|
Yeni Klasik İktisat Okulu
Yeni klasik iktisat (İngilizcede, belki biraz da neo-klasik
iktisattan farkını vurgulamak için "neo" değil
"ne.w" classical economics diye adlandırılan)
iktisat bilimine, iktisat teorisine yeni bir bakış
açısı, yeni bir yaklaşım getiren ve varlığını
sürdüren, günümüz başlıca iktisat akımlanndan
birini, belki de en önemlisini oluşturan bir
okuldur. Ortodoks Keynesciler bir tarafta; Yeni
Keynesciler ve Neo-Keynesciler diğer tarafta, aynı
okul içinde aralarındaki farklılıklarını koruyarak
varlıklarını sürdürürken, Yeni Klasik iktisatçılar
da Monetarist Okul içinden yola çıkarak ve pek çok
konuda, başta beklentilerin niteliği olmak üzere,
monetaristlerden farklı varsayımlar ve yöntemler
kullanarak ayrı bir okul oluşturmuşlardır.
Dolayısıyla, kuşkusuz bu okulun ve iktisatçılarının
görüşlerini, iktisat kuramına ne gibi yenilikler, ne
gibi yeni bir bakış açısı getirdiğini bilmek, bu
anlamda önemlidir. Çünkü günümüzün başlıca ekonomik
sorunlarının çözümünde, özellikle de makroekonomik
iktisat politikaları ya da daha spesifik olarak,
istikrarsızlık durumlarında (işsizlik, enflasyon,
dış ödemeler dengesi açıkları v.d.) izlenilecek
istikrar politikalarının (stabilisation policy)
temellerinin oluşturulmasında ve içeriklerinin
saptanmasında, açıktır ki, her iktisat okulunun
farklı hipotezlerden yola çıkan, farklı hedefler ve
öncelikler, farklı yöntemler izleyen bir yaklaşımı
olacaktır ve öyle de olmaktadır.
Yeni Klasik İktisat Okulu'nu size kısaca şöyle bir
sistematik içinde aktarmaya çalışacağım: Çok kısa
tarihçesine değindikten sonra, hangi iktisatçılar
tarafından nasıl bir ortamda, hangi tarihsel süreç
içinde ortaya çıktığını vurgulayarak, yeni klasik
iktisat ekolünün ana görüşlerini, ana tezini
özetlemeye çalışacağım. Bunu yaptıktan sonra da
başlıca görüşlerinin birazcık ayrıntılarına girmeye
çalışacağım, ama kuşkusuz -tahta yok, tebeşir yok-
grafik ve denklem kullanmadan da çok ayrıntılarına
sözel olarak girmek zaten olanaksız. Son olarak da,
bu okulun iktisat düşüncesine getirdiği farklı
bakış açısından nasıl bir sonuç çıkarılması
gerektiği ve günümüz sorunlarına bakış açısının bu
okul açısından bir değerlendirmesini ve eleştirisini
yapmaya çalışacağım. Konuşmamı böyle bir sistematik
içinde düşündüm, kurguladım.
Önce kısaca tarihçeden söz edelim: Bildiğiniz gibi
iktisadi düşünce tarihinde klasik iktisattan
başlayarak günümüze değin, çeşitli iktisat okulları
oluşturulmuş ve iktisadi sorunların ele alınıp
irdelenmesinde farklı analitik ve teorik yaklaşımlar
geliştirilmiş ve bu süreç içinde iktisat bilimi
belki de tüm toplumsal bilimler içinde en hızlı
gelişen ve dönüşen bilim dalı olmuştur. 1776'da Adam
Smith'in ünlü "Milletlerin Zenginliği" kitabının
yayınlanması "modern iktisat kuramı"mn başlangıcı
olarak, bir milat olarak alınır. Klasik
iktisatçıları neoklasik iktisatçılar izlemiştir.
Klasik ve Neoklasik iktisatçıları eleştiren Keynes,
iktisat düşüncesinde bir devrim yaparak "Keynesci
Kuram"ı getirmiştir. 1930'lu yıllarda, özellikle
işsizlik problemi karşısında, klasik iktisat
teorisinin ve neoklasik iktisadın tezlerinin
geçersizliğini gözleyerek, yaşayarak oluşan bu "Keynesci
Devrim" 1930'lardan 1970'li yıllara kadar
etkinliğini ve geçerliliğini, özellikle makro
iktisat alanında egemenliğini sürdürmüştür. Fakat
1970'li yıllarda iktisat literatüründe "Karşı
Devrim" (counter revolu-tion) diye nitelendirilen
bir devrim olmuştur. Yani, Keynes'in klasiklere
karşı yaptığı iktisat devrimini, bir başka "karşı
devrim" izlemiştir.
Keynes'in düşüncesine ve Keynesci bakış açısına bir
itiraz ve eleştiri gelmiştir. Bu itiraz,
başlangıçta, bildiğimiz monetarizmin kurucusu Nobel
ödüllü Milton Fri-edman'dan gelmiştir. Milton
Friedman, monetarist okuluyla Keynes'e karşı bir
karşı devrim yaratmış, bu okulun içinden de
özellikle Amerika'daki Chicago Üniversi-tesi'nde -o
zaman Milton Friedman oradaydı- Milton Friedman'ın
asistanları ve çömezlerinden bir kısım Amerikalı
iktisatçı monetarizmden koparak bu karşı devrimin
ikinci ayağını, "yeni klasik iktisat" akımını
1970'li yılların sonunda ortaya çıkarmışlardır.
Yani karşı devrimin bir ayağı monetarizm, diğer
ayağı yeni klasik iktisat okuludur.
Hangi iktisatçılar bu okulun temsilcileridir?
Bildiğimiz Robert Lucas, Thomas Sargent ve Robert
Barro gibi Amerikan iktisatçıları (o zamanlar
Chicago Üniversitesi öğretim üyeleri,
akademisyenleri) ve İngiltere'de de Liverpool
Üniversite-si'nden Profesör Minford özellikle bu
ekolün teorisyenleri arasında sayılır. Bu
iktisatçılar başlangıçta monetarizmin radikal bir
versiyonu olarak algılanmışlardı, hatta kendilerine
"radikal monetaristler" denilmiştir; ama bu bence
doğru değil. Monetarist okul içinden çıkmışlardır;
ama monetarizme de az sonra değinmeye çalışacağım
gibi birçok noktalarda itiraz etmişlerdir, karşı
çıkmışlardır ve dolayısıyla radikal monetarist
olmanın ötesinde iktisat düşüncesine, iktisat
teorisine yeni bir söylem, yeni bir yöntem
getirmişlerdir. Onun için bunu başlı başına ayrı bir
ekol olarak algılamak çok daha doğru, tutarlıdır.
Nitekim, iktisadi düşünce tarihi kitaplarında,
doktrin kitaplarında da böyle yapılmaktadır. Yani
monetarist okul ayrı, yeni klasik okulu ayrı
değerlendirilmektedir. Dediğim gibi, günümüzün zaten
özellikle iktisat politikaları uygulamalarında ve
belli başlı iktisatçılar arasında en saygın, "en
geçerli" görüş olarak bu okul iktisatçılarının
görüşleri yer almaktadır ve günümüz uygulamalarında
iktisat politikaları, IMF, Dünya Bankası gibi
uluslarüstü -onların özel konumlarından ötürü ben
uluslararası değil, uluslarüstü diyorum, hadi
uluslararası diyelim isterseniz fazla sivrilik
etmemek için- ya da uluslararası kurumların iktisat
politikalarında da bu ekolün izlerini, görüşlerini
saptamak olasıdır.
Bu yeni iktisat ekolünün dayandığı, birbiriyle çok
bağlantılı, iki "ikiz ilke" var. Bunun bir tanesi
zaten bize adındaki bir sıfatı açıklayacak. "Yeni
klasik iktisat" diyoruz. Niye "yeni", niye "klasik"?
Örneğin niçin başka bir ad değil de, yeni klasik
iktisat deniliyor? Buradaki klasik sıfatı, aynen
klasik iktisat ekolünün yaptığı gibi, özünde, bu
ekolün de, İngilizce "market clearing" denilen,
serbest ve tam rekabet koşulları altında işleyen
piyasaların kendiliğinden, otomatik olarak iktisadi
dengeleri sağladığı tezine sadık kalmalarından
kaynaklanmaktadır. Yani bir yönüyle, ana görüş
olarak, piyasalara inanmakta, piyasaların etkin ve
rekabetçi koşullar altında çalıştığı varsayımını
temel çıkış noktası olarak almaktadırlar.
