Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Yeni Klasik İktisat Okulu 

Yeni klasik iktisat (İngilizcede, belki biraz da neo-klasik iktisattan farkını vurgu­lamak için "neo" değil "ne.w" classical economics diye adlandırılan) iktisat bilimine, iktisat teorisine yeni bir bakış açısı, yeni bir yaklaşım getiren ve varlığını sürdüren, günümüz başlıca iktisat akımlanndan birini, belki de en önemlisini oluşturan bir okuldur. Ortodoks Keynesciler bir tarafta; Yeni Keynesciler ve Neo-Keynesciler di­ğer tarafta, aynı okul içinde aralarındaki farklılıklarını koruyarak varlıklarını sürdü­rürken, Yeni Klasik iktisatçılar da Monetarist Okul içinden yola çıkarak ve pek çok konuda, başta beklentilerin niteliği olmak üzere, monetaristlerden farklı varsayımlar ve yöntemler kullanarak ayrı bir okul oluşturmuşlardır. Dolayısıyla, kuşkusuz bu okulun ve iktisatçılarının görüşlerini, iktisat kuramına ne gibi yenilikler, ne gibi ye­ni bir bakış açısı getirdiğini bilmek, bu anlamda önemlidir. Çünkü günümüzün baş­lıca ekonomik sorunlarının çözümünde, özellikle de makroekonomik iktisat politika­ları ya da daha spesifik olarak, istikrarsızlık durumlarında (işsizlik, enflasyon, dış ödemeler dengesi açıkları v.d.) izlenilecek istikrar politikalarının (stabilisation policy) temellerinin oluşturulmasında ve içeriklerinin saptanmasında, açıktır ki, her ik­tisat okulunun farklı hipotezlerden yola çıkan, farklı hedefler ve öncelikler, farklı yöntemler izleyen bir yaklaşımı olacaktır ve öyle de olmaktadır.

Yeni Klasik İktisat Okulu'nu size kısaca şöyle bir sistematik içinde aktarmaya çalışacağım: Çok kısa tarihçesine değindikten sonra, hangi iktisatçılar tarafından na­sıl bir ortamda, hangi tarihsel süreç içinde ortaya çıktığını vurgulayarak, yeni klasik iktisat ekolünün ana görüşlerini, ana tezini özetlemeye çalışacağım. Bunu yaptıktan sonra da başlıca görüşlerinin birazcık ayrıntılarına girmeye çalışacağım, ama kuşku­suz -tahta yok, tebeşir yok- grafik ve denklem kullanmadan da çok ayrıntılarına sö­zel olarak girmek zaten olanaksız. Son olarak da, bu okulun iktisat düşüncesine ge­tirdiği farklı bakış açısından nasıl bir sonuç çıkarılması gerektiği ve günümüz sorun­larına bakış açısının bu okul açısından bir değerlendirmesini ve eleştirisini yapmaya çalışacağım. Konuşmamı böyle bir sistematik içinde düşündüm, kurguladım. 

Önce kısaca tarihçeden söz edelim: Bildiğiniz gibi iktisadi düşünce tarihinde kla­sik iktisattan başlayarak günümüze değin, çeşitli iktisat okulları oluşturulmuş ve ik­tisadi sorunların ele alınıp irdelenmesinde farklı analitik ve teorik yaklaşımlar geliş­tirilmiş ve bu süreç içinde iktisat bilimi belki de tüm toplumsal bilimler içinde en hızlı gelişen ve dönüşen bilim dalı olmuştur. 1776'da Adam Smith'in ünlü "Milletlerin Zenginliği" kitabının yayınlanması "modern iktisat kuramı"mn başlangıcı ola­rak, bir milat olarak alınır. Klasik iktisatçıları neoklasik iktisatçılar izlemiştir. Kla­sik ve Neoklasik iktisatçıları eleştiren Keynes, iktisat düşüncesinde bir devrim ya­parak "Keynesci Kuram"ı getirmiştir. 1930'lu yıllarda, özellikle işsizlik problemi karşısında, klasik iktisat teorisinin ve neoklasik iktisadın tezlerinin geçersizliğini gözleyerek, yaşayarak oluşan bu "Keynesci Devrim" 1930'lardan 1970'li yıllara ka­dar etkinliğini ve geçerliliğini, özellikle makro iktisat alanında egemenliğini sürdür­müştür. Fakat 1970'li yıllarda iktisat literatüründe "Karşı Devrim" (counter revolu-tion) diye nitelendirilen bir devrim olmuştur. Yani, Keynes'in klasiklere karşı yaptı­ğı iktisat devrimini, bir başka "karşı devrim" izlemiştir. 

Keynes'in düşüncesine ve Keynesci bakış açısına bir itiraz ve eleştiri gelmiştir. Bu itiraz, başlangıçta, bildiğimiz monetarizmin kurucusu Nobel ödüllü Milton Fri-edman'dan gelmiştir. Milton Friedman, monetarist okuluyla Keynes'e karşı bir kar­şı devrim yaratmış, bu okulun içinden de özellikle Amerika'daki Chicago Üniversi-tesi'nde -o zaman Milton Friedman oradaydı- Milton Friedman'ın asistanları ve çö­mezlerinden bir kısım Amerikalı iktisatçı monetarizmden koparak bu karşı devrimin ikinci ayağını, "yeni klasik iktisat" akımını 1970'li yılların sonunda ortaya çıkarmış­lardır. Yani karşı devrimin bir ayağı monetarizm, diğer ayağı yeni klasik iktisat oku­ludur. 

Hangi iktisatçılar bu okulun temsilcileridir? Bildiğimiz Robert Lucas, Thomas Sargent ve Robert Barro gibi Amerikan iktisatçıları (o zamanlar Chicago Üniversi­tesi öğretim üyeleri, akademisyenleri) ve İngiltere'de de Liverpool Üniversite-si'nden Profesör Minford özellikle bu ekolün teorisyenleri arasında sayılır. Bu ikti­satçılar başlangıçta monetarizmin radikal bir versiyonu olarak algılanmışlardı, hatta kendilerine "radikal monetaristler" denilmiştir; ama bu bence doğru değil. Moneta­rist okul içinden çıkmışlardır; ama monetarizme de az sonra değinmeye çalışacağım gibi birçok noktalarda itiraz etmişlerdir, karşı çıkmışlardır ve dolayısıyla radikal mo­netarist olmanın ötesinde iktisat düşüncesine, iktisat teorisine yeni bir söylem, yeni bir yöntem getirmişlerdir. Onun için bunu başlı başına ayrı bir ekol olarak algılamak çok daha doğru, tutarlıdır. Nitekim, iktisadi düşünce tarihi kitaplarında, doktrin ki­taplarında da böyle yapılmaktadır. Yani monetarist okul ayrı, yeni klasik okulu ayrı değerlendirilmektedir. Dediğim gibi, günümüzün zaten özellikle iktisat politikaları uygulamalarında ve belli başlı iktisatçılar arasında en saygın, "en geçerli" görüş ola­rak bu okul iktisatçılarının görüşleri yer almaktadır ve günümüz uygulamalarında iktisat politikaları, IMF, Dünya Bankası gibi uluslarüstü -onların özel konumların­dan ötürü ben uluslararası değil, uluslarüstü diyorum, hadi uluslararası diyelim ister­seniz fazla sivrilik etmemek için- ya da uluslararası kurumların iktisat politikaların­da da bu ekolün izlerini, görüşlerini saptamak olasıdır. 

Bu yeni iktisat ekolünün dayandığı, birbiriyle çok bağlantılı, iki "ikiz ilke" var. Bunun bir tanesi zaten bize adındaki bir sıfatı açıklayacak. "Yeni klasik iktisat" diyoruz. Niye "yeni", niye "klasik"? Örneğin niçin başka bir ad değil de, yeni klasik iktisat deniliyor? Buradaki klasik sıfatı, aynen klasik iktisat ekolünün yaptığı gibi, özünde, bu ekolün de, İngilizce "market clearing" denilen, serbest ve tam rekabet koşulları altında işleyen piyasaların kendiliğinden, otomatik olarak iktisadi dengele­ri sağladığı tezine sadık kalmalarından kaynaklanmaktadır. Yani bir yönüyle, ana gö­rüş olarak, piyasalara inanmakta, piyasaların etkin ve rekabetçi koşullar altında ça­lıştığı varsayımını temel çıkış noktası olarak almaktadırlar. İngilizcedeki "market clearing" deyimini "piyasanın süpürmesi", "piyasanın temizlenmesi" diye çeviremi-yeceğimize göre, şöyle ifade ediyoruz, tanımlıyoruz, açıyoruz, diyoruz ki: "Bir pi­yasada alıcıların belirli fiyat düzeylerinde almayı istedikleri miktarlarla satıcıların satmayı istedikleri, razı oldukları miktarlar birbirlerine denk geliyorsa, böyle piya­salar arz-talep dengesinin gerçekleştiği (market clearing) piyasalardır." Bu anlamda, piyasaların dengede olacağına ve dengeye ulaşılabılirlığe ilişkin inanç, temel tezinin birinci ayağını oluşturur ve en temel ilkesi budur. 

