sorun var demektir. Bir bakıma önemli olan, kamu açığının (KKBG) kapatılması değil; vergi yükütasarruf hacmi denge­sizliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Zira bütçe açığı ve diğer kara delikleri kapatmak için vergi yükü artırılmak istendikçe, tasarruflar vergi­lendirilmekte, tasarrufların vergilendirilmesi ise kalkınmayı yani milli gelir artışlarını yavaş­latmaktadır. Tasarruflar üst gelir gruplarınca yapıldığına göre, üst gelir gruplarını daha doğ­rusu tasarrufları %45 ile vergilendiren bir ekonomide, işsizlik, yoksulluk ve geri kalmışlık bir bakıma kaderdir. Aslında kronik enflasyonun bir geri kalmış ekonomide ortaya koyduğu hu­sus; tasarruf açığının bulunduğu yani planlanan yatırımların, tasarrufları aştığıdır. Dolayı­sıyla özellikle devlet yatırımlarını, emisyon yani enflasyonla finanse etmektedir. Bu nedenle enflasyondan ve kamu açıklarından kurtulabil­menin yolu vergi yükünü artırmak değil, tasar­rufları artırmaktır. Nitekim 1987-1999 arasında vergi yükü %50 arttığı halde yani %15'ten %22'ye (GSMH'nın) çıkmasına rağmen kamu açıklan düşmemiş, tam tersine %2-3'lerden %10-12'lere tırmanmıştır. 

Aslında yapılmak istenen vergi reformu ile hedeflenen hususlar şunlardı: (1) Öncelikle kayıt dışı ekonominin kavranması ile vergi ge­lirlerinin yani vergi yükünün artırılması. (2)Vergi yükünün emekten ve sanayiden, tasarruf (faiz) ve emlaka doğru kaydırılması. (3) Kayıt dışı sektörün özellikle esnafın, basit usulle (gerçek usulle) kayıt altına alınması. (4) Gelirin tanımının değiştirilmesi ve mali milad ile oto­kontrol sisteminin gelir vergisi açısından kurulması. 

Bu arzulanan hedeflerin özellikle ikincisi, bölüşüm ile ilgilidir. Oysa piyasa ekonomisinin, kendi bölüşümüne müdahale edilmesi­ne, tepkisiz kalması beklenemez. Maalesef Türkiye'de emek bol ve sermaye kıt faktörler olduğundan; tasarrufların veya nakit sermaye­nin fiyatı olan faiz çok yüksektir. Faizin rant geliri sayılarak, yok edilmeye çalışılması; yani önce stopaja sonra beyannameye tabi tutulması ülkemizdeki faktör fiyatlarına bilinçsiz bir müdahale anlamındadır. 

Türkiye henüz piyasa ekonomisi ile uyumlu bir vergi sisteminin ihtiyacını hisset­memektedir. Ancak ortaya çıkan krizler siyasal iktidarları ve bürokrasiyi eğiterek doğru yolu göstermektedir. Dolayısıyla ekonomik buhranların tek sevindirici yanı, hükümetleri ve idari kadroları eğitmesidir. Ekonomimizde vergi reformu yapmak isteyenlerin, şu hususlara dikkat etmesinde yarar vardır: Öncelikle vergi sis­temimiz dışa-açık piyasa ekonomisiyle uyumlaştırılmak zorundadır. Bu amaçla Vergi yükü GSMH'nın %20'sine çekilmelidir. (2) Gelir vergisi tarifesinin, vergi yükünden yüksek bir orana sahip olması, bölüşüm amaçlı olduğun­dan direniş yaratır. Bu nedenle gelir vergisi tari­fesi %20'lere çekilmeli ancak vergi genel olmalı ve beyan esasına dayanmalıdır. (3) KDV'sinin oranı %5 gibi tek bir had ile sınırlanmalı ancak tüm istisna ve muafiyetler kaldırılmalıdır. (4) Tasarruflar vergiden istisna kılınarak vergi mik­tarı gelirden, tüketime kaydırılmalıdır. (5) Kurumlar vergisi ile gelir vergisi birleştirilerek, kurumlar vergisinin mükerrer bir vergi şeklinde uygulanmasından vazgeçilmelidir. (6) Kamu Hizmetlerinden fiyatlandırılabilen maliyetleri, kullanım haraçları ile finanse edilmelidir. (7) Kamu harcamaları da GSMH’nın %20’si ile sınırlandırılmalı ve vergi yüküne eşit kılınmalıdır. 

Netice olarak, piyasa ekonomisi, hukuk devleti ve demokrasi ile çatışan bir vergi sisteminin işletilebilmesi ve krizlere yol açmaması mümkün değildir.

 Prof. Dr. Güneri Akalın – Hacettepe Üniversitesi

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005