İngilizcedeki "market clearing" deyimini "piyasanın
süpürmesi", "piyasanın temizlenmesi" diye çeviremi-yeceğimize
göre, şöyle ifade ediyoruz, tanımlıyoruz, açıyoruz,
diyoruz ki: "Bir piyasada alıcıların belirli fiyat
düzeylerinde almayı istedikleri miktarlarla
satıcıların satmayı istedikleri, razı oldukları
miktarlar birbirlerine denk geliyorsa, böyle
piyasalar arz-talep dengesinin gerçekleştiği
(market clearing) piyasalardır." Bu anlamda,
piyasaların dengede olacağına ve dengeye
ulaşılabılirlığe ilişkin inanç, temel tezinin
birinci ayağını oluşturur ve en temel ilkesi budur.
İkinci ikiz ilke, (bunu İngilizce literatürde "twin
goals" ya da "twin principes" diye nitelendirirler)
ya da ekolün dayandığı temel ilkenin ikinci ayağı,
"rasyonel beklentiler hipotezi"dir. İktisadi karar
birimlerinin rasyonel beklentilere sahip
olduklarını ve asla sistematik yanlış
yapmayacaklarını varsaymaktadırlar. Zaten bu okul
"yeni klasik iktisat okulu" ya da "rasyonel
beklentiler okulu" diye çağrılmaktadır. Bu okulun
bir diğer adı da "rasyonel beklentiler okulu"dur.
Kuşkusuz buradaki vurgu tamamen rasyonel
beklentiler üzerinedir ve rasyonel beklentilerin ne
kadar önemli olduğu zaten daha adından
anlaşılmaktadır.
Piyasaların kendiliğinden otomatik olarak hiçbir
müdahale gerektirmeksizin etkin ve rekabetçi bir
işleyişe sahip olduğu ve uzun dönemde mutlaka
belirli bir "doğal oran" düzeyinde dengeye geleceği
varsayımı, bu okul iktisatçılarını klasik
iktisatçılara ve monetaristlere yaklaştırmakta;
iktisadi oyuncuların rasyonel beklentilere sahip
oldukları varsayımı ise, onları adı geçen okullardan
ayırmaktadır. Klasik iktisatçılardan ayrıldıkları
bir diğer nokta da, örneğin klasik iktisatçıların
"tam istihdam" diye tanımladıkları tam istihdam
düzeyine bu ekol iktisatçıları belirli bir
işsizliği (friksiyonel, geçici işsizlik) doğal diye
nitelendirerek, doğal işsizlik oranı düzeyinde ve
doğal büyüme oranı süreci içinde dengeye geleceğini
savunmalarıdır. Burada kullandıklan ön kabul,
klasiklerin tam istihdam hipotezinden farklı olduğu
için literatürde buna "doğal oran hipotezi"
denmektedir.
Bu ekol iktisatçıları, klasikler gibi "doğal
düzen"den değil "doğal oran"dan söz ediyorlar. Doğal
orandan da, dediğim gibi, belirli ve sınırlı bir
işsizliğin ve iktisadi büyümenin doğal bir düzeyleri
olduğu, friksiyonel dediğimiz geçici işsizliğin
doğal algılanması gerektiğini anlıyorlar. Keynes'in
değindiği "gayri iradi işsizlik" yaygın, kalıcı ve
"gerçek" işsizliktir. Klasiklerin ileri sürdüğü gibi
"geçerli ücret koşullarında ve ücret düzeyinde iş
arayıp da bulamayan insanlara işsiz denilir; gerisi
hem önemli değildir, hem de zaten fiyat ve ücret
esneklikleri sonucu işsizlik söz konusu
değildir" görüşüne fazla bir itirazları olmayıp,
salt "tam istihdam" sözcüğü yerine "doğal işsizlik
düzeyinde denge" kavramını tercih etmektedirler ve
"bir işten ayrılıp bir diğer işe geçinceye kadar
geçici olarak işsizlik süreci yaşayan işsizleri
doğal kabul etmek gerekir ve bunlara da gerçek
anlamda işsiz gözüyle bakmamak gerekir" diyerek
farklı bir işsizlik konsepti tanımlamaktadırlar. Bu
anlamda ve bu düzeyde bir dengeden söz
etmektedirler. Yani, yeni klasik iktisatçıların
kullandığı denge kavramının, klasiklerin ve
Keynes'in kullandıkları anlamda bir "tam
istihdam-eksik istihdam dengesi" olmadığını, hiç
işsizliğin olmadığı bir düzen diye bir şeyden söz
etmediklerini hep vurgulamak ve hiç unutmamak
gerekir.
Bu ekolün klasik sıfatını Vurguladıktan sonra "yeni" sıfatının
nereden geldiğini de söylemek lazım, "yeni klasik"
diyoruz, neresi yeni, klasik tarafını anladık, demek
ki klasik iktisatçılarla oldukça yakınlığı, çok
ortak yönü var. Yeni sıfatı nereden geliyor, niye
"yeni klasik" demişler? Klasik iktisatta bildiğiniz
gibi fiyat fleksibilitesi vardır, fiyat esnekliği
vardır. Gerek mal ve hizmet piyasalarında, gerek
faktör piyasalarında fiyatlar esnektir ve başta
emek piyasaları olmak üzere, hem mal ve hizmet
piyasalarında hem faktör piyasalarında, otomatik
olarak bu esneklik sayesinde dengeler kurulur.
Gerek mal ve hizmet fiyatlarının, gerek faktör fiyatlarının, başta
ücretlerin esnekliği dengeyi sağlamaktadır. Bu
açıdan klasiklerden farkı yok. Fakat yeni tarafı şu:
Bu esneklik sürecini ve fiyatlarla ücretler
esnekliğinin eşanlı oluşunu -ona İngilizce'de "instant"
deniliyor- nasıl tercüme edelim? Hemen, şimdi,
anında ve birlikte olduğunu ileri sürmeleridir yeni
tarafı, piyasaların aralarında hiçbir gecikme
olmadan, anında herhangi bir talep fazlasının ya da
arz fazlasının fiyat esnekliği sayesinde hemen
dengelenebileceği; dolayısıyla, klasiklerden farklı
olarak, gecikmeli olarak değil, belirli bir süre
geçtikten sonra değil, eşanlı ve hemen, anlık
olduğunu, ileri sürmeleridir. Başka bir deyişle,
yeni klasik iktisat ekolünün yeni tarafı, özellikle
teknik açıdan, işte bu yönüdür. Dolayısıyla,
piyasalardaki dengenin bu esneklik sayesinde
olduğunu, gerçekleşeceğini ileri sürmeleridir.
Bu ekolün dayandığı "ikiz ilke"yi ya da temel
varsayımı vurguladıktan sonra, getirdiği iktisat
konseptine geçelim: Bir defa bu ekol özünde, adının
da vurguladığı gibi rasyonalite kavramı üzerine
oturmaktadır. Fakat bu ekolde yeni klasik
iktisatçılara göre rasyonalite sadece test
edilebilir bir hipotez değildir, bir aksiyomdur.
Bunun da arkasında iktisat bilimini tanımlamaları,
algılamaları yatmaktadır. Yeni klasik iktisat
ekolüne göre iktisat, hani o bildiğimiz klasik
tanımdan farklı olarak salt bir rasyonalite
bilimidir. Rasyonel davranışları açıklamaya yönelen
bir seçiş bilimidir (sci-ence of choice).
Dolayısıyla, rasyonel davranışlar üzerine oturur,
zaten onların kafalarındaki iktisat anlayışı
rasyonel davranışları açıklayan bir bilim dalı
dedik. Dolayısıyla, rasyonellik dışı davranışlar
iktisadın alanına girmez. İktisat, gerek
tüketicilerin, gerek üreticilerin, yani iktisadi
karar birimlerinin, iktisadi aktörlerin optimi-zasyon
davranışları ve bu optimal çıkarlarını en çoklama ve
belirli koşullar altında en uygun davranışları
sergilemeleri üzerine oturur ve ünlü Walras'cı genel
dengenin, "mezatçı piyasalar" denilen piyasalar
arasında tam bir koordinasyon, eşgüdüm olduğu
varsayılır.
Bunu biraz açayım: Bu iktisatçıların klasik iktisat ekolüne ve onu
eleştiren, ona karşı devrim yapan Keynes'ci
düşünceye karşı itirazları şu noktadan
kaynaklanmakta, esinlenmekte: Bu iktisatçılara göre
Keynes'in getirdiği makro iktisat teorisi, mik-ro
ekonomik temellerden yoksundur. Dolayısıyla, mikro
ekonomik temellerden yoksun bir makro iktisatta
sadece ve sadece özel, spesifik bir konumda
durgunluğun ve işsizliğin geçerli olduğu depresyon
durumlarında, konjonktürün sadece belirli bir
aşamasında ancak bir anlam taşıyabilir.