İkinci ikiz ilke, (bunu İngilizce literatürde "twin goals" ya da "twin principes" di­ye nitelendirirler) ya da ekolün dayandığı temel ilkenin ikinci ayağı, "rasyonel bek­lentiler hipotezi"dir. İktisadi karar birimlerinin rasyonel beklentilere sahip oldukla­rını ve asla sistematik yanlış yapmayacaklarını varsaymaktadırlar. Zaten bu okul "yeni klasik iktisat okulu" ya da "rasyonel beklentiler okulu" diye çağrılmaktadır. Bu okulun bir diğer adı da "rasyonel beklentiler okulu"dur. Kuşkusuz buradaki vur­gu tamamen rasyonel beklentiler üzerinedir ve rasyonel beklentilerin ne kadar önemli olduğu zaten daha adından anlaşılmaktadır. 

Piyasaların kendiliğinden otomatik olarak hiçbir müdahale gerektirmeksizin et­kin ve rekabetçi bir işleyişe sahip olduğu ve uzun dönemde mutlaka belirli bir "do­ğal oran" düzeyinde dengeye geleceği varsayımı, bu okul iktisatçılarını klasik ikti­satçılara ve monetaristlere yaklaştırmakta; iktisadi oyuncuların rasyonel beklentile­re sahip oldukları varsayımı ise, onları adı geçen okullardan ayırmaktadır. Klasik ik­tisatçılardan ayrıldıkları bir diğer nokta da, örneğin klasik iktisatçıların "tam istih­dam" diye tanımladıkları tam istihdam düzeyine bu ekol iktisatçıları belirli bir işsiz­liği (friksiyonel, geçici işsizlik) doğal diye nitelendirerek, doğal işsizlik oranı düze­yinde ve doğal büyüme oranı süreci içinde dengeye geleceğini savunmalarıdır. Bu­rada kullandıklan ön kabul, klasiklerin tam istihdam hipotezinden farklı olduğu için literatürde buna "doğal oran hipotezi" denmektedir.

Bu ekol iktisatçıları, klasikler gibi "doğal düzen"den değil "doğal oran"dan söz ediyorlar. Doğal orandan da, dediğim gibi, belirli ve sınırlı bir işsizliğin ve iktisadi büyümenin doğal bir düzeyleri olduğu, friksiyonel dediğimiz geçici işsizliğin doğal algılanması gerektiğini anlıyorlar. Keynes'in değindiği "gayri iradi işsizlik" yaygın, kalıcı ve "gerçek" işsizliktir. Klasiklerin ileri sürdüğü gibi "geçerli ücret koşulların­da ve ücret düzeyinde iş arayıp da bulamayan insanlara işsiz denilir; gerisi hem önemli değildir, hem de zaten fiyat ve ücret esneklikleri sonucu işsizlik söz konusu değildir" görüşüne fazla bir itirazları olmayıp, salt "tam istihdam" sözcüğü yerine "doğal işsizlik düzeyinde denge" kavramını tercih etmektedirler ve "bir işten ayrılıp bir diğer işe geçinceye kadar geçici olarak işsizlik süreci yaşayan işsizleri doğal ka­bul etmek gerekir ve bunlara da gerçek anlamda işsiz gözüyle bakmamak gerekir" diyerek farklı bir işsizlik konsepti tanımlamaktadırlar. Bu anlamda ve bu düzeyde bir dengeden söz etmektedirler. Yani, yeni klasik iktisatçıların kullandığı denge kav­ramının, klasiklerin ve Keynes'in kullandıkları anlamda bir "tam istihdam-eksik is­tihdam dengesi" olmadığını, hiç işsizliğin olmadığı bir düzen diye bir şeyden söz et­mediklerini hep vurgulamak ve hiç unutmamak gerekir. 

Bu ekolün klasik sıfatını Vurguladıktan sonra "yeni" sıfatının nereden geldiğini de söylemek lazım, "yeni klasik" diyoruz, neresi yeni, klasik tarafını anladık, demek ki klasik iktisatçılarla oldukça yakınlığı, çok ortak yönü var. Yeni sıfatı nereden ge­liyor, niye "yeni klasik" demişler? Klasik iktisatta bildiğiniz gibi fiyat fleksibilitesi vardır, fiyat esnekliği vardır. Gerek mal ve hizmet piyasalarında, gerek faktör piya­salarında fiyatlar esnektir ve başta emek piyasaları olmak üzere, hem mal ve hizmet piyasalarında hem faktör piyasalarında, otomatik olarak bu esneklik sayesinde den­geler kurulur. 

Gerek mal ve hizmet fiyatlarının, gerek faktör fiyatlarının, başta ücretlerin es­nekliği dengeyi sağlamaktadır. Bu açıdan klasiklerden farkı yok. Fakat yeni tarafı şu: Bu esneklik sürecini ve fiyatlarla ücretler esnekliğinin eşanlı oluşunu -ona İngi­lizce'de "instant" deniliyor- nasıl tercüme edelim? Hemen, şimdi, anında ve birlik­te olduğunu ileri sürmeleridir yeni tarafı, piyasaların aralarında hiçbir gecikme ol­madan, anında herhangi bir talep fazlasının ya da arz fazlasının fiyat esnekliği saye­sinde hemen dengelenebileceği; dolayısıyla, klasiklerden farklı olarak, gecikmeli olarak değil, belirli bir süre geçtikten sonra değil, eşanlı ve hemen, anlık olduğunu, ileri sürmeleridir. Başka bir deyişle, yeni klasik iktisat ekolünün yeni tarafı, özellik­le teknik açıdan, işte bu yönüdür. Dolayısıyla, piyasalardaki dengenin bu esneklik sayesinde olduğunu, gerçekleşeceğini ileri sürmeleridir. 

Bu ekolün dayandığı "ikiz ilke"yi ya da temel varsayımı vurguladıktan sonra, ge­tirdiği iktisat konseptine geçelim: Bir defa bu ekol özünde, adının da vurguladığı gi­bi rasyonalite kavramı üzerine oturmaktadır. Fakat bu ekolde yeni klasik iktisatçıla­ra göre rasyonalite sadece test edilebilir bir hipotez değildir, bir aksiyomdur. Bunun da arkasında iktisat bilimini tanımlamaları, algılamaları yatmaktadır. Yeni klasik ik­tisat ekolüne göre iktisat, hani o bildiğimiz klasik tanımdan farklı olarak salt bir ras­yonalite bilimidir. Rasyonel davranışları açıklamaya yönelen bir seçiş bilimidir (sci-ence of choice). Dolayısıyla, rasyonel davranışlar üzerine oturur, zaten onların kafa­larındaki iktisat anlayışı rasyonel davranışları açıklayan bir bilim dalı dedik. Dola­yısıyla, rasyonellik dışı davranışlar iktisadın alanına girmez. İktisat, gerek tüketici­lerin, gerek üreticilerin, yani iktisadi karar birimlerinin, iktisadi aktörlerin optimi-zasyon davranışları ve bu optimal çıkarlarını en çoklama ve belirli koşullar altında en uygun davranışları sergilemeleri üzerine oturur ve ünlü Walras'cı genel dengenin, "mezatçı piyasalar" denilen piyasalar arasında tam bir koordinasyon, eşgüdüm oldu­ğu varsayılır. 

Bunu biraz açayım: Bu iktisatçıların klasik iktisat ekolüne ve onu eleştiren, ona karşı devrim yapan Keynes'ci düşünceye karşı itirazları şu noktadan kaynaklanmak­ta, esinlenmekte: Bu iktisatçılara göre Keynes'in getirdiği makro iktisat teorisi, mik-ro ekonomik temellerden yoksundur. Dolayısıyla, mikro ekonomik temellerden yok­sun bir makro iktisatta sadece ve sadece özel, spesifik bir konumda durgunluğun ve işsizliğin geçerli olduğu depresyon durumlarında, konjonktürün sadece belirli bir aşa­masında ancak bir anlam taşıyabilir. Dolayısıyla, "makro ekonomi kuramı, bir defa mikro ekonomik temellere oturtulmalıdır" diyerek yola çıkmışlardır.

Mikro ekonomik temeller dediğiniz zaman; mikro ekonomik temelin özünde ne vardır? Bildiğiniz gibi, birincisi tüketici davranışlan vardır ve dolayısıyla, tüketici­lerin faydalarını maksimize etmek için mal ve hizmetler arasında belirli koşullar al­tında yaptığı seçişler vardır. Bunlar sistemi kısmi dengelere götürür. Bir yandan tü­keticilerin diğer taraftan üreticilerin davranışları, kârlarını maksimize etmek için be­lirli bütçe kısıtları altında mal ve hizmetlerin, faktörlerin fiyatlarına bakarak gerçek­leştirdikleri fayda ve kâr maksimizasyonu davranışları, piyasalarda kısmi dengeleri gerçekleştirir. Tüketim kesiminde tüketici dengesi, üretim kesiminde üretim denge­si ve bu kısmi dengeler Walras'cı bir genel dengeye götürür sistemi. Paretogil, opti-mal, rekabetçi, etkin bir dengeye getirir. 

Walrasgil genel denge analiziyle, yeni klasik iktisatçılar, "mezatçı" piyasalar ara­sında tam bir koordinasyon olduğu ve bu iktisadi oyunculann davranışlarının gerek firma olarak, gerek tüketici, hane halkı olarak piyasaları eşanlı olarak, otomatik den­geye getirdiğini ileri sürmektedirler. Burada az önce de değindiğim gibi, fiyatların ve parasal ücretlerin esnekliğinin çok önemli bir rolü olmaktadır. 

