|
Vergi Reformu,
Ekonomik Kriz ve
Yeni Tasarı
Ekonomimizin 1999 yılının ilk yarısında GSMH'daki
%8,4'lük düşüş nedeni ile açıkça bir kriz içerisinde
olduğunu tespitte herkes hemfikirdir. Ancak üzerinde
anlaşılamayan husus, bu iktisadi krizin nereden
kaynaklandığıdır. Bazıları dünya konjonktürünün;
yani Uzak Doğu ve Rusya krizlerinin, bazıları ise
vergi reformunun bu konuda başı çektiğini, ileri
sürmektedirler. Öncelikle bizim başka dış ticaret
partnerlerimiz olan; AB ve Amerika' da büyüme devam
ederken, Türki Cumhuriyetlerle dış ilişkilerimiz
artarken; ekonomimizin bu ölçüde daralmasının başka
bir açıklaması olmalıdır. Kaldı ki siyasi iktidar,
bu vergi reformunu yürürlüğe sokarken, Uzak Doğu ve
Rusya krizlerinin varlığının bilincindeydi. Dahası
bir ekonomik kriz göstergesi olan; döviz kıtlığı
yerine 20 milyar doların üzerinde bir döviz
rezervimiz bulunmakta olup; dış ticaret açığımız
kapanma eğilimine girmiştir. Bu durumda ekonomik
krizin asıl nedeninin vergi reformu ve getirdikleri
olduğunu ileri sürmekten başka geçerli bir iddia
kalmamaktadır.
Vergi reformunun iktisadi krize yol açmasının
sebebi; dışa açık bir piyasa ekonomisine muhalifsel
bir ideoloji ile kaleme alınması olabilir veya
mevcut devlet kesiminin finansman zorunluluğu ile
sonuçlarını tahmin edemedikleri bir sürüklenmeyle bu
noktaya gelmeleridir. Ancak her iki durumda da,
GSMH'nın %60'ını kontrol eden kamu kesiminin
finansmanı gibi bir gaye güdüldüğünden; bilinçli bir
ideolojik tercihin yapıldığını söylemek bir
haksızlık sayılmaz sanırım. Kaldı ki vergi
reformunun gözden geçirilmesine karşı çıkanların
genellikle radikal sol kesim olduğunu tespit bile,
bu konudaki ideolojik tercih hususunda bir fikir
verebilir. Yalnız ilginç olan TÜSİAD'ın da bu vergi
reformunu desteklemesidir. Tekelci sermaye, vergi
duvarını kullanarak piyasaya yeni girişleri önlemek
istediğinden, sol eğilimli vergi reformuna destek
vermiştir. Ayrıca vergi teşvik tedbirleri
aracılığıyla; sanayi üzerindeki yük düşürülmek
istendiğinden, tekelci sermayenin desteği
kazanılmıştır.
Oysa bir vergi reformu veya vergi sistemi, baskı
gruplarının çıkarlarının veya siyasal partilerin
ideolojik tercihlerinin, bir bileşkesi şeklinde
oluşturulamaz. Eğer devlet piyasa ekonomisine hizmet
için varsa; devleti finanse eden vergi sistemi de;
piyasa ekonomisi ile uyumlu olmak durumundadır.
Türkiye'de mali doktrin, tam aksine piyasayı,
devleti finanse etmenin bir vasıtası olarak gördüğü
için, bu vergi reformu da tıpkı bundan öncekiler
gibi; 1971, 1987 ve 1994 reformlarında olduğu
Üzere, iktisadi krize yol açmıştır. Yeni vergi
tasarısı ile belli konulardaki uygulamaların üç yıl
süre ile ertelenmesi, aslında krizin ertelenmesi
anlamındadır. Ancak bu hükümlerin 2002 yılında
yürürlüğe yeniden girmesiyle tekrar bir iktisadi
krizle karşılaşacağımız, kesindir.
Piyasa ekonomisi ile vergi sisteminin uyumlu
olmasıyla kast olunan nedir? Piyasa güçlerinin
işlemesi için gerekli piyasa müşevviklerinin, vergi
sistemince asgari ölçüde kısılmasına itina
gösterilmesidir. Kısacası serbest rekabet ortamı
içerisinde; kaynakların yani üretim faktörlerinin,
fiyat göstergeleri esas alınarak tahsisidir. Oysa
faize ve kara, el koymaya çalışan bir vergi
reformunun, piyasa güçleri ile ihtilaflı olduğu daha
başından belli idi.
Aslında bir ekonomide iktisadi gelişmeyi engellemek
için ilk yapılması gereken şey; tasarrufların yani
faiz gelirlerinin vergilendirilmesidir. Zira
tasarruflar, iktisadi gelişmenin motorudurlar.