Dolayısıyla, "makro ekonomi kuramı, bir defa mikro
ekonomik temellere oturtulmalıdır" diyerek yola
çıkmışlardır.
Mikro ekonomik temeller dediğiniz zaman; mikro ekonomik temelin
özünde ne vardır? Bildiğiniz gibi, birincisi
tüketici davranışlan vardır ve dolayısıyla,
tüketicilerin faydalarını maksimize etmek için mal
ve hizmetler arasında belirli koşullar altında
yaptığı seçişler vardır. Bunlar sistemi kısmi
dengelere götürür. Bir yandan tüketicilerin diğer
taraftan üreticilerin davranışları, kârlarını
maksimize etmek için belirli bütçe kısıtları
altında mal ve hizmetlerin, faktörlerin fiyatlarına
bakarak gerçekleştirdikleri fayda ve kâr
maksimizasyonu davranışları, piyasalarda kısmi
dengeleri gerçekleştirir. Tüketim kesiminde tüketici
dengesi, üretim kesiminde üretim dengesi ve bu
kısmi dengeler Walras'cı bir genel dengeye götürür
sistemi. Paretogil, opti-mal, rekabetçi, etkin bir
dengeye getirir.
Walrasgil genel denge analiziyle, yeni klasik iktisatçılar,
"mezatçı" piyasalar arasında tam bir koordinasyon
olduğu ve bu iktisadi oyunculann davranışlarının
gerek firma olarak, gerek tüketici, hane halkı
olarak piyasaları eşanlı olarak, otomatik dengeye
getirdiğini ileri sürmektedirler. Burada az önce de
değindiğim gibi, fiyatların ve parasal ücretlerin
esnekliğinin çok önemli bir rolü olmaktadır.
İkinci olarak bu iktisatçılar iktisadi karar birimlerinin, iktisadi
oyunculann kararlarının reel etmenlere, reel
faktörlere dayandığını ileri sürmektedir. Yani
nominal ya da parasal değil. "Reel faktörler
iktisadi oyuncuların kararlarını belirler"
demektedirler. Temel olarak düşünceleri, iktisadi
kararların nominal ve parasal faktörlere değil,
reel faktörlere bağlı olduğunu ileri sürmeleridir ve
iktisadi oyuncuların bilgileri çerçevesinde sürekli
bir optimizasyon davranışı içinde olduklarını
düşünmektedirler. Başka bir deyişle, bu
optimizasyon ve rasyonel davranışlar, zaten
hipotezlerinin bir doğal uzantısı olarak sistemi
rekabetçi; etkin bir dengeye ulaştırabilmektedirler.
Bu denge kavramı, "Anovv-Debreu Teoremi"nin
tanımladığı ve aksiyomatize ederek kanıtladığı
rekabetçi dengeyle tam bir uyum içindedir. Arrow ve
Debreu, mikro ekonomik teori kapsamında, mikro
ekonomik bir yaklaşımla sistemin etkin ve rekabetçi
bir dengeye ulaşacağını, tabii belirli varsayımlar
altında, aksiyomatik olarak kanıtlamışlardır. İşte
yeni klasik iktisatçıların tanımladıkları temel
makro denge, Anow-Debreu teoremine uygun olarak,
iktisadi karar birimlerinin mikro temelli
optimizasyon ve maksimizasyon yaklaşımlarının sonucu
otomatik olarak gerçekleşmektedir ve açıktır ki,
hepsinin altında iktisadi oyuncuların, iktisadi
karar birimlerinin rasyonel beklentilere sahip
olduğu varsayımı yatmaktadır.
Burada rasyonel beklenti kavramını açmamız gerekir. Buradaki
rasyonel beklenti, daha önce Keynes'in literatüre
getirdiği beklenti kavramından oldukça farklıdır.
Beklenti kavramı ilk kez iktisadi düşünce
literatürüne Keynes tarafından getirilmiştir.
Girişimcilerin ileriye yönelik beklentilerinin,
alacağı yatırım kararlarındaki önemini vurgularken,
Keynes, bu beklentileri çok önemsemiştir. Hatta
Keynes'in o top-lulaştırılmış arz eğrisi, 45
derecelik doğrunun temsil ettiği şey tamamen
müteşebbislerin kafalarında tasarladıkları,
planladıkları ileriye yönelik üreteceği mal ve
hizmetlerin ne kadar satılacağına ilişkin bir
tahminden, kestiriden öte bir şey değildir.
Bildiğiniz gibi, bekledikleri olası talebi
karşılayacak kadar üretim kararı alırlar ve 45
derecelik doğru üzerindeki her nokta harcamaların,
toplulaştırılmış talebin, arza, planladıkları
üretime eşit olduğu anlamına gelir.
Dolayısıyla, ilk kez yeni klasik iktisatçılar tarafından
getirilmemiştir iktisat literatürüne beklenti
kavramı. Daha sonra bu kavramı monetanst Milton
Friedman da almıştır; fakat buradaki beklenti içerik
olarak farklı, uyarlamacı (adaptiv) bir beklentidir.
Ne demek uyarlamacı beklenti? Siz bir şey tahmin
ediyorsunuz, bir beklentiniz var. Bir süreci
yaşıyorsunuz ve sonunda o süreç gerçekleşiyor.
Bakıyorsunuz, sizin beklediğinizle, gerçekleşen
arasında bir sapma, bir farklılık gözlüyorsunuz. O
zaman geleceğe ilişkin beklentilerinizi bu aradaki
fark kadar düzeltiyorsunuz.
Dolayısıyla, ondan hareketle ileriye yönelik yaptığınız
beklentileri bu düzeltme kat sayısıyla
düzeltiyorsunuz. Bu, hep geçmişin verilerine
dayanarak, geçmişteki tahminlerle gerçekleşen
arasındaki farklılığa göre ileriye yönelik yeni
beklentiler oluşturmak anlamındaki uyarlamacı
beklentilerdir. Oysa, yeni klasik iktisatçıların
rasyonel beklenti kavramı bundan oldukça farklı bir
şey. Bu iktisatçılara göre rasyonel beklentiye
sahip iktisadi oyuncular şu demek: Bu oyuncular, her
türlü veri tabanını ve bilgi kaynaklarını
kullanarak ve bunlara kolaylıkla erişerek
bilgilerinin elverdiği ölçüde ve bu çerçevede, bu
bağlamda ileriye yönelik rasyonel ve "doğru"
kararlar alırlar ve asla sistematik hata yapmazlar.
Dolayısıyla, bu iktisatçılar tarafından rasyonel
beklenti, sistematik hata yapmamak şeklinde
tanımlanmaktadır. Yani rasyonel beklentiye sahip
olmak ileriye yönelik tahminlerin, beklentilerin
yanlış çıkabileceği, yanılabileceğini reddetmek
anlamına gelmiyor. Bu iktisatçılar "Elbette
yanılabilirler, elbette tahminler yanlış çıkabilir,
yetersiz kalabilir; ama sistematik hata, sistematik
yanlış olmaz" demektedirler.
Dolayısıyla, rasyonel beklentilere sahip olunduğu
içindir ki, biraz sonra açıklamaya çalışacağım
iktisat politikalarının para ve maliye
politikalarının beklenen etkilerini nötralize
etmekte, etkisiz bırakmaktadırlar iktisadi
oyuncular. "Önceden açıklanırsa, iktisat politikası
hedefleri ve araçları önceden ilan edilirse,
iktisadi oyuncular mutlaka bir şekilde karşı
önlemlerini alarak bu ilan edilen, önceden duyurulan
politikaların sonuçlarını tahmin ederek, gerekli
karşı önlemleri alarak kesinlikle etkisiz
bırakacaklardır" demektedirler.