İkinci olarak bu iktisatçılar iktisadi karar birimlerinin, iktisadi oyunculann karar­larının reel etmenlere, reel faktörlere dayandığını ileri sürmektedir. Yani nominal ya da parasal değil. "Reel faktörler iktisadi oyuncuların kararlarını belirler" demekte­dirler. Temel olarak düşünceleri, iktisadi kararların nominal ve parasal faktörlere de­ğil, reel faktörlere bağlı olduğunu ileri sürmeleridir ve iktisadi oyuncuların bilgileri çerçevesinde sürekli bir optimizasyon davranışı içinde olduklarını düşünmektedir­ler. Başka bir deyişle, bu optimizasyon ve rasyonel davranışlar, zaten hipotezlerinin bir doğal uzantısı olarak sistemi rekabetçi; etkin bir dengeye ulaştırabilmektedirler. 

Bu denge kavramı, "Anovv-Debreu Teoremi"nin tanımladığı ve aksiyomatize ederek kanıtladığı rekabetçi dengeyle tam bir uyum içindedir. Arrow ve Debreu, mikro ekonomik teori kapsamında, mikro ekonomik bir yaklaşımla sistemin etkin ve rekabetçi bir dengeye ulaşacağını, tabii belirli varsayımlar altında, aksiyomatik ola­rak kanıtlamışlardır. İşte yeni klasik iktisatçıların tanımladıkları temel makro denge, Anow-Debreu teoremine uygun olarak, iktisadi karar birimlerinin mikro temelli optimizasyon ve maksimizasyon yaklaşımlarının sonucu otomatik olarak gerçekleş­mektedir ve açıktır ki, hepsinin altında iktisadi oyuncuların, iktisadi karar birimleri­nin rasyonel beklentilere sahip olduğu varsayımı yatmaktadır. 

Burada rasyonel beklenti kavramını açmamız gerekir. Buradaki rasyonel beklen­ti, daha önce Keynes'in literatüre getirdiği beklenti kavramından oldukça farklıdır. Beklenti kavramı ilk kez iktisadi düşünce literatürüne Keynes tarafından getirilmiş­tir. Girişimcilerin ileriye yönelik beklentilerinin, alacağı yatırım kararlarındaki öne­mini vurgularken, Keynes, bu beklentileri çok önemsemiştir. Hatta Keynes'in o top-lulaştırılmış arz eğrisi, 45 derecelik doğrunun temsil ettiği şey tamamen müteşebbis­lerin kafalarında tasarladıkları, planladıkları ileriye yönelik üreteceği mal ve hizmet­lerin ne kadar satılacağına ilişkin bir tahminden, kestiriden öte bir şey değildir. Bil­diğiniz gibi, bekledikleri olası talebi karşılayacak kadar üretim kararı alırlar ve 45 derecelik doğru üzerindeki her nokta harcamaların, toplulaştırılmış talebin, arza, planladıkları üretime eşit olduğu anlamına gelir.  

Dolayısıyla, ilk kez yeni klasik ik­tisatçılar tarafından getirilmemiştir iktisat literatürüne beklenti kavramı. Daha sonra bu kavramı monetanst Milton Friedman da almıştır; fakat buradaki beklenti içerik olarak farklı, uyarlamacı (adaptiv) bir beklentidir. Ne demek uyarlamacı beklenti? Siz bir şey tahmin ediyorsunuz, bir beklentiniz var. Bir süreci yaşıyorsunuz ve so­nunda o süreç gerçekleşiyor. Bakıyorsunuz, sizin beklediğinizle, gerçekleşen arasın­da bir sapma, bir farklılık gözlüyorsunuz. O zaman geleceğe ilişkin beklentilerinizi bu aradaki fark kadar düzeltiyorsunuz. 

Dolayısıyla, ondan hareketle ileriye yönelik yaptığınız beklentileri bu düzeltme kat sayısıyla düzeltiyorsunuz. Bu, hep geçmişin verilerine dayanarak, geçmişteki tahminlerle gerçekleşen arasındaki farklılığa göre ileriye yönelik yeni beklentiler oluşturmak anlamındaki uyarlamacı beklentilerdir. Oysa, yeni klasik iktisatçıların rasyonel beklenti kavramı bundan oldukça farklı bir şey. Bu iktisatçılara göre rasyo­nel beklentiye sahip iktisadi oyuncular şu demek: Bu oyuncular, her türlü veri taba­nını ve bilgi kaynaklarını kullanarak ve bunlara kolaylıkla erişerek bilgilerinin el­verdiği ölçüde ve bu çerçevede, bu bağlamda ileriye yönelik rasyonel ve "doğru" ka­rarlar alırlar ve asla sistematik hata yapmazlar. Dolayısıyla, bu iktisatçılar tarafından rasyonel beklenti, sistematik hata yapmamak şeklinde tanımlanmaktadır. Yani rasyo­nel beklentiye sahip olmak ileriye yönelik tahminlerin, beklentilerin yanlış çıkabile­ceği, yanılabileceğini reddetmek anlamına gelmiyor. Bu iktisatçılar "Elbette yanıla­bilirler, elbette tahminler yanlış çıkabilir, yetersiz kalabilir; ama sistematik hata, sis­tematik yanlış olmaz" demektedirler. 

Dolayısıyla, rasyonel beklentilere sahip olunduğu içindir ki, biraz sonra açıkla­maya çalışacağım iktisat politikalarının para ve maliye politikalarının beklenen et­kilerini nötralize etmekte, etkisiz bırakmaktadırlar iktisadi oyuncular. "Önceden açıklanırsa, iktisat politikası hedefleri ve araçları önceden ilan edilirse, iktisadi oyuncular mutlaka bir şekilde karşı önlemlerini alarak bu ilan edilen, önceden duyurulan politikaların sonuçlarını tahmin ederek, gerekli karşı önlemleri alarak kesinlik­le etkisiz bırakacaklardır" demektedirler. 

Bu genel çerçeveden sonra yeni klasik iktisat okulunun makroekonomik denge­nin nasıl ulaşacağına ilişkin görüşlerini -elbette denklem ve grafik kullanmadan, öy­le bir olanağımız yok- kabaca size açıklamaya çalışayım. Monetaristlerden de fark­lı olarak, izlenilen iktisat politikaları, örneğin "talep genişletici bir para ve maliye politikası" etkisiyle ekonomide talep genişlemesi sonucu fiyatların artmasıyla orta­ya çıkan sürece bakalım" demektedirler bu iktisatçılar. Talepteki bir genişleme fiyat­ları artıracaktır; çünkü arz-talep kanunu uyarınca, bir malın arzı sabitken talebi ar­tarsa, nasıl ki fiyatı artacaksa, ekonominin bütünü açısından da, toplulaştınlmış ta­lepteki bir genişlemede (genişletici para politikaları veya maliye politikaları sonucu olabilir) fiyatlar genel düzeyi ve üretimin, milli gelirin, istihdamın denge büyüklük­leri de artacaktır. Niçin? 

İşte burada teknik süreç başlıyor, şunun için: Talep genişlemesi sonucu fiyatların artması iktisadi oyuncular üzerinde şöyle bir süreç yaratacaktır. Az önce dedik ki; "Yeni klasik iktisatçılara göre iktisadi oyuncuların kararlarını parasal ve nominal de­ğil reel faktörler etkiler. Fakat burada iktisadi karar birimleri "parasal aldanma" de­diğimiz olayla karşılaşmaktadırlar, şöyle ki; başta çalışanlar, ücretliler, bu fiyat ar­tışları sonucu "w/p", yani "parasal ücret/fiyatlar genel düzeyi" diye tanımladığımız reel ücretin düştüğünü ilk aşamada algılayamazlar ve parasal aldanmaya düşerler. Oysa bildiğiniz gibi bir orantıda payda (fiyatlar genel düzeyip) yükseldiği zaman re­el ücretler ne olur? Düşer. Emek talebi reel ücretin ters orantılı, azalan bir fonksiyo­nu olduğu için, reel ücretler düştüğü ölçüde emek talebi işverenler tarafından daha çok olacaktır ve fiyat yükselmeleri, dolayısıyla onu izleyen reel ücretlerin düşüş sü­reci işverenleri; üretimi, istihdamı genişleterek, daha çok emek talep ederek (ve kuş­kusuz parasal ücretleri bir parça artırarak) daha çok mal ve hizmet üretmeye yönel­tecektir. İşçiler de, ücretliler de bu fiyat artışlarını reel ücretlerindeki azalma olarak başlangıçta algılamayıp, bu parasal ücret artışlarını reel ücret artışı gibi algılayarak parasal aldanmaya uğrayacaklardır. Dolayısıyla, başlangıçta onlar da emek arzını ar­tıracaklardır ve fiyatların artışı, talepteki genişleme hem üretimi artıracaktır, hem de bu fiyat artışı kuşkusuz belirli ölçüde bir enflasyona yol açacaktır.