Özellikle tam istihdam öncesi; geri kalmış yani
yaygın işsizliğin olduğu bir ekonomide,
tasarrufların vergilendirilmesi; hem gelişmeyi
engeller, hem de gelir dağılımını emek aleyhine
bozar. Zira sermaye uluslararası piyasada mobil
faktör iken, emeğin dolaşım olanağı son derece
sınırlıdır. Kaldı ki tasarrufların
vergilendirilmesi; çifte vergilenmeye bir örnek
teşkil ettiğinden, ne adil ne de etkindir.
Vergi reformunun piyasa ekonomisi ile çatışan bir
başka yüzü ise; belli mübadele işlemlerinin
yapılmasının, vergi hesap numarasının varlığına
bağlanmasıdır. Gayrimenkul satışı, banka mevduat
hesapları, otomobil satışları gibi Bu husus, mali
milad ile bütünleştirilince bir denetim unsuru gibi
görünebilir. Ancak mübadeleyi de caydırmaktadır.
Dolayısıyla ilk krizin gayrimenkul, otomotiv ve
bankacılıkta başlamasından hayrete düşmemek gerekir.
Nitekim durum fark edilince; banka işlemlerinde,
vergi hesap numarası sorulmasından hemen vazgeçildi.
Ancak faizlerin beyana tabi tutulmasıyla ve
yükselmesiyle kriz de başlatılmış oldu.
Diğer taraftan kayıtdışı ekonominin, denetim altına
alınması için getirilen iki düzenleme; mali milad ve
gelirin yeni tanımının da, ekonomik krizi
ağırlaştıran unsurlar olduğuna dikkat çekmeliyiz.
Zira kayıtdışı ekonomi sanıldığının aksine; piyasa
güçlerinin, vergi sisteminin piyasa ekonomisi ile
bağdaşmaması nedeniyle; ortaya çıkardıkları bir
örgütlenmedir. Bir başka deyişle ağır vergi yükü ve
yüksek gelir vergisi tarifesi, KDV oranları ödeme
gücü olmayan işletmeleri, kayıt dışı kalmaya
zorlamaktadır. Daha doğrusu tüketicilerin, bu kadar
ağır vergilendirilmiş malları satın alamaması
nedeniyle işletmeler kayıt dışı kalmaktadır. Aynı
husus, kaçak işçi çalıştırmada da geçerli olup; prim
oranları çok yüksek olduğundan, sigortalı ve
sendikalı işçilerin ürettiği malları tüketicilerin
satın alabilmesi, güçleşmektedir.
Türkiye yurt dışından yabancı sermaye için vergi
teşvik tedbirleri oluşturan ve tahkim düzenlemesine
başvururken; yerli sermayeyi nereden buldun
soruşturmasına tabi tutması, ayrımcılığa yol açar.
Gelir ve servet artışlarını sorgulayan bir ülkede
kalkınma hayal olur. Zira her şeyden önce gelişme,
gelir ve servetin artırılması demektir. Daha
doğrusu kalkınan bir ülkede gelir ve servetin
(sermayenin) mümkünse hiç veya asgari ölçüde
vergilendirilmesi, vergi yükünün tüketime
kaydırılması hedef alınmalıdır. Bütün sakıncalarına
rağmen götürü usul, basit usule bakışla; bu konuda
yani gelir ve servet artışlarının teşviki açısından
bir güvence idi. Basit usule geçişle birlikte gelir
ve servetin kavranması, iktisadi faaliyetleri,
mübadeleyi engellemiştir. Kalkınma sürerken,
sermaye birikiminin sağlanabilmesi ve işgücü arzının
artırılabilmesi açısından, götürülük
yaygınlaştırılarak kayıtdışı sektörler kayıt altına
alınmalıdır. Bir başka deyişle kayıt dışı ekonomi
ile mücadele etmek istiyorsanız, önce götürülüğü
kabul ettirmeniz daha sonra gerçek usule geçmemiz
gerekir. Götürü yapamadığımız üreticileri, gerçek
usule yani basit usule tabi kılmamız mümkün
değildir.
Bütün mesele vergi yükünde toplanmaktadır.