Bu genel çerçeveden sonra yeni klasik iktisat okulunun
makroekonomik dengenin nasıl ulaşacağına ilişkin
görüşlerini -elbette denklem ve grafik kullanmadan,
öyle bir olanağımız yok- kabaca size açıklamaya
çalışayım. Monetaristlerden de farklı olarak,
izlenilen iktisat politikaları, örneğin "talep
genişletici bir para ve maliye politikası" etkisiyle
ekonomide talep genişlemesi sonucu fiyatların
artmasıyla ortaya çıkan sürece bakalım"
demektedirler bu iktisatçılar. Talepteki bir
genişleme fiyatları artıracaktır; çünkü arz-talep
kanunu uyarınca, bir malın arzı sabitken talebi
artarsa, nasıl ki fiyatı artacaksa, ekonominin
bütünü açısından da, toplulaştınlmış talepteki bir
genişlemede (genişletici para politikaları veya
maliye politikaları sonucu olabilir) fiyatlar genel
düzeyi ve üretimin, milli gelirin, istihdamın denge
büyüklükleri de artacaktır. Niçin?
İşte burada teknik süreç başlıyor, şunun için: Talep genişlemesi
sonucu fiyatların artması iktisadi oyuncular
üzerinde şöyle bir süreç yaratacaktır. Az önce dedik
ki; "Yeni klasik iktisatçılara göre iktisadi
oyuncuların kararlarını parasal ve nominal değil
reel faktörler etkiler. Fakat burada iktisadi karar
birimleri "parasal aldanma" dediğimiz olayla
karşılaşmaktadırlar, şöyle ki; başta çalışanlar,
ücretliler, bu fiyat artışları sonucu "w/p", yani
"parasal ücret/fiyatlar genel düzeyi" diye
tanımladığımız reel ücretin düştüğünü ilk aşamada
algılayamazlar ve parasal aldanmaya düşerler. Oysa
bildiğiniz gibi bir orantıda payda (fiyatlar genel
düzeyip) yükseldiği zaman reel ücretler ne olur?
Düşer. Emek talebi reel ücretin ters orantılı,
azalan bir fonksiyonu olduğu için, reel ücretler
düştüğü ölçüde emek talebi işverenler tarafından
daha çok olacaktır ve fiyat yükselmeleri,
dolayısıyla onu izleyen reel ücretlerin düşüş
süreci işverenleri; üretimi, istihdamı
genişleterek, daha çok emek talep ederek (ve
kuşkusuz parasal ücretleri bir parça artırarak)
daha çok mal ve hizmet üretmeye yöneltecektir.
İşçiler de, ücretliler de bu fiyat artışlarını reel
ücretlerindeki azalma olarak başlangıçta
algılamayıp, bu parasal ücret artışlarını reel ücret
artışı gibi algılayarak parasal aldanmaya
uğrayacaklardır. Dolayısıyla, başlangıçta onlar da
emek arzını artıracaklardır ve fiyatların artışı,
talepteki genişleme hem üretimi artıracaktır, hem de
bu fiyat artışı kuşkusuz belirli ölçüde bir
enflasyona yol açacaktır.
Fakat burada monetaristlerden farklı olarak, yeni
klasik iktisatçılar (çünkü buraya kadar aynen
monetarist iktisat da aynı şeyi söylüyor) yeni bir
şey söylüyorlar: Birincisi, demin de söyledim,
"rasyonel beklentiler" (adaptif beklentiler,
uyarlamacı beklentiler değil); monetaristlere göre
bu süreçte işverenler aslında olayın
farkındadırlar. Çünkü mal sattıkları piyasalarda
özellikle bütün verilere sahip ve bilinçlidirler.
Yani monetaristlerin yaklaşımında parasal aldanmaya
uğrayan, salt çalışanlardır. İşverenler,
çalıştıranlar bunu bilmektedirler; reel ücretlerin
düştüğünü gördükleri için emek talebini
artırmaktadırlar. Fakat farklı olarak yeni klasik
iktisatçılar bu süreçte işverenlerin de nisbi
fiyatlarla mutlak fiyatları karıştırarak mutlak
fiyat artışlannı, nisbi fiyat artışları gibi
algılayarak bir yanılgıya uğradıklarını ileri
sürmektedirler. Birinci farklılık bu. Peki bu süreç
nasıl ekonomiyi dengeliyor? Talepteki bir genişleme,
istihdam ve üretimin artışı, fiyatların yükselmesi
nasıl oluyor da tekrar, dolayısıyla başlangıçta
doğal düzeyinde dengede olan ekonomi, yani o demin
de söylediğim doğal işsizlik düzeyinde dengede olan
ekonomi, nasıl oluyor da tekrar buradan sapma ortaya
çıktı? Talep genişledi; dolayısıyla, bu doğal
işsizlik oranının daha altına inildi; çünkü üretimin
artması işsizliğin azalması demektir. Üretim arttığı
ölçüde işsizlik azalır. Doğal düzeyinin altına inen
işsizlik oranı nasıl oluyor da tekrar uzun dönemde
doğal düzeyine dönüyor?
Bunu şöyle açıklamaktadırlar: Amiyane tabirle, jeton düşünce, yani
bu parasal ücret artışlarının reel ücret artışı
anlamına gelmediğini işçiler anlayınca, işverenler
de mutlak fiyat hareketlerinin nispi fiyat
hareketleriyle farkını algılayınca, gerek emek
arzındaki bu artış daralmakta, yani işçiler yeni
ücret pazarlıklarında bu sefer bu reel ücret
aşınmasını giderecek ölçüde bir parasal ücret
talebiyle masaya oturmakta, işverenler de emek
talebini kısarak artan reel ücretler karşısında;
çünkü o zaman parasal ücretler artınca P'nin
artması oranında parasal ücretler de artarsa tabii,
reel ücretler tekrar eski düzeyine dönecek. Eski
düzeyine dönünce de işverenlerin kârlılığı azalacağı
için, onların da artık daha fazla istihdam ederek
daha çok üretmekten bir kârlılıkları, yararı
olmadıkları için onlar da üretimlerini kısacaklardır
ve uzun dönemde ekonomi o sapma yaptığı, doğal
düzeyden ayrıldığı noktadan tekrar doğal düzeyine,
uzun dönem denge konumuna dönecektir ve sonuçta
sadece fiyatlar genel düzeyi daha yükselmiş, üretim
ve istihdam düzeyiyse eski denge düzeyine, doğal
denge düzeyine dönmüş olacaktır. Süreci böyle
açıklamaktadırlar ve ekonominin kısa dönem
toplulaştırılmış arz eğrisi de Lucas'ın adını
taşımaktadır, "Lucas Sürpriz Arz Eğrisi" adını
taşımaktadır.
Niçin kısa dönem arz eğrisiyle uzun dönem arz eğrisi arasında böyle
bir farklılaşma, farklı iki arz eğrisi tanımlayarak
kısa dönem, uzun dönem ayrımı yaparak
söylemişlerdir? Çünkü demin de açıklamaya çalıştığım
gibi, kısa dönem arz eğrisi sürpriz bir arz
eğrisidir. Yani üzerinde parasal aldanmanın yer
aldığı; dolayısıyla, fiyat hareketlerinin yanlış
algılandığı ve parasal aldanma sonucu kısa dönemde
çalışan işçilerin emek arzlarını, çalıştıran
işverenlerin de emek taleplerini artırdığı;
dolayısıyla, fiyatlarla üretim arasında doğru
orantılı bir ilişkinin olduğu pozitif eğimli bir
eğridir. Ama uzun dönemde bu, tamamen fiyatlar
eksenine paralel bir uzun dönem arz eğrisi düzeyine
dönmektedir. Bu belirttiğim süreçle açıklıyorlar
ekonomik dengelerin oluşumunu ve piyasaların
işleyişini, işte o "market clearing" dediğimiz
rekabetçi etkin dengelerin oluşmasını.
Daha da ayrıntılarına girmeden tüm bu
açıkladıklarımızdan nasıl bir sonuç çıkmaktadır?
Sonuca gelelim; bu analizden çıkan sonuç nedir? Yeni
klasik iktisat okuluna göre iktisat politikaları
izlemek anlamlı ve etkin değildir. Yani en iyi
politika
politikasızlıktır. İktisat politikalarının, para ve
maliye politikalarının kıt kaynakların dağıtımı
sürecinde etkinlik yaratacağına inanmamaktadırlar.
Monetaristlerden ayrıldıkları bir nokta da budur.
Monetaristler, biliyorsunuz, kısa dönemde iktisat
politikalarının etkili olabileceklerini; ama uzun
dönemde etkisiz olduklarını ileri sürerler. Yeni
klasik iktisatçılar ise, kısa dönemde de rasyonel
beklentiler hipotezinin doğal bir uzantısı olarak
iktisat politikalarının, özellikle maliye
politikalarının etkin olmadığını ileri
sürmektedirler.