Fakat burada monetaristlerden farklı olarak, yeni klasik iktisatçılar (çünkü bura­ya kadar aynen monetarist iktisat da aynı şeyi söylüyor) yeni bir şey söylüyorlar: Bi­rincisi, demin de söyledim, "rasyonel beklentiler" (adaptif beklentiler, uyarlamacı beklentiler değil); monetaristlere göre bu süreçte işverenler aslında olayın farkında­dırlar. Çünkü mal sattıkları piyasalarda özellikle bütün verilere sahip ve bilinçlidir­ler. Yani monetaristlerin yaklaşımında parasal aldanmaya uğrayan, salt çalışanlardır. İşverenler, çalıştıranlar bunu bilmektedirler; reel ücretlerin düştüğünü gördükleri için emek talebini artırmaktadırlar. Fakat farklı olarak yeni klasik iktisatçılar bu sü­reçte işverenlerin de nisbi fiyatlarla mutlak fiyatları karıştırarak mutlak fiyat artışlannı, nisbi fiyat artışları gibi algılayarak bir yanılgıya uğradıklarını ileri sürmektedir­ler. Birinci farklılık bu. Peki bu süreç nasıl ekonomiyi dengeliyor? Talepteki bir genişleme, istihdam ve üretimin artışı, fiyatların yükselmesi nasıl oluyor da tekrar, dolayısıyla başlangıçta doğal düzeyinde dengede olan ekonomi, yani o demin de söylediğim doğal işsizlik düzeyinde dengede olan ekonomi, nasıl oluyor da tekrar buradan sapma ortaya çık­tı? Talep genişledi; dolayısıyla, bu doğal işsizlik oranının daha altına inildi; çünkü üretimin artması işsizliğin azalması demektir. Üretim arttığı ölçüde işsizlik azalır. Doğal düzeyinin altına inen işsizlik oranı nasıl oluyor da tekrar uzun dönemde do­ğal düzeyine dönüyor? 

Bunu şöyle açıklamaktadırlar: Amiyane tabirle, jeton düşünce, yani bu parasal ücret artışlarının reel ücret artışı anlamına gelmediğini işçiler anlayınca, işverenler de mutlak fiyat hareketlerinin nispi fiyat hareketleriyle farkını algılayınca, gerek emek arzındaki bu artış daralmakta, yani işçiler yeni ücret pazarlıklarında bu sefer bu reel ücret aşınmasını giderecek ölçüde bir parasal ücret talebiyle masaya otur­makta, işverenler de emek talebini kısarak artan reel ücretler karşısında; çünkü o za­man parasal ücretler artınca P'nin artması oranında parasal ücretler de artarsa tabii, reel ücretler tekrar eski düzeyine dönecek. Eski düzeyine dönünce de işverenlerin kârlılığı azalacağı için, onların da artık daha fazla istihdam ederek daha çok üret­mekten bir kârlılıkları, yararı olmadıkları için onlar da üretimlerini kısacaklardır ve uzun dönemde ekonomi o sapma yaptığı, doğal düzeyden ayrıldığı noktadan tekrar doğal düzeyine, uzun dönem denge konumuna dönecektir ve sonuçta sadece fiyatlar genel düzeyi daha yükselmiş, üretim ve istihdam düzeyiyse eski denge düzeyine, do­ğal denge düzeyine dönmüş olacaktır. Süreci böyle açıklamaktadırlar ve ekonomi­nin kısa dönem toplulaştırılmış arz eğrisi de Lucas'ın adını taşımaktadır, "Lucas Sürpriz Arz Eğrisi" adını taşımaktadır. 

Niçin kısa dönem arz eğrisiyle uzun dönem arz eğrisi arasında böyle bir farklı­laşma, farklı iki arz eğrisi tanımlayarak kısa dönem, uzun dönem ayrımı yaparak söylemişlerdir? Çünkü demin de açıklamaya çalıştığım gibi, kısa dönem arz eğrisi sürpriz bir arz eğrisidir. Yani üzerinde parasal aldanmanın yer aldığı; dolayısıyla, fi­yat hareketlerinin yanlış algılandığı ve parasal aldanma sonucu kısa dönemde çalı­şan işçilerin emek arzlarını, çalıştıran işverenlerin de emek taleplerini artırdığı; do­layısıyla, fiyatlarla üretim arasında doğru orantılı bir ilişkinin olduğu pozitif eğimli bir eğridir. Ama uzun dönemde bu, tamamen fiyatlar eksenine paralel bir uzun dö­nem arz eğrisi düzeyine dönmektedir. Bu belirttiğim süreçle açıklıyorlar ekonomik dengelerin oluşumunu ve piyasaların işleyişini, işte o "market clearing" dediğimiz rekabetçi etkin dengelerin oluşmasını. 

Daha da ayrıntılarına girmeden tüm bu açıkladıklarımızdan nasıl bir sonuç çık­maktadır? Sonuca gelelim; bu analizden çıkan sonuç nedir? Yeni klasik iktisat oku­luna göre iktisat politikaları izlemek anlamlı ve etkin değildir. Yani en iyi politika politikasızlıktır. İktisat politikalarının, para ve maliye politikalarının kıt kaynakların dağıtımı sürecinde etkinlik yaratacağına inanmamaktadırlar. Monetaristlerden ayrıl­dıkları bir nokta da budur. Monetaristler, biliyorsunuz, kısa dönemde iktisat politi­kalarının etkili olabileceklerini; ama uzun dönemde etkisiz olduklarını ileri sürerler. Yeni klasik iktisatçılar ise, kısa dönemde de rasyonel beklentiler hipotezinin doğal bir uzantısı olarak iktisat politikalarının, özellikle maliye politikalarının etkin olma­dığını ileri sürmektedirler. 

Burada elbette ayrıntılarına girmeden, kısaca başlık olarak değinmemiz gereken bir sürü konu var. Örneğin, bu ekolün başlıca -günümüzde de tartışılan- konuların­dan birisi "Ricardo denkliği" denilen, Ricardocu denklik görüşüdür. Ricardocu denklik nedir? İsterseniz bir parça açayım: Gene bu ekolün önemli görüşlerinden bir diğeri de "endojen büyüme teorileri" denilen büyüme teorisine getirdikleri farklı bir bakış açısıdır. Bunların ayrıntılarına girecek zamanımız yok; salt değinmek de belki yetersiz olur, oysa aslında bu Ricardo denkliği, endojen büyüme teorileri gibi eko­lün birbirleriyle bir bütün oluşturan diğer görüşlerine de bir parça değinmek bu eko­lü ve vardığı sonucu anlamak açısından önemli olacaktır. 

Burada örneğin bir başka konu da "reel iş çevrimleri" diye nitelendirilen, bizim eskiden "konjonktür dalgalanması" dediğimiz ekonomik etkinliklerde zaman zaman gözlenen inişli çıkışlı devinim süreci ki, İngilizce literatürde ona "real business cycle" diyorlar, "reel iş çevrimleri" diye çeviriyoruz Türkçe'ye. Bu ekolün iktisadi analiz sürecinde reel iş çevrimlerinin de çok önemli bir yeri var; ama bütün hepsi, o rasyonel beklentiler ve piyasanın dengeci işleyişi iki temel ikiz ilkesiyle birbirine bağlanmaktadır. Bu, gerek Ricardo denkliği, gerek reel iş çevrimleri ve gerekse de endojen büyüme teorilerinin hepsi için geçerlidir. Hatta şu noktaya da değinmek ge­rekir: Paranın yansızlığı (nötralitesi), süper nötralitesi hatta. Monetaristler de para­nın nötralitesi varsayımını kullanmaktadırlar; ama yeni klasik iktisatçılar moneta­ristlerden daha da üst düzeyde süper diye nitelendirmektedirler. Süper nötr olduğu­nu, paranın aşırı yansız olduğunu ileri sürmektedirler. Yani bir tür klasiklerin o ünlü dikotomi varsayımını, ekonominin reel parametreleriyle parasal parametreleri ara­sında kopukluk olduğu varsayımını hatırlatırcasma paranın süper nötr olduğunu, pa­ra politikalarının kesinlikle etkinlikten uzak olduğunu ve ekonomik büyüklükler üzerinde hiçbir etki yaratmayacağını ileri sürmektedirler.

Ricardo denkliği çok önem kazanıyor; çünkü özellikle Ricardo denkliği maliye politikalarının niçin beklenilen etkinlikten uzak olduğunu açıklamakta yardımcı olu­yor. Çok kısaca tanımlarsak Ricardo denkliği özünde nedir? Ricardo'nun 1820'ler-de zaten değindiği bir nokta, Ricardo denkliği şu: Siz kamu harcamalarını iki şekil­de finanse edebilirsiniz, ya vergilerle finanse edersiniz, ya borçlanmayla finanse edersiniz. 

Ricardo denkliği diyor ki; "kamu harcamalarının finansman biçimi, yani ister vergilerle finanse et, ister borçlanmayla finanse et, reel ekonomik büyüklükler üzerinde hiçbir etki yapmaz; niçin, niye fark etmez? Şunun için fark etmez: Bilinen kla­sik tez nedir? Efendim, kamu harcamalarını finansman için siz eğer vergileri artıra­rak bu işi yaparsanız klasik görüşe göre nedir? Vergilerin artması harcamaları kısar; dolayısıyla, tüketimi azaltır, bu vergiler ve tüketimdeki azalma ölçüsünde ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki yapar. Dolayısıyla, vergilerin artırılması, milli geli­rin denge büyüklüğünü düşürür, tüketim harcamalarından kısılma olduğu ölçüde milli gelirde azalmaya yol açar. 

Halbuki Ricardo denkliği tezine göre, yeni klasik iktisatçıların bakış açısına gö­re kesinlikle böyle bir etki yaratmaz. Yani kamu harcamalarını ister vergilerle finan­se edin, ister borçlanmayla finanse edin. Dolayısıyla, bununla bağlantılı olarak ma­liye politikası bu bağlamda etkisizdir, gerekçe olarak "çünkü" demektedirler. Bugün harcamaların borçlanmayla finanse edildiğini düşünelim. Devlet, vergiler yerine borçlanmayı tercih etti. (Şu anda bizde de yapılmakta olan bu, bizim uygulamaya ça­lıştığımız istikrar politikalarımız da bu seçeneğe ağırlık veriyor). 