Türkiye'de "resmi" vergi yükü GSMH'nın %22'si iken;
iç tasarruf hacmi GSMH'nın %20'si kadarsa, bir sorun
var demektir. Bir bakıma önemli olan, kamu açığının
(KKBG) kapatılması değil; vergi yükütasarruf hacmi
dengesizliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Zira bütçe
açığı ve diğer kara delikleri kapatmak için vergi
yükü artırılmak istendikçe, tasarruflar
vergilendirilmekte, tasarrufların vergilendirilmesi
ise kalkınmayı yani milli gelir artışlarını
yavaşlatmaktadır. Tasarruflar üst gelir gruplarınca
yapıldığına göre, üst gelir gruplarını daha doğrusu
tasarrufları %45 ile vergilendiren bir ekonomide,
işsizlik, yoksulluk ve geri kalmışlık bir bakıma
kaderdir. Aslında kronik enflasyonun bir geri kalmış
ekonomide ortaya koyduğu husus; tasarruf açığının
bulunduğu yani planlanan yatırımların, tasarrufları
aştığıdır. Dolayısıyla özellikle devlet
yatırımlarını, emisyon yani enflasyonla finanse
etmektedir. Bu nedenle enflasyondan ve kamu
açıklarından kurtulabilmenin yolu vergi yükünü
artırmak değil, tasarrufları artırmaktır. Nitekim
1987-1999 arasında vergi yükü %50 arttığı halde yani
%15'ten %22'ye (GSMH'nın) çıkmasına rağmen kamu
açıklan düşmemiş, tam tersine %2-3'lerden
%10-12'lere tırmanmıştır.
Aslında yapılmak istenen vergi reformu ile
hedeflenen hususlar şunlardı: (1) Öncelikle kayıt
dışı ekonominin kavranması ile vergi gelirlerinin
yani vergi yükünün artırılması. (2)Vergi yükünün
emekten ve sanayiden, tasarruf (faiz) ve emlaka
doğru kaydırılması. (3) Kayıt dışı sektörün
özellikle esnafın, basit usulle (gerçek usulle)
kayıt altına alınması. (4) Gelirin tanımının
değiştirilmesi ve mali milad ile otokontrol
sisteminin gelir vergisi açısından kurulması.
Bu
arzulanan hedeflerin özellikle ikincisi, bölüşüm ile
ilgilidir. Oysa piyasa ekonomisinin, kendi
bölüşümüne müdahale edilmesine, tepkisiz kalması
beklenemez. Maalesef Türkiye'de emek bol ve sermaye
kıt faktörler olduğundan; tasarrufların veya nakit
sermayenin fiyatı olan faiz çok yüksektir. Faizin
rant geliri sayılarak, yok edilmeye çalışılması;
yani önce stopaja sonra beyannameye tabi tutulması
ülkemizdeki faktör fiyatlarına bilinçsiz bir
müdahale anlamındadır.
Türkiye henüz piyasa ekonomisi ile uyumlu bir vergi
sisteminin ihtiyacını hissetmemektedir. Ancak
ortaya çıkan krizler siyasal iktidarları ve
bürokrasiyi eğiterek doğru yolu göstermektedir.
Dolayısıyla ekonomik buhranların tek sevindirici
yanı, hükümetleri ve idari kadroları eğitmesidir.
Ekonomimizde vergi reformu yapmak isteyenlerin, şu
hususlara dikkat etmesinde yarar vardır: Öncelikle
vergi sistemimiz dışa-açık piyasa ekonomisiyle
uyumlaştırılmak zorundadır. Bu amaçla Vergi yükü
GSMH'nın %20'sine çekilmelidir. (2) Gelir vergisi
tarifesinin, vergi yükünden yüksek bir orana sahip
olması, bölüşüm amaçlı olduğundan direniş yaratır.
Bu nedenle gelir vergisi tarifesi %20'lere
çekilmeli ancak vergi genel olmalı ve beyan esasına
dayanmalıdır. (3) KDV'sinin oranı %5 gibi tek bir
had ile sınırlanmalı ancak tüm istisna ve
muafiyetler kaldırılmalıdır. (4) Tasarruflar
vergiden istisna kılınarak vergi miktarı gelirden,
tüketime kaydırılmalıdır. (5) Kurumlar vergisi ile
gelir vergisi birleştirilerek, kurumlar vergisinin
mükerrer bir vergi şeklinde uygulanmasından
vazgeçilmelidir. (6) Kamu Hizmetlerinden
fiyatlandırılabilen maliyetleri, kullanım haraçları
ile finanse edilmelidir. (7) Kamu harcamaları da
GSMH’nın %20’si ile sınırlandırılmalı ve vergi
yüküne eşit kılınmalıdır.
Netice olarak, piyasa ekonomisi, hukuk devleti ve
demokrasi ile çatışan bir vergi sisteminin
işletilebilmesi ve krizlere yol açmaması mümkün
değildir.
Prof. Dr. Güneri Akalın – Hacettepe Üniversitesi
|