Burada elbette ayrıntılarına girmeden, kısaca başlık olarak
değinmemiz gereken bir sürü konu var. Örneğin, bu
ekolün başlıca -günümüzde de tartışılan-
konularından birisi "Ricardo denkliği" denilen,
Ricardocu denklik görüşüdür. Ricardocu denklik
nedir? İsterseniz bir parça açayım: Gene bu ekolün
önemli görüşlerinden bir diğeri de "endojen büyüme
teorileri" denilen büyüme teorisine getirdikleri
farklı bir bakış açısıdır. Bunların ayrıntılarına
girecek zamanımız yok; salt değinmek de belki
yetersiz olur, oysa aslında bu Ricardo denkliği,
endojen büyüme teorileri gibi ekolün birbirleriyle
bir bütün oluşturan diğer görüşlerine de bir parça
değinmek bu ekolü ve vardığı sonucu anlamak
açısından önemli olacaktır.
Burada örneğin bir başka konu da "reel iş çevrimleri" diye
nitelendirilen, bizim eskiden "konjonktür
dalgalanması" dediğimiz ekonomik etkinliklerde zaman
zaman gözlenen inişli çıkışlı devinim süreci ki,
İngilizce literatürde ona "real business cycle"
diyorlar, "reel iş çevrimleri" diye çeviriyoruz
Türkçe'ye. Bu ekolün iktisadi analiz sürecinde reel
iş çevrimlerinin de çok önemli bir yeri var; ama
bütün hepsi, o rasyonel beklentiler ve piyasanın
dengeci işleyişi iki temel ikiz ilkesiyle birbirine
bağlanmaktadır. Bu, gerek Ricardo denkliği, gerek
reel iş çevrimleri ve gerekse de endojen büyüme
teorilerinin hepsi için geçerlidir. Hatta şu noktaya
da değinmek gerekir: Paranın yansızlığı (nötralitesi),
süper nötralitesi hatta. Monetaristler de paranın
nötralitesi varsayımını kullanmaktadırlar; ama yeni
klasik iktisatçılar monetaristlerden daha da üst
düzeyde süper diye nitelendirmektedirler. Süper nötr
olduğunu, paranın aşırı yansız olduğunu ileri
sürmektedirler. Yani bir tür klasiklerin o ünlü
dikotomi varsayımını, ekonominin reel
parametreleriyle parasal parametreleri arasında
kopukluk olduğu varsayımını hatırlatırcasma paranın
süper nötr olduğunu, para politikalarının
kesinlikle etkinlikten uzak olduğunu ve ekonomik
büyüklükler üzerinde hiçbir etki yaratmayacağını
ileri sürmektedirler.
Ricardo denkliği çok önem kazanıyor; çünkü özellikle Ricardo
denkliği maliye politikalarının niçin beklenilen
etkinlikten uzak olduğunu açıklamakta yardımcı
oluyor. Çok kısaca tanımlarsak Ricardo denkliği
özünde nedir? Ricardo'nun 1820'ler-de zaten
değindiği bir nokta, Ricardo denkliği şu: Siz kamu
harcamalarını iki şekilde finanse edebilirsiniz, ya
vergilerle finanse edersiniz, ya borçlanmayla
finanse edersiniz.
Ricardo denkliği diyor ki; "kamu harcamalarının
finansman biçimi, yani ister vergilerle finanse et,
ister borçlanmayla finanse et, reel ekonomik
büyüklükler üzerinde hiçbir etki yapmaz; niçin, niye
fark etmez? Şunun için fark etmez: Bilinen klasik
tez nedir? Efendim, kamu harcamalarını finansman
için siz eğer vergileri artırarak bu işi yaparsanız
klasik görüşe göre nedir? Vergilerin artması
harcamaları kısar; dolayısıyla, tüketimi azaltır, bu
vergiler ve tüketimdeki azalma ölçüsünde ekonomik
büyüme üzerinde olumsuz etki yapar. Dolayısıyla,
vergilerin artırılması, milli gelirin denge
büyüklüğünü düşürür, tüketim harcamalarından kısılma
olduğu ölçüde milli gelirde azalmaya yol açar.
Halbuki Ricardo denkliği tezine göre, yeni klasik iktisatçıların
bakış açısına göre kesinlikle böyle bir etki
yaratmaz. Yani kamu harcamalarını ister vergilerle
finanse edin, ister borçlanmayla finanse edin.
Dolayısıyla, bununla bağlantılı olarak maliye
politikası bu bağlamda etkisizdir, gerekçe olarak
"çünkü" demektedirler. Bugün harcamaların
borçlanmayla finanse edildiğini düşünelim. Devlet,
vergiler yerine borçlanmayı tercih etti. (Şu anda
bizde de yapılmakta olan bu, bizim uygulamaya
çalıştığımız istikrar politikalarımız da bu
seçeneğe ağırlık veriyor).
Borçlanmayla finanse edilen kamu harcamaları milli geliri düşülmez,
hiç fark etmez; çünkü bugün yapılan borçlanmalar
nasıl olsa artırılacak vergilerle finanse edileceği
için ve iktisadi karar birimleri de rasyonel olup
bunu bildikleri için, borçlanma ölçüsünde, yarın
kendilerinden bu borçlarını faiziyle geriye öderken
devletin vergileri artıracağını bildikleri için, bu
onların şimdiden tüketim harcamalarına yönelmek
yerine, gerekli tedbirleri alarak tasarrufa
yönelmelerini, hazırlıklı olmalarını gerektirir ve
dolayısıyla da ister borçlanmayla, ister vergiyle
finanse edin, sonuç değişmez. Çünkü, net bugünkü
değer olarak yarınki paranın bugünkü değeriyle,
bugünkü paranın yannki değeri arasında hiçbir fark
yoktur. Yani sizin 100 birimlik bir paranızın faiz
oranlarına göre yarın alacağı değerle, yann alınacak
paranın bugünkü değeri aynı olacağı için, nötrdür.
Dolayısıyla, para politikasının yanı sıra maliye
politikasının da, vergilerle mi kamu harcamalarını
finanse edelim, yoksa borçlanma yoluyla mı, hiçbir
değişiklik yaratmaz ve bu, milli gelir ve istihdam
üzerinde reel bir etki yaratmaz.
Onun için bu ekolün iktisatçılarına göre en iyi iktisat politikası
iktisat politikasızlığıdır. Yani iktisat
politikalarıyla bir şeyleri düzelteceğim, işte
işsizliği azaltacağım, milli geliri büyüteceğim,
iktisadi büyüme hızını yükselteceğim diye birtakım
programlar yapmanın fazla anlamlı olmadığını, hatta
ve hatta bu tür bir yaklaşımın kendisinin
istikrarsızlık faktörü olduğunu ileri sürmektedirler
bu yeni klasik iktisatçılar.
Peki sonuç olarak iktisat politikalarına ne
getirmişlerdir? İktisat politikalarına getirdikleri,
iktisat düşüncesine getirdikleri yenilik, demin de
söyledik, tekrar ediyoruz, birincisi beklentilerin
önemini vurgulamaktır. Gerçekten de beklentiler çok
önemlidir. Çünkü iktisadi davranışlar, beklentilerle
uyumludur; siz beklentilerinizle orantılı olarak
davranışlarınızı ayarlarsınız. Eğer enflasyonun
düşeceğine ya da yükseleceğine ilişkin beklentiniz
varsa bugünkü tüketim, yatırım, tasarruf
davranışlarınız farklı olacaktır.
Yani beklentilerin, iktisadi oyuncuların bugünkü
davranışları üzerinde son derece önemli etkileri
vardır.
Dolayısıyla, bugünkü değerlerle gelecekteki değerler
arasındaki intertemporel dediğimiz dönemler arası
denge çok önemlidir; ama bu ancak beklentilerle
olmaktadır. Bu beklentileri saptıran, beklentilerde
yanılgıya yol açan da, dediğimiz gibi, şok
niteliğinde beklenmedik, önceden açıklanmadık
hükümet politikalarıdır. Yani bir gecenin ertesi
günü uyanıp devalüasyon kararıyla karşılaşan oyuncu
tabii ki apansız yakalanacaktır. İşte daha
geçenlerde doların birdenbire çıkışı gibi.
Siz şimdi "nasıl olsa Dolar istikrar buldu,
kımıldamıyor" diyorsunuz, TL'ye geçtiniz; ama bir
de bakıyorsunuz ki bir günde 50 b'in lira, 80 bin
lira gibi önemli boyutta artabiliyor ya da esnek
kur sistemi değil de sabit kur sistemi olan bir
sistemde geçen yıl olduğu gibi, Şubat 2001 ayında
hükümetin birdenbire bir devalüasyon kararıyla,
önceden ilan etmesine karşın, para politikasında kur
politikasında yaptığı ani 180 derecelik dönüşün
iktisadi oyuncuları ortada, futbol deyimiyle,
ofsayda düşürerek kötü durumda bırakması gibi. İşte
kaç tane banka battı, gümledi görüyorsunuz, tabii ki
izlenilen iktisat politikalarıyla birebir bağlantılı
bir sorun.