Borçlanmayla finanse edilen kamu harcamaları milli geliri düşülmez, hiç fark et­mez; çünkü bugün yapılan borçlanmalar nasıl olsa artırılacak vergilerle finanse edi­leceği için ve iktisadi karar birimleri de rasyonel olup bunu bildikleri için, borçlan­ma ölçüsünde, yarın kendilerinden bu borçlarını faiziyle geriye öderken devletin vergileri artıracağını bildikleri için, bu onların şimdiden tüketim harcamalarına yö­nelmek yerine, gerekli tedbirleri alarak tasarrufa yönelmelerini, hazırlıklı olmaları­nı gerektirir ve dolayısıyla da ister borçlanmayla, ister vergiyle finanse edin, sonuç değişmez. Çünkü, net bugünkü değer olarak yarınki paranın bugünkü değeriyle, bu­günkü paranın yannki değeri arasında hiçbir fark yoktur. Yani sizin 100 birimlik bir paranızın faiz oranlarına göre yarın alacağı değerle, yann alınacak paranın bugünkü değeri aynı olacağı için, nötrdür. Dolayısıyla, para politikasının yanı sıra maliye po­litikasının da, vergilerle mi kamu harcamalarını finanse edelim, yoksa borçlanma yoluyla mı, hiçbir değişiklik yaratmaz ve bu, milli gelir ve istihdam üzerinde reel bir etki yaratmaz.

Onun için bu ekolün iktisatçılarına göre en iyi iktisat politikası iktisat politikasız­lığıdır. Yani iktisat politikalarıyla bir şeyleri düzelteceğim, işte işsizliği azaltacağım, milli geliri büyüteceğim, iktisadi büyüme hızını yükselteceğim diye birtakım prog­ramlar yapmanın fazla anlamlı olmadığını, hatta ve hatta bu tür bir yaklaşımın ken­disinin istikrarsızlık faktörü olduğunu ileri sürmektedirler bu yeni klasik iktisatçılar. 

Peki sonuç olarak iktisat politikalarına ne getirmişlerdir? İktisat politikalarına getirdikleri, iktisat düşüncesine getirdikleri yenilik, demin de söyledik, tekrar ediyo­ruz, birincisi beklentilerin önemini vurgulamaktır. Gerçekten de beklentiler çok önemlidir. Çünkü iktisadi davranışlar, beklentilerle uyumludur; siz beklentilerinizle orantılı olarak davranışlarınızı ayarlarsınız. Eğer enflasyonun düşeceğine ya da yük­seleceğine ilişkin beklentiniz varsa bugünkü tüketim, yatırım, tasarruf davranışları­nız farklı olacaktır. 

Yani beklentilerin, iktisadi oyuncuların bugünkü davranışları üzerinde son dere­ce önemli etkileri vardır. 

Dolayısıyla, bugünkü değerlerle gelecekteki değerler arasındaki intertemporel dediğimiz dönemler arası denge çok önemlidir; ama bu ancak beklentilerle olmak­tadır. Bu beklentileri saptıran, beklentilerde yanılgıya yol açan da, dediğimiz gibi, şok niteliğinde beklenmedik, önceden açıklanmadık hükümet politikalarıdır. Yani bir gecenin ertesi günü uyanıp devalüasyon kararıyla karşılaşan oyuncu tabii ki apansız yakalanacaktır. İşte daha geçenlerde doların birdenbire çıkışı gibi.

Siz şimdi "nasıl olsa Dolar istikrar buldu, kımıldamıyor" diyorsunuz, TL'ye geç­tiniz; ama bir de bakıyorsunuz ki bir günde 50 b'in lira, 80 bin lira gibi önemli bo­yutta artabiliyor ya da esnek kur sistemi değil de sabit kur sistemi olan bir sistemde geçen yıl olduğu gibi, Şubat 2001 ayında hükümetin birdenbire bir devalüasyon ka­rarıyla, önceden ilan etmesine karşın, para politikasında kur politikasında yaptığı ani 180 derecelik dönüşün iktisadi oyuncuları ortada, futbol deyimiyle, ofsayda düşüre­rek kötü durumda bırakması gibi. İşte kaç tane banka battı, gümledi görüyorsunuz, tabii ki izlenilen iktisat politikalarıyla birebir bağlantılı bir sorun.

Bu ekol iktisat politikalarına yeni bir hedef ve yeni bir yöntem getirmiştir; bunun altını çiziyorum; çünkü son derece önemli. "Ne sonuç çıkarmak gerekir?" derseniz; beklentilerin yanı sıra, o zaten işin özü, iktisat politikalarına yeni bir hedef göster­miştir. Nedir bu hedef? Prof. Baro'nun deyişiyle, uzun dönem iktisat politikalarının nihai hedefi "dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme eşiğinde tutunmak"dır. İktisat po­litikaları bir araç. Vatandaşları, bireyleri daha refah içinde, daha mutlu yaşatmanın araçları, istikrarlı fiyatla, tam istihdamla sürekli iktisadi büyüme hedefini yakalaya­rak iktisat politikalarının ulaşmaya çalıştığı hedefler vardır. Fakat burada yeni kla­sik iktisat ekolü farklı bir şey söylüyor. "İktisat politikalarının nihai hedefi, dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme eşiğinde tutunmaktır" diyor. Bu önemli bir kavram, ör­neğin bizim IMF'yle yaptığımız son 17. ve 18. Stand-by anlaşmalarına bakın, orada da programın hedefi olarak sürdürülebilir, İngilizce "sustainable" dedikleri, şoklara karşı dayanıklı, bir daha kolay kolay krize düşmeyecek bir makro ekonomik denge kurarak ekonominin böyle sürdürülebilir bir büyüme eşiğine oturtulması. Yeni kla­sik iktisat ekolünün, iktisat politikasına getirdiği bu hedef tanımı aynen bizim prog­ramımızda harfiyen yer almaktadır. Bir defa iktisat politikalarına çok yeni bir hedef göstermişlerdir. 

İkincisi, üç farklı noktada yeni bir yöntem, iktisat politikalarına yeni bir tarz ge­tirmişlerdir; bu yöntemler nedir? Birincisi şu: İktisat politikalarının etkinliğinin, bizzat bu politikaların ve politikaların arkasındaki devletin kredibilitesine, güveni­lirliğine dayanmasıdır. Yani kredibl, inanılır olmayan, güvenilir olmayan bir iktisat politikasının başarılı olma şansının sıfır olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim bakın, teknik açıdan kendi içinde son derece tutarlı ve "olanaklar-seçenekler bağlamında" "doğru" diyebileceğimiz istikrar programımız (kuşkusuz küfür yemek olasılığını da göz önünde tuttuğum için, bu kadar sıkıntı çekilen, böylesine ciddi ve derin bir kriz içindeyken bu uygulanan iktisat politikalarına doğru demek yürek ister) bir türlü başarılı olamamakta ve hedeflenen canlanmaya ulaşılamamaktadır. Onun için, "doğru" derken bunu çok iyi tanımlamak gerektiğini düşünüyorum ve teknik an­lamda, tutarlılık anlamında doğru olmasına karşın "Ekonomideki amaçlanan düzel­menin, canlanmanın hâlâ gerçekleştirilememesinin nedeni nedir?" diye sorsam ne dersiniz? 

Halkın, vatandaşın, iktisadi oyuncuların maalesef bu koalisyon hükümetine hâlâ tam bir güven duymaması, yani bu hükümetin kredibilitesinin olmaması ve sergile­diği kimi zamanlama yanlışları ve tutarsızlıklar programın başarılı olmasını engelle­mektedir. İkincisi, yöntem olarak getirdiği "takdir" dedikleri yeniliktir, İngilizce'de "discretion" deniliyor. Takdire dayalı, yani belirli koşullara göre hükümetin o anda­ki keyfine göre takdir ettiği şekilde değil, iktisat politikalarının bir kurala (rule) da­yanması gerektiğidir. Bu çok önemli; çünkü çok tartışılmaktadır. Yani belirli koşul­lar altında koşulların gerektirdiğini yapar hükümetler. Ne gerekiyorsa koşullar deği­şince o da değişir. İyi ama, siz bunu yaptığınız zaman -bu ekolün bakış açısına göre söylüyorum- ne yapmış olursunuz? Rasyonel beklentilere sahip iktisadi oyuncuların beklentilerini tuzağa düşürmüş, saptırmış olursunuz. Dolayısıyla, iktisat politikaları takdire dayalı değil, kurala dayalı olmalıdır. Belirli kurallar önceden ilan edilmeli, saptanmalı ve bu kurallardan da kolay kolay sapılmamahdır. Dolayısıyla, kural te­melli iktisat politikalarının, yöntem olarak önemini vurgulamışlardır. 

Devletin rolü de çok ilginçtir. Günümüz tartışmalarında, bildiğiniz gibi, devletin ekonomiden giderek dışlanması, küçültülmesi hâlâ tartışılıyor. Bu yeni klasik iktisat ekolü, özünde liberal ve piyasacı olmasına karşın, klasik iktisatçılardan ve moneta-ristlerden ayrıldığı bir nokta da şudur: Devlete önemli bir işlev vermektedir. Çok önemli, bu yeterince vurgulanmıyor. Devlet, oyunun kurallarını koyucu ve bu kural­ları kollayıcı bir işleve, role, göreve sahiptir bu yeni klasik iktisatçılarda. Yani oyu­nun kurallarını koymalı ve bütün oyuncuların bu kurallara uymasını da sağlamalıdır, rekabet yasalarıyla, anti-damping gibi uygulamalarla tüketicileri kollayarak, tekelci güçlerin oluşmasını engelleyerek, oyunun kurallarına uygun oynanmasını sağlayıcı bir görev üstlenmektedir. 