Bu ekol iktisat politikalarına yeni bir hedef ve
yeni bir yöntem getirmiştir; bunun altını çiziyorum;
çünkü son derece önemli. "Ne sonuç çıkarmak
gerekir?" derseniz; beklentilerin yanı sıra, o zaten
işin özü, iktisat politikalarına yeni bir hedef
göstermiştir. Nedir bu hedef? Prof. Baro'nun
deyişiyle, uzun dönem iktisat politikalarının nihai
hedefi "dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme
eşiğinde tutunmak"dır. İktisat politikaları bir
araç. Vatandaşları, bireyleri daha refah içinde,
daha mutlu yaşatmanın araçları, istikrarlı fiyatla,
tam istihdamla sürekli iktisadi büyüme hedefini
yakalayarak iktisat politikalarının ulaşmaya
çalıştığı hedefler vardır. Fakat burada yeni klasik
iktisat ekolü farklı bir şey söylüyor. "İktisat
politikalarının nihai hedefi, dengeli ve
sürdürülebilir bir büyüme eşiğinde tutunmaktır"
diyor. Bu önemli bir kavram, örneğin bizim IMF'yle
yaptığımız son 17. ve 18. Stand-by anlaşmalarına
bakın, orada da programın hedefi olarak
sürdürülebilir, İngilizce "sustainable" dedikleri,
şoklara karşı dayanıklı, bir daha kolay kolay krize
düşmeyecek bir makro ekonomik denge kurarak
ekonominin böyle sürdürülebilir bir büyüme eşiğine
oturtulması. Yeni klasik iktisat ekolünün, iktisat
politikasına getirdiği bu hedef tanımı aynen bizim
programımızda harfiyen yer almaktadır. Bir defa
iktisat politikalarına çok yeni bir hedef
göstermişlerdir.
İkincisi, üç farklı noktada yeni bir yöntem, iktisat
politikalarına yeni bir tarz getirmişlerdir; bu
yöntemler nedir? Birincisi şu: İktisat
politikalarının etkinliğinin, bizzat bu
politikaların ve politikaların arkasındaki devletin
kredibilitesine, güvenilirliğine dayanmasıdır. Yani
kredibl, inanılır olmayan, güvenilir olmayan bir
iktisat politikasının başarılı olma şansının sıfır
olduğunu vurgulamışlardır. Nitekim bakın, teknik
açıdan kendi içinde son derece tutarlı ve
"olanaklar-seçenekler bağlamında" "doğru"
diyebileceğimiz istikrar programımız (kuşkusuz küfür
yemek olasılığını da
göz önünde tuttuğum için, bu kadar sıkıntı çekilen,
böylesine ciddi ve derin bir kriz içindeyken bu
uygulanan iktisat politikalarına doğru demek yürek
ister) bir türlü başarılı olamamakta ve hedeflenen
canlanmaya ulaşılamamaktadır. Onun için, "doğru"
derken bunu çok iyi tanımlamak gerektiğini
düşünüyorum ve teknik anlamda, tutarlılık anlamında
doğru olmasına karşın "Ekonomideki amaçlanan
düzelmenin, canlanmanın hâlâ
gerçekleştirilememesinin nedeni nedir?" diye sorsam
ne dersiniz?
Halkın, vatandaşın, iktisadi oyuncuların maalesef bu
koalisyon hükümetine hâlâ tam bir güven duymaması,
yani bu hükümetin kredibilitesinin olmaması ve
sergilediği kimi zamanlama yanlışları ve
tutarsızlıklar programın başarılı olmasını
engellemektedir. İkincisi, yöntem olarak getirdiği
"takdir" dedikleri yeniliktir, İngilizce'de "discretion"
deniliyor. Takdire dayalı, yani belirli koşullara
göre hükümetin o andaki keyfine göre takdir ettiği
şekilde değil, iktisat politikalarının bir kurala (rule)
dayanması gerektiğidir. Bu çok önemli; çünkü çok
tartışılmaktadır. Yani belirli koşullar altında
koşulların gerektirdiğini yapar hükümetler. Ne
gerekiyorsa koşullar değişince o da değişir. İyi
ama, siz bunu yaptığınız zaman -bu ekolün bakış
açısına göre söylüyorum- ne yapmış olursunuz?
Rasyonel beklentilere sahip iktisadi oyuncuların
beklentilerini tuzağa düşürmüş, saptırmış olursunuz.
Dolayısıyla, iktisat politikaları takdire dayalı
değil, kurala dayalı olmalıdır. Belirli kurallar
önceden ilan edilmeli, saptanmalı ve bu kurallardan
da kolay kolay sapılmamahdır. Dolayısıyla, kural
temelli iktisat politikalarının, yöntem olarak
önemini vurgulamışlardır.
Devletin rolü de çok ilginçtir. Günümüz
tartışmalarında, bildiğiniz gibi, devletin
ekonomiden giderek dışlanması, küçültülmesi hâlâ
tartışılıyor. Bu yeni klasik iktisat ekolü, özünde
liberal ve piyasacı olmasına karşın, klasik
iktisatçılardan ve moneta-ristlerden ayrıldığı bir
nokta da şudur: Devlete önemli bir işlev
vermektedir. Çok önemli, bu yeterince vurgulanmıyor.
Devlet, oyunun kurallarını koyucu ve bu kuralları
kollayıcı bir işleve, role, göreve sahiptir bu yeni
klasik iktisatçılarda. Yani oyunun kurallarını
koymalı ve bütün oyuncuların bu kurallara uymasını
da sağlamalıdır, rekabet yasalarıyla, anti-damping
gibi uygulamalarla tüketicileri kollayarak, tekelci
güçlerin oluşmasını engelleyerek, oyunun kurallarına
uygun oynanmasını sağlayıcı bir görev
üstlenmektedir.
Oyunun kuralları derken; istikrarlı ve inanılır bir
oyunun kurallarından söz etmektedir bu
iktisatçılar, istikrarlı ve inanılır. Dolayısıyla,
kredibl olan bir oyun; eğer böyleyse bu kurallar
çerçevesinde özel sektörle kamu sektörünün
işbirliğine dayanan uyum içinde çalışmasını, oyun
teorisi kapsamında savunmaktadırlar. Yani; tamamen
kamu sektörünü ve devleti dışlayan, saf, yeni sağ
liberal politikalardan farklı bir şey
söylemektedirler yeni klasik iktisatçılar. Kamu
sektörüyle özel sektörün, önceden saptanmış inanılır
ve istikrarlı kurallar çerçevesinde işbirliği
yapabileceğini düşünmektedirler. Bu oldukça değişik
ve ilginç bir tezdir. Çünkü, piyasayı savunan
iktisatçılara göre, devletin ekonomide yeri yoktur.
Devlet, klasik koruyucu devlettir; adalet hizmeti
sağlar, ulusal güvenlik hizmeti sağlar, iç güvenliği
sağlar, ama ekonomide devletin yeri yoktur.
Halbuki yeni klasik iktisatçılar devletin özel
sektörle işbirliği yapması koşuluyla (ama
işbirlikçi bir oyun teorisi kapsamında, "Nash
Dengesi" bağlamında değil. Yani oyun teorisinin iki
ana varyantı, bildiğiniz gibi bir tanesi işbirliği
yapılamayan konumlar, işte o tutukluluk ikilemini
doğuran ve dolayısıyla Nash Dengesiyle ekonomilerin
ne kadar rasyonel çalışırlarsa çalışsınlar sonucun
aleyhlerine olacağı tezinden farklı olarak)
ekonomide olumlu sonuçlar alınabileceğini, özel
karar birimleriyle kamu karar birimlerinin uyum
içinde çalışabileceği ve bunun da ekonomik
etkinliğe, ekonomik refaha getirebileceği olumlu
katkı, bunu vurgulamaktadırlar.
Beni dinlemek nezaketini gösterdiğiniz için, az
sayıda dinleyicime şükran duyduğumu ve
teşekkürlerimi bildirerek sözlerimi burada
noktalıyorum.
İsterseniz beraber sorularınızla konuyu birazcık
daha açalım, geliştirelim.