Oyunun kuralları derken; istikrarlı ve inanılır bir oyunun kurallarından söz et­mektedir bu iktisatçılar, istikrarlı ve inanılır. Dolayısıyla, kredibl olan bir oyun; eğer böyleyse bu kurallar çerçevesinde özel sektörle kamu sektörünün işbirliğine daya­nan uyum içinde çalışmasını, oyun teorisi kapsamında savunmaktadırlar. Yani; ta­mamen kamu sektörünü ve devleti dışlayan, saf, yeni sağ liberal politikalardan fark­lı bir şey söylemektedirler yeni klasik iktisatçılar. Kamu sektörüyle özel sektörün, önceden saptanmış inanılır ve istikrarlı kurallar çerçevesinde işbirliği yapabileceği­ni düşünmektedirler. Bu oldukça değişik ve ilginç bir tezdir. Çünkü, piyasayı savu­nan iktisatçılara göre, devletin ekonomide yeri yoktur. Devlet, klasik koruyucu devlettir; adalet hizmeti sağlar, ulusal güvenlik hizmeti sağlar, iç güvenliği sağlar, ama ekonomide devletin yeri yoktur. 

Halbuki yeni klasik iktisatçılar devletin özel sektörle işbirliği yapması koşuluy­la (ama işbirlikçi bir oyun teorisi kapsamında, "Nash Dengesi" bağlamında değil. Yani oyun teorisinin iki ana varyantı, bildiğiniz gibi bir tanesi işbirliği yapılama­yan konumlar, işte o tutukluluk ikilemini doğuran ve dolayısıyla Nash Dengesiyle ekonomilerin ne kadar rasyonel çalışırlarsa çalışsınlar sonucun aleyhlerine olacağı tezinden farklı olarak) ekonomide olumlu sonuçlar alınabileceğini, özel karar bi­rimleriyle kamu karar birimlerinin uyum içinde çalışabileceği ve bunun da ekono­mik etkinliğe, ekonomik refaha getirebileceği olumlu katkı, bunu vurgulamaktadır­lar. 

Beni dinlemek nezaketini gösterdiğiniz için, az sayıda dinleyicime şükran duy­duğumu ve teşekkürlerimi bildirerek sözlerimi burada noktalıyorum. 

İsterseniz beraber sorularınızla konuyu birazcık daha açalım, geliştirelim.

SORU: Hocam, son bir noktaya değindiniz. İçsel büyüme teorileri. Mesela; Amerika'daki bu 1990'lardaki çok büyük büyüme oranlarını, meşhur Slikon Vadisi­ni, devletin büyük firmaları yatırımlar konusunda yönlendirilmesini, Güneydoğu Asya örneğini; yani devletin yönlendirici, müdahale edici şekilde davrandığı içsel büyüme teorileriyle açıklayabilir miyiz yeni klasik iktisadın bu son aktardığınız cümlelerini?

CEVAP: Evet, tabii ki ben ayrıntılarına girip ona değinemedim; ama içsel büyü­me teorileri, yani özünde teknolojideki atılımların, devinimlerin, ritm değişiklerinin ekonomik büyümenin temel nedeni olduğu, insani yatırımların, insana yapılan yatı­rımların, beşeri sermayeye yapılan yatırımların ve içselleştirilmiş dışsallıkların eko­nomik büyümede esas belirleyici olduğunu ileri süren görüşlerle -verdiğiniz örnek­te de olduğu gibi- Amerika'daki o meşhur Slikon Vadisi, şu mikroçip alanında yapı­lan teknolojik atılımların iktisadi etkinliklere getirdiği korkunç etkiyi bir düşünün 1980'li yıllardan günümüze. Bu büyük bir ivme getirmiştir ve en son Clinton döne­minde de Amerika tarihinde "boom" denilen o büyüme süreci yaşanmıştır, bu neyle olmuştur? 

Tamamen içsel büyüme teorilerinin de açıklamaya çalıştığı gibi bu teknolojide, mikroçip alanındaki devrimle olmuştur. Dolayısıyla, devletin de işte burada bu tür teknik gelişmeleri, özellikle Ar-Ge dediğimiz Araştırma-Geliştirme yatırımlarına uygulayacağı örneğin vergi bağışıklıklarıyla, bu alanda getireceği teşviklerle bunu destekleyerek ve bizzat kendisinin de kamu kuruluşlarında bu tür şeylerin öncülüğü­nü yaparak ekonomik büyüme sürecine olumlu etkileri olucaktır. Bugün dünyanın en zengin adamı kim? Bili Gates, niye? Sıfırdan başlamış, hiçbir sermaye birikimi olmayan, tamamen bilgisini kullanarak, kafasıyla, bilgisiyle, emeğiyle dünyanın en zengin insanı olabiliyorsa bu kadar kısa bir süre içinde bir insan, bu korkunç bir perspektif, korkunç bir potansiyel, bir olanak olduğunu göstermektedir ekonomile­rin önünde. Dolayısıyla, bunu içsel büyüme teorileriyle gayet güzel açıklayabilirsi­niz. 

SORU: Hocam, mesela, iki senede bir Windows'un yeni versiyonu çıkıyor, in­sanlar mecburen alıyorlar.

CEVAP: Windows 98, Windows 2000 çıktı, işte ürünler ve saire, tabii tabii, ta­mamen bu, gayet güzel, yani benim söylediğim teorik şeyin siz somut olarak örne­ğini vererek somutlaştırdınız, teşekkür ederim.

SORU: Kamu açıklarını kapatmadan, devletin, daha çok vergiler yardımıyla bu açıklan vergileri artırarak kapatacağını söylediniz. İç borçlanma yolundan da­ha çok tercih edilen bir yöntem bu. Fakat Türkiye'de son yıllarda özellikle 1980-1990 arasında monetarizasyon yoluyla da bu tür kamu açıkları kapatılmaya çalı­şılmadı mı?

CEVAP: Bir defa ben "vergiler yoluyla" demedim, herhalde bir yanlış anlama oldu. İki yöntem olduğunu söyledim, bunun vergiler yoluyla da yapılabileceğini, borçlanma yoluyla da yapılabileceğini; hatta şunu söyledim hatırlayacaksınız: Tür­kiye'de son uygulamaların borçlanma yoluyla finansman olduğunu söyledim. Dev­let yeterince vergi alamıyor, etkin vergi toplayamıyor. Aldığından çok alıyor, ama bir kısım mükelleften ise hemen hiç alamıyor. Çünkü namuslu, dürüst esnaf, sanayi­ci, işadamı vergisini veren ya da kaçıramayan diyelim, çok veriyor; ama Türk eko­nomisinde çok büyük oranda da vergi dışı kalan, vergi kaçıran bir kesim olduğunu biliyoruz. 

Toplam vergi yükü, Gayri Safı Milli Hâsıla oranı olarak OECD ülkelerinin, dün­yanın gelişmiş ülkelerinin altında; ama sadece vergi verenlere indirgeyerek baktığı­mızda da çok ağır bir vergi yükü olduğunu, özellikle dolaylı vergilerin KDV başta olmak üzere çok yüksek olduğunu, vatandaşın bu vergiler altında artık çok sıkıntı çektiğini gördüğü için devletin vergileri artırarak finansmanı herhalde pek düşünme­diğini söylemek mümkün. O zaman geriye, gözlediğimiz borçlanma yoluyla finans­man kalıyor. 

İşte Ricardocu denklik bu ekol iktisatçıları mantığına göre -geçenlerde, 1 ay ön­ce bunu Deniz Gökçe de makalesinde yazdı, zaman zaman çok tartışılıyor- fark et­mez, yani ister vergilerle yap, ister borçlanmayla yap, Ricardocu denklik açısından bunun reel büyüklükler üzerinde, yani istihdam, milli gelir, iktisadi büyüme, enflas­yon ve saire üzerindeki etkilerinin fazla olmayacağını, bir şeyi değiştirmeyeceğini, aynı sonucu vereceğini ileri sürmektedirler. Ama vergileri artırarak vergi yoluyla fi­nansman, çok açıktır ki bugün için daraltıcı politikalar bağlamında hemen ekonomik büyüme üzerinde olumsuz etki yapmaktadır. 

Yani daha da artırılan vergi, daha az tüketim, daha az harcama, dolayısıyla milli gelirde belirli bir daralma, küçülme anlamına gelmektedir. Yani geçen yıl yaşadığımız rekor, ikinci Dünya Savaşı ndan bu yana en yüksek daralma oranı herhalde du­rup dururken tesadüfen olmadı. İktisât politikalarının bir uzantısı, izlenilen iktisat politikaları maalesef bunu zorunlu kılıyor. Yani siz talebi daraltmadan, milli geliri küçültmeden enflasyonu düşüremiyorsunuz. O kısa dönemde Phillips Eğrisinin gös­terdiği işsizlik ikilemi kısa dönemde her zaman için var; uzun dönemde ancak orta­dan kalkabiliyor.