SORU: Hocam, son bir noktaya değindiniz. İçsel
büyüme teorileri. Mesela; Amerika'daki bu
1990'lardaki çok büyük büyüme oranlarını, meşhur
Slikon Vadisini, devletin büyük firmaları
yatırımlar konusunda yönlendirilmesini, Güneydoğu
Asya örneğini; yani devletin yönlendirici, müdahale
edici şekilde davrandığı içsel büyüme teorileriyle
açıklayabilir miyiz yeni klasik iktisadın bu son
aktardığınız cümlelerini?
CEVAP: Evet, tabii ki ben ayrıntılarına girip ona
değinemedim; ama içsel büyüme teorileri, yani
özünde teknolojideki atılımların, devinimlerin, ritm
değişiklerinin ekonomik büyümenin temel nedeni
olduğu, insani yatırımların, insana yapılan
yatırımların, beşeri sermayeye yapılan yatırımların
ve içselleştirilmiş dışsallıkların ekonomik
büyümede esas belirleyici olduğunu ileri süren
görüşlerle -verdiğiniz örnekte de olduğu gibi-
Amerika'daki o meşhur Slikon Vadisi, şu mikroçip
alanında yapılan teknolojik atılımların iktisadi
etkinliklere getirdiği korkunç etkiyi bir düşünün
1980'li yıllardan günümüze. Bu büyük bir ivme
getirmiştir ve en son Clinton döneminde de Amerika
tarihinde "boom" denilen o büyüme süreci
yaşanmıştır, bu neyle olmuştur?
Tamamen içsel büyüme teorilerinin de açıklamaya
çalıştığı gibi bu teknolojide, mikroçip alanındaki
devrimle olmuştur. Dolayısıyla, devletin de işte
burada bu tür teknik gelişmeleri, özellikle Ar-Ge
dediğimiz Araştırma-Geliştirme yatırımlarına
uygulayacağı örneğin vergi bağışıklıklarıyla, bu
alanda getireceği teşviklerle bunu destekleyerek ve
bizzat kendisinin de kamu kuruluşlarında bu tür
şeylerin öncülüğünü yaparak ekonomik büyüme
sürecine olumlu etkileri olucaktır. Bugün dünyanın
en zengin adamı kim? Bili Gates, niye? Sıfırdan
başlamış, hiçbir sermaye birikimi olmayan, tamamen
bilgisini kullanarak, kafasıyla, bilgisiyle,
emeğiyle dünyanın en zengin insanı olabiliyorsa bu
kadar kısa bir süre içinde bir insan, bu korkunç bir
perspektif, korkunç bir potansiyel, bir olanak
olduğunu göstermektedir ekonomilerin önünde.
Dolayısıyla, bunu içsel büyüme teorileriyle gayet
güzel açıklayabilirsiniz.
SORU:
Hocam, mesela, iki senede bir Windows'un yeni
versiyonu çıkıyor, insanlar mecburen alıyorlar.
CEVAP:
Windows 98, Windows 2000 çıktı, işte ürünler ve
saire, tabii tabii, tamamen bu, gayet güzel, yani
benim söylediğim teorik şeyin siz somut olarak
örneğini vererek somutlaştırdınız, teşekkür ederim.
SORU:
Kamu açıklarını kapatmadan, devletin, daha çok
vergiler yardımıyla bu açıklan vergileri artırarak
kapatacağını söylediniz. İç borçlanma yolundan daha
çok tercih edilen bir yöntem bu. Fakat Türkiye'de
son yıllarda özellikle 1980-1990 arasında
monetarizasyon yoluyla da bu tür kamu açıkları
kapatılmaya çalışılmadı mı?
CEVAP:
Bir defa ben "vergiler yoluyla" demedim, herhalde
bir yanlış anlama oldu. İki yöntem olduğunu
söyledim, bunun vergiler yoluyla da
yapılabileceğini, borçlanma yoluyla da
yapılabileceğini; hatta şunu söyledim
hatırlayacaksınız: Türkiye'de son uygulamaların
borçlanma yoluyla finansman olduğunu söyledim.
Devlet yeterince vergi alamıyor, etkin vergi
toplayamıyor. Aldığından çok alıyor, ama bir kısım
mükelleften ise hemen hiç alamıyor. Çünkü namuslu,
dürüst esnaf, sanayici, işadamı vergisini veren ya
da kaçıramayan diyelim, çok veriyor; ama Türk
ekonomisinde çok büyük oranda da vergi dışı kalan,
vergi kaçıran bir kesim olduğunu biliyoruz.
Toplam vergi yükü, Gayri Safı Milli Hâsıla oranı
olarak OECD ülkelerinin, dünyanın gelişmiş
ülkelerinin altında; ama sadece vergi verenlere
indirgeyerek baktığımızda da çok ağır bir vergi
yükü olduğunu, özellikle dolaylı vergilerin KDV
başta olmak üzere çok yüksek olduğunu, vatandaşın bu
vergiler altında artık çok sıkıntı çektiğini gördüğü
için devletin vergileri artırarak finansmanı
herhalde pek düşünmediğini söylemek mümkün. O zaman
geriye, gözlediğimiz borçlanma yoluyla finansman
kalıyor.
İşte Ricardocu denklik bu ekol iktisatçıları
mantığına göre -geçenlerde, 1 ay önce bunu Deniz
Gökçe de makalesinde yazdı, zaman zaman çok
tartışılıyor- fark etmez, yani ister vergilerle
yap, ister borçlanmayla yap, Ricardocu denklik
açısından bunun reel büyüklükler üzerinde, yani
istihdam, milli gelir, iktisadi büyüme, enflasyon
ve saire üzerindeki etkilerinin fazla olmayacağını,
bir şeyi değiştirmeyeceğini, aynı sonucu vereceğini
ileri sürmektedirler. Ama vergileri artırarak vergi
yoluyla finansman, çok açıktır ki bugün için
daraltıcı politikalar bağlamında hemen ekonomik
büyüme üzerinde olumsuz etki yapmaktadır.
Yani daha da artırılan vergi, daha az tüketim, daha
az harcama, dolayısıyla milli gelirde belirli bir
daralma, küçülme anlamına gelmektedir. Yani geçen
yıl yaşadığımız rekor, ikinci Dünya Savaşı ndan bu
yana en yüksek daralma oranı herhalde durup
dururken tesadüfen olmadı. İktisât politikalarının
bir uzantısı, izlenilen iktisat politikaları
maalesef bunu zorunlu kılıyor. Yani siz talebi
daraltmadan, milli geliri küçültmeden enflasyonu
düşüremiyorsunuz. O kısa dönemde Phillips Eğrisinin
gösterdiği işsizlik ikilemi kısa dönemde her zaman
için var; uzun dönemde ancak ortadan kalkabiliyor.
Devletin son zamanlarda monetarizasyona giderek para
bastığını ileri sürmek pek insaflı ve gerçekçi
olmaz. Çünkü para politikasına ve Merkez Bankası
rakamlarına baktığınızda öyle aşırı bir
monetarizasyona gidilmediğini görüyoruz. Parasal
tabanda, parasal hedeflerde, yani net iç
varlıklarda olsun, rezerv parada olsun, Merkez
Bankası parasında olsun, öyle aşın, ekonominin
devinimiyle orantısız bir parasal genişleme
gözlenmiyor. Yani, adını koymak gerekirse son
dönemlerde izlenen iktisat politikalarının sıkı para
politikaları olduğu rahatlıkla söylenebilir ve bu
konuda da gayet tutarlı. İşte o anlamda zaten
söylüyorum. Para ve maliye politikalarının kendi
içindeki tutarlılığı açısından da izlenen iktisat
politikalarının tutarlı olduğu söylenebilir.
Buna bir de kur değişkenini ekleyin, kur, faiz ve
parasal büyüklükler arasındaki ilişki gayet ölçülü
ve tutarlı götürülmeye çalışılmaktadır. Bir sapma,
beklenmedik bir gelişme olmadıkça, işte geçenlerde
Sayın Başbakanımızın rahatsızlığının nasıl
piyasaları olumsuz etkilediğini, dolayısıyla hâlâ
piyasaların nasıl kırılgan olduğunu gördük.
Dolayısıyla, böylesine kırılgan, böylesine krize
açık bir ekonomik yapıda demek ki siz henüz o
krizlere karşı güvenilir ve güçlü bir denge
kuramamışsınız, daha oradan oldukça uzak olduğunuzu
gösteriyor. Yani, gidişat ancak olumlu diye
nitelendirilebilir. Bir sapma olmadığı sürece, hani
"tünelin ucunda ışık görüldü" denilebilir. Ama onun
ötesinde bugün için aşırı bir iyimserliğin Con Ahmet
mantığıyla "hah tamam işte oldu, bu sefer hallettik,
ekonomiyi kurtardık, dengeleri oturttuk" demenin
bilimsel ve anlamlı olmadığı çok açık.