Devletin son zamanlarda monetarizasyona giderek para bastığını ileri sürmek pek insaflı ve gerçekçi olmaz. Çünkü para politikasına ve Merkez Bankası rakamla­rına baktığınızda öyle aşırı bir monetarizasyona gidilmediğini görüyoruz. Parasal ta­banda, parasal hedeflerde, yani net iç varlıklarda olsun, rezerv parada olsun, Merkez Bankası parasında olsun, öyle aşın, ekonominin devinimiyle orantısız bir parasal ge­nişleme gözlenmiyor. Yani, adını koymak gerekirse son dönemlerde izlenen iktisat politikalarının sıkı para politikaları olduğu rahatlıkla söylenebilir ve bu konuda da gayet tutarlı. İşte o anlamda zaten söylüyorum. Para ve maliye politikalarının kendi içindeki tutarlılığı açısından da izlenen iktisat politikalarının tutarlı olduğu söylene­bilir. 

Buna bir de kur değişkenini ekleyin, kur, faiz ve parasal büyüklükler arasındaki ilişki gayet ölçülü ve tutarlı götürülmeye çalışılmaktadır. Bir sapma, beklenmedik bir gelişme olmadıkça, işte geçenlerde Sayın Başbakanımızın rahatsızlığının nasıl piyasaları olumsuz etkilediğini, dolayısıyla hâlâ piyasaların nasıl kırılgan olduğunu gördük. Dolayısıyla, böylesine kırılgan, böylesine krize açık bir ekonomik yapıda demek ki siz henüz o krizlere karşı güvenilir ve güçlü bir denge kuramamışsınız, da­ha oradan oldukça uzak olduğunuzu gösteriyor. Yani, gidişat ancak olumlu diye ni­telendirilebilir. Bir sapma olmadığı sürece, hani "tünelin ucunda ışık görüldü" deni­lebilir. Ama onun ötesinde bugün için aşırı bir iyimserliğin Con Ahmet mantığıyla "hah tamam işte oldu, bu sefer hallettik, ekonomiyi kurtardık, dengeleri oturttuk" demenin bilimsel ve anlamlı olmadığı çok açık.

SORU: Bizim itiraz edemeyeceğimiz bir şekilde, uygulanan politikaların tutar­lılık derecesinde doğru olduğunu söylediniz. Ben şöyle bir şey söylemek istiyorum: Dalgalı kura geçtik, dövizin fiyatı piyasada belirleniyor, Hükümet müdahale etmi­yor, Merkez Bankası faizle çok nadir aralıklarla oynuyor. Ama Türkiye'de bazı şey­ler iyi gitmiyor. İşte sanayi kapasite kullanım oranı arttı, yani bunlar iyi giden şey­ler, birkaç tane var, ihracatımız artıyor; ama dolar yükseldiği zaman sürekli oynu­yorlar. Fakat IMF'den en son yine tekrar tehdit gibi birtakım mesajlar aldık ve şu an­da Kıbrıs'ın AB'ye üye olma olayı var. Biz ne kadar IMF'den yardım alırsak ya da ne kadar çok yabancı ülkelere bağımlı kalırsak, bu aşamada sürekli tavizler vermek zorunda kalıyoruz; buna ne diyorsunuz? 

CEVAP: Siz ekonomik bağımsızlığınızı yitirdiğiniz ölçüde siyaseten de bağım­sız olmanız mümkün değildir. Yani böylesine dış dünyaya el açıp, IMF'nin yardım­larına muhtaç bir hale gelmiş ekonominin, dış politikada çok bağımsız, çok onurlu bir politika güdemeyeceği çok açık. Bu da kuşkusuz her Türk vatandaşını üzücü, rencide edici bir durum; ama elden bir şey gelmiyor. 

Elden gelen şu: Bir an önce ekonomik sorunlarımızı çözüp, makro dengelerimi­zi sağlayıp, ele güne muhtaç olmaktan kurtulmak. Yani izlenilen politikaların başa­rılı olması bu anlamda Türkiye'nin ileride belki bugün için değil; ama ileride bu gi­bi konularda ulusal çıkarlarını daha iyi savunabilecek bir konuma gelmesi açısından da arzu edilen bir şey. 

Türkiye henüz borçlu olmakla bir şey vermiş değil; ama şu anda çok büyük bir kıskaç altında olduğumuzu siz de söylediniz. İşte Güney Kıbrıs'ın, Kıbrıs'ın da, biz Güney Kıbrıs diyoruz, aslında dünya "Kıbrıs" diyor, onlar öyle bir ayrım yapmıyor, Kuzey Kıbns-Güney Kıbrıs ayrımını maalesef biz yapıyoruz. Maalesef onlar Kıbrıs diye bizi görmezlikten geliyorlar. Diyelim Güney Kıbns, Avrupa Birliği'ne girdiği zaman oradaki bizim Kuzey Kıbns Türk Cumhuriyeti ne olacak? Türkiye'nin işgali altındaki bir Avrupa Birliği toprağı olacak. Siz o konumunuzu ne kadar daha sürdü­rebilirsiniz? Yani o konumda Türkiye "Ben Kıbrıs'ın bu konumunu sürdüreceğim" demekle ne kadar dayatabilir? Mümkün değil, arkasından hemen Ege sorunu gele­cek, göreceksiniz. Yani kaçınılmaz bir şey. 

SORU: Hocam, aslında benim söylemek istediğim şu: Gazetelerde yazılar falan görüyoruz, "Ekonomi iyiye gidiyor." Fakat 19 tane banka kapatıldı, bütün büyük Türk şirketleri, başta Coca Cola olmak üzere, işte Toyota falan ne bileyim, hepsi ya­bancı sermayeli şirketlere gidiyor, bunları tekrar alıyorlar. Yani pek düzelen bir şey yok demek istiyorum. Sadece teorik olarak birtakım şeyler görüyoruz. En azından izlenilen yol mantıklı; fakat somut bir şeyler yok. 

CEVAP: Demin ben de onu söyledim, yani günlük yaşamımızda gözleyecek ve hissedecek şekilde bir düzelme yok, bir canlanma o anlamda yok. Ama bazı makro büyüklüklere baktığımızda, bazı olumlu gidişatı da görüyoruz. Yani sanayi üretim endeksi biraz iyi oldu, faizler düşüyor, canlanma henüz başlamadı; ama yavaş yavaş canlanma sürecine girmenin ipuçları var.

Dövizdeki istikrar; bakın bugün 2002'deyiz değil mi, şu anda döviz kuru geçen seneki kurun altında. Bir yıl geçmiş, Ekim'e kadar çok fırladı, 1.600.000'leri gördü; ama demek ki dalgalı kur sistemi çok eleştirilmesine rağmen; çünkü bir ara dalga sa­dece yukarıya doğru gitti, hiç aşağıya doğru dalga olmadı. Gördük ki, Ekim'den bu yana aşağıya doğru da dalgalanabiliyor. Hatta geçen hafta birdenbire 400 küsur bin liraya çıktı, 493 bin lira oldu, bugün 410 bin lira. Yani gene 493 bin liradan satın alanlar dolar başına 80 bin lira, 75 bin lira zarardalar.

Demek ki, dalgalı kur sistemi sabit kur sistemine göre döviz piyasalarını denge­ye getirme açısından, demin de değindiğimiz gibi, bizim iktisatçıların meşhur piya­sa dengesi açısından daha etkili oluyor. Dalgalı kur sistemi terbiyevi bir işlev görü­yor, spekülatörü daha bir dikkatli olmaya itiyor ve çok daha büyük risk. 

Siz eğer mesela "Tamam, işte çıkıyor" deyip döviz aldıysanız, "Gene başladı, al­dı başını gidiyor döviz" diye dövize girdiyseniz bakın gene düştü, hatta belki 1.400.000 lira olacak, 400 binin altına bile düşebilir, zarar edeceksiniz. Yani risk fak­törünü artırıyor, döviz üzerinde spekülasyon yapmanın riskini artırıyor. 

Dolayısıyla, o anlamda dalgalı kur sistemi çok tartışıldı; ama yanlış mı, sonuç­larına bakarak ancak söyleyebiliriz. "Hiçbir şey düzelmiyor, olumlu bir şey yok" derken biraz haksızlık yapıyorsun gibi geliyor. Yani bazı olumlu faktörler var; ama şurada katılıyorum: Bunu hiçbirimiz henüz daha günlük yaşamımızda hissetmiyo­ruz. 

Ayrıca "enflasyon düşüyor" sözcüğünü de yanlış anlamamak gerekir. Yani yüz­de 10 olan, yüzde 8'lerde olan aylık rakamlar şimdi yüzde 1.8'lere, yüzde 2'lere düş­tü; ama hâlâ her ay yüzde 2 artıyor. Hele hele bazı ürünlerde, benzin gibi, et gibi günlük yaşamımızı en çok etkileyen, günlük zorunlu gıda maddelerinde ve saire bir rahatlama, bir ucuzluk filan yok. Bu anlamda enflasyonun artış hızı düşüyor. Enflas­yon henüz ortadan kalkmadı, hâlâ son yıllık ortalama nedir?. Yüzde 65. Yüzde 65 yıllık ortalamaya makul, kabul edilebilir bir enflasyon diyemeyiz tabii. Yani yıllık ortalaması yüzde 65 olan bir ekonomide tabii ki o sıkıntıyı hâlâ yaşıyoruz; ama ar­tışla yaşıyoruz; ama artış olumlu bir şey o anlamda. 

SORU: Hocam, burada bir şey eklemek istiyorum: Koçbank yaklaşık olarak bir sene yabancı firma davet etti, kimse gelmedi, 3 ay içerisinde bir yabancı ortak bul­du. Eğer yanlış okumadıysam dün de ortaklık anlaşması imzaladı. Sanırım, dünya­nın dördüncü ya da beşinci firması. 