SORU: Bizim itiraz edemeyeceğimiz bir şekilde,
uygulanan politikaların tutarlılık derecesinde
doğru olduğunu söylediniz. Ben şöyle bir şey
söylemek istiyorum: Dalgalı kura geçtik, dövizin
fiyatı piyasada belirleniyor, Hükümet müdahale
etmiyor, Merkez Bankası faizle çok nadir
aralıklarla oynuyor. Ama Türkiye'de bazı şeyler iyi
gitmiyor. İşte sanayi kapasite kullanım oranı arttı,
yani bunlar iyi giden şeyler, birkaç tane var,
ihracatımız artıyor; ama dolar yükseldiği zaman
sürekli oynuyorlar. Fakat IMF'den en son yine
tekrar tehdit gibi birtakım mesajlar aldık ve şu
anda Kıbrıs'ın AB'ye üye olma olayı var. Biz ne
kadar IMF'den yardım alırsak ya da ne kadar çok
yabancı ülkelere bağımlı kalırsak, bu aşamada
sürekli tavizler vermek zorunda kalıyoruz; buna ne
diyorsunuz?
CEVAP: Siz ekonomik bağımsızlığınızı yitirdiğiniz
ölçüde siyaseten de bağımsız olmanız mümkün
değildir. Yani böylesine dış dünyaya el açıp,
IMF'nin yardımlarına muhtaç bir hale gelmiş
ekonominin, dış politikada çok bağımsız, çok onurlu
bir politika güdemeyeceği çok açık. Bu da kuşkusuz
her Türk vatandaşını üzücü, rencide edici bir durum;
ama elden bir şey gelmiyor.
Elden gelen şu: Bir an önce ekonomik sorunlarımızı
çözüp, makro dengelerimizi sağlayıp, ele güne
muhtaç olmaktan kurtulmak. Yani izlenilen
politikaların başarılı olması bu anlamda
Türkiye'nin ileride belki bugün için değil; ama
ileride bu gibi konularda ulusal çıkarlarını daha
iyi savunabilecek bir konuma gelmesi açısından da
arzu edilen bir şey.
Türkiye henüz borçlu olmakla bir şey vermiş değil;
ama şu anda çok büyük bir kıskaç altında olduğumuzu
siz de söylediniz. İşte Güney Kıbrıs'ın, Kıbrıs'ın
da, biz Güney Kıbrıs diyoruz, aslında dünya "Kıbrıs"
diyor, onlar öyle bir ayrım yapmıyor, Kuzey Kıbns-Güney
Kıbrıs ayrımını maalesef biz yapıyoruz. Maalesef
onlar Kıbrıs diye bizi görmezlikten geliyorlar.
Diyelim Güney Kıbns, Avrupa Birliği'ne girdiği zaman
oradaki bizim Kuzey Kıbns Türk Cumhuriyeti ne
olacak? Türkiye'nin işgali altındaki bir Avrupa
Birliği toprağı olacak. Siz o konumunuzu ne kadar
daha sürdürebilirsiniz? Yani o konumda Türkiye "Ben
Kıbrıs'ın bu konumunu sürdüreceğim" demekle ne kadar
dayatabilir? Mümkün değil, arkasından hemen Ege
sorunu gelecek, göreceksiniz. Yani kaçınılmaz bir
şey.
SORU: Hocam, aslında benim söylemek istediğim şu:
Gazetelerde yazılar falan görüyoruz, "Ekonomi iyiye
gidiyor." Fakat 19 tane banka kapatıldı, bütün büyük
Türk şirketleri, başta Coca Cola olmak üzere, işte
Toyota falan ne bileyim, hepsi yabancı sermayeli
şirketlere gidiyor, bunları tekrar alıyorlar. Yani
pek düzelen bir şey yok demek istiyorum. Sadece
teorik olarak birtakım şeyler görüyoruz. En azından
izlenilen yol mantıklı; fakat somut bir şeyler yok.
CEVAP: Demin ben de onu söyledim, yani günlük
yaşamımızda gözleyecek ve hissedecek şekilde bir
düzelme yok, bir canlanma o anlamda yok. Ama bazı
makro büyüklüklere baktığımızda, bazı olumlu
gidişatı da görüyoruz. Yani sanayi üretim endeksi
biraz iyi oldu, faizler düşüyor, canlanma henüz
başlamadı; ama yavaş yavaş canlanma sürecine
girmenin ipuçları var.
Dövizdeki istikrar; bakın bugün 2002'deyiz değil mi,
şu anda döviz kuru geçen seneki kurun altında. Bir
yıl geçmiş, Ekim'e kadar çok fırladı, 1.600.000'leri
gördü; ama demek ki dalgalı kur sistemi çok
eleştirilmesine rağmen; çünkü bir ara dalga sadece
yukarıya doğru gitti, hiç aşağıya doğru dalga
olmadı. Gördük ki, Ekim'den bu yana aşağıya doğru da
dalgalanabiliyor. Hatta geçen hafta birdenbire 400
küsur bin liraya çıktı, 493 bin lira oldu, bugün 410
bin lira. Yani gene 493 bin liradan satın alanlar
dolar başına 80 bin lira, 75 bin lira zarardalar.
Demek ki, dalgalı kur sistemi sabit kur sistemine
göre döviz piyasalarını dengeye getirme açısından,
demin de değindiğimiz gibi, bizim iktisatçıların
meşhur piyasa dengesi açısından daha etkili oluyor.
Dalgalı kur sistemi terbiyevi bir işlev görüyor,
spekülatörü daha bir dikkatli olmaya itiyor ve çok
daha büyük risk.
Siz eğer mesela "Tamam, işte çıkıyor" deyip döviz
aldıysanız, "Gene başladı, aldı başını gidiyor
döviz" diye dövize girdiyseniz bakın gene düştü,
hatta belki 1.400.000 lira olacak, 400 binin altına
bile düşebilir, zarar edeceksiniz. Yani risk
faktörünü artırıyor, döviz üzerinde spekülasyon
yapmanın riskini artırıyor.
Dolayısıyla, o anlamda dalgalı kur sistemi çok
tartışıldı; ama yanlış mı, sonuçlarına bakarak
ancak söyleyebiliriz. "Hiçbir şey düzelmiyor, olumlu
bir şey yok" derken biraz haksızlık yapıyorsun gibi
geliyor. Yani bazı olumlu faktörler var; ama şurada
katılıyorum: Bunu hiçbirimiz henüz daha günlük
yaşamımızda hissetmiyoruz.
Ayrıca "enflasyon düşüyor" sözcüğünü de yanlış
anlamamak gerekir. Yani yüzde 10 olan, yüzde
8'lerde olan aylık rakamlar şimdi yüzde 1.8'lere,
yüzde 2'lere düştü; ama hâlâ her ay yüzde 2
artıyor. Hele hele bazı ürünlerde, benzin gibi, et
gibi günlük yaşamımızı en çok etkileyen, günlük
zorunlu gıda maddelerinde ve saire bir rahatlama,
bir ucuzluk filan yok. Bu anlamda enflasyonun artış
hızı düşüyor. Enflasyon henüz ortadan kalkmadı,
hâlâ son yıllık ortalama nedir?. Yüzde 65. Yüzde 65
yıllık ortalamaya makul, kabul edilebilir bir
enflasyon diyemeyiz tabii. Yani yıllık ortalaması
yüzde 65 olan bir ekonomide tabii ki o sıkıntıyı
hâlâ yaşıyoruz; ama artışla yaşıyoruz; ama artış
olumlu bir şey o anlamda.
SORU: Hocam, burada bir şey eklemek istiyorum:
Koçbank yaklaşık olarak bir sene yabancı firma davet
etti, kimse gelmedi, 3 ay içerisinde bir yabancı
ortak buldu. Eğer yanlış okumadıysam dün de
ortaklık anlaşması imzaladı. Sanırım, dünyanın
dördüncü ya da beşinci firması.
CEVAP: İtalyan Uni Credito diye bir şirket, evet,
finansman kuruluşu, bir banka ortak oldu Koçbank'a.
Yani yabancı sermayenin yavaş yavaş Türk
ekonomisine güven duyması söz konusu, istikrarı siz
sağladığınız zaman bu olacaktır