CEVAP: İtalyan Uni Credito diye bir şirket, evet, finansman kuruluşu, bir ban­ka ortak oldu Koçbank'a. Yani yabancı sermayenin yavaş yavaş Türk ekonomisi­ne güven duyması söz konusu, istikrarı siz sağladığınız zaman bu olacaktır. Bu­gün dünyada bütün yabancı sermayenin en çok gittiği yer neresi? Çin, dünya bü­yük sermaye hareketleri süreci içinde Türkiye binde 1 bile değil, binde 1 'in altın­da. Türkiye, bu yabancı sermayeden binde 1 oranında yararlandığı ölçüde işte an­cak bu kadar; ama daha çok yabancı sermaye girişi, "Yabancı sermayeye hayır, kahrolsun yabancı sermaye" sloganıyla bir yere yarılamadığı çok açık gözüküyor. Gerçi buna belli çevreler, özellikle sol çevreler, Marksist çevreler hâlâ karşı çıkı­yor, o boyut her zaman var. Yani siz birisine borçlandığınız ölçüde ona karşı artık bağımsızlığını zor korursunuz. Borçlanmak, onun dümen suyuna girmektir ve onun size bazı zorlamalarına, bastırmalarına, dayatmalarına karşı direncinizi azal­tır, bu kesin. Ama elbette yabancı sermaye gelip Türkiye'de yatırım yaparsa -doğ­rudan yabancı sermayeden söz ediyorum, sıcak paradan ya da kısa vadeli serma­ye hareketlerinden, spekülatif değil- açıktır ki eğer bana katma değer yaratıyor, bana istihdam olanakları yaratıyor, bana teknoloji getiriyorsa, bana iş olanakları açıyorsa, benim milli gelirimi artırıyorsa kendisi de elbette kazanacak, kâr trans­ferini yapacak. Yani hiç kimse size, kara gözünüze, kara kaşınıza, sırf Türkiye'ye katkı olsun diye gelmez, kendi çıkarları gereği gelecek; ama biz de bundan yarar­lanabiliriz.

Bakın, bugün Toyota'nın tamamını Japonlar satın aldı, Renault aşağı yukarı öy­le, Oyak hâlâ var; ama Renault tamamını almayı düşünüyor. Yabancı sermayede, Türkiye'ye ilişkin demek ki bir gelecek, bir umut, bir beklenti var ki geliyor. Pepsi Cola gitti; ama işte bu arada Demirbank da gitti. Demirbank örneği, benim içimi cız eder. Bir sürü bankalar yabancı bankalar tarafından alınıyor. Yani yavaş yavaş böy­le bir yabancı sermayenin Türk ekonomisine girişi var.

Uzmanların bu konudaki beklentisi, Türk bankacılık sisteminin Akbank ve Zira­at gibi kamu bankaları hariç büyük bir oranda yabancı sermayeye açıldığı ve yakın bir gelecekte Türk banka sisteminin yabancı sermayenin egemenliği altına gireceği; bu konunun uzmanları üzülerek bunu gözlüyorlar. Tabii çok da hoş bir şey değil; ama "Hani yabancı sermaye gelsin de nasıl gelirse gelsin" demek de doğru değil. Türk bankacılık sisteminin bugün tamamen yabancı sermaye tekelinde olmasını kimse savunamaz çünkü finans sektörü bir ekonominin kalbi gibidir. Yani siz strate­jik bir sektörünüzü yabancı sermayenin egemenliğine terk ettiğiniz zaman bu sizin tabii makro dengelerinizi her an olumsuz etkileyebilir. 

SORU: Hocam, onun dışında iç üretimdeki portföyü de arttırabilir büyük bir ola­sılıkla; çünkü rekabet şartlarında yabancı sermayenin girdiği sektörde içerde üretim yapan firmalarda zorunlu olarak kaliteyi yükseltmek, insan kalitesini yükseltmek, üretim kalitesini yükseltmek için böyle bir çaba gösterilecektir, o da olumlu bir etki yapacaktır. 

CEVAP: Tabii kesin, yani kalite yönünden; teknolojiyi getirmekle de kalmıyor, arkadaşımızın dediği gibi, kalite de getiriyor yabancı sermaye. Bugün Arçelik'in 20 yıl önce ürettiği buzdolaplarına bakın, belki bazılarımızın evinde hâlâ o eski model­ler var, yürüyen çamaşır makinelerini düşünün. Bir de şimdiki son ürünlerine bakın, teknoloji ve kalite olarak hiçbir farkı yok ithal edilen rakiplerininkinden. 

SORU: İhracat sayesinde oluyor. 

CEVAP: Ama işte yabancı sermaye giriyor; teknoloji, kalite, standard, rekabet, ihracat, v.d. Bunların hepsi küreselleşen ekonomide oluyor ve siz rekabet edebilmek için kaliteli mal üretmek zorundasınız. Ama dışa açık olmayan kapalı bir ekonomi­de, 1980 öncesi Türkiye ekonomisinde durum neydi?

SORU: Yürüyen çamaşır makineleri o dönemlerin üretimleri. Yani yabancı tek­noloji gelmesinden ziyade ihracatın Türk ekonomisine sağladığı kaliteyi düzenleme işlevi bu şekilde yerine oturdu. Yani dengeler başka açıdan; ama teknoloji yatırımıy­la değil, bu teknolojimizin, topluma katılma zorunluluğu karşısında kalitenin yük­selmesi sağlandı.

 

CEVAP: Kuşkusuz, küreselleşme, ihracat ve rekabet gerekçesi zorunluluğu; ama peki o kaliteyi neyle sağlıyorsunuz? Yani bu işte teknolojinin hiç payı yok mu? Teknolojinin de herhalde bir katkısı var. Bilmiyorum; ama şimdi modern bir çamaşır makinesi üretmenin belli bir teknolojisi var; bu çok geri bir teknolojiyle çalışıyordu. Örneğin Arçelik, şimdi o modern teknolojiyle üretiyor, o özeni de gösteriyor, o ya­tırımı yapıyor, araştırma-geliştirme yatırımlarını yapıyor; dolayısıyla da ürünün hiç farkı yok yabancılarınkinden.

Bakın örneğin, benim bir öğrencim Beko'da çalışıyor, bana o anlatıyor. Bugün Vestel ve Beko, Avrupa televizyon piyasasını ve yavaş yavaş da beyaz eşya piyasa­sını ele geçirmek üzere. Londra'da satılan 100 televizyonun 80 tanesi Türk televiz­yonu, ne kadar gurur verici bir şey, ne kadar güzel bir şey, insan gurur duyuyor. Siz o kaliteyi yakalamışsınız demek, çok güzel bir şey. İşte Türk ekonomisinin umudu burada. Yani ben bizzat biliyorum, sıfırdan başlayıp birçok ihracatçımızın hangi noktalara geldiğini; Türkiye'nin potansiyeli, yarını işte bu ihracatta ve gelecek ya­bancı sermayede. 

SORU: Bir şey söyleyeceğim: "Beko" dediniz; ama Vestel parçalanıyor, Vestel başka bir adla Avrupa'ya ihraç ediyor, yani kendi adını kullanmıyor. 

CEVAP: Kendi adını kullanmasın, tabii Türk adı ve Türk markası zaten henüz pek sempatiyle karşılanan bir şey değil. Önemli olan adı değil, kendisi. Yarın o da inşallah kendi markasıyla, adıyla yapılacak, o da gelecek. 

SORU: Konuşmanızın başını kaçırdım, daha önce söylemiş olabilirsiniz. Bugün yeni klasik iktisat okulunun temsilcileri kimler? 

CEVAP: Onu en başta söyledim. Siz biraz geç geldiğiniz için kaçırdınız herhal­de. Bunların içinde Nobel ödülü de alan R.E.Lucas, RJ.Barro, T.J.Sargent gibi Ame­rikalı akademisyen iktisatçılar ve İngiltere'de de Patric Minford diye Liverpool Üni­versitesi'nde, daha başka şu anda adlarını sayamayacağım diğer iktisatçılar da var; ama en ünlüleri bunlar ve yeni klasik iktisat okulu üniversitelerde, akademi çevrele­rinde saygın bir okul. Kuşkusuz bütün tezleri, söyledikleri birebir geçerli ve kabul gören görüşler değil. Fakat ingilizce'de "mainstream" dedikleri, genel kabul görür şeyler de var içlerinde. Örneğin, artık bugün kimse beklentilerin önemini yadsımı­yor ekonomide; bunu herkes kabul ediyor.

Örneğin, Ricardo denkliği dediğim görüş belirli varsayımlar üzerine oturan bir şey. Ricardo denkliğinin geçerliliği çok tartışmalıdır ve halen de tartışılmaktadır. Ri­cardo denkliğini kabul eden iktisatçılar da var, etmeyen iktisatçılar da var. Ricardo denkliği önemli; çünkü Ricardo denkliği geçerliyse o zaman maliye politikalarının hiçbir etkisi kalmıyor demektir ki, hepimiz biliyoruz, maliye politikaları özellikle kısa dönemde pekala etkili olabiliyor. 

Burada yeni klasik iktisadın esas getirdiği katkı şu: İktisat politikalarının güve­nilir, kredibl ve tutarlı olması gerektiğini vurguluyorlar. 

Doç. Dr. Kaya Ardıç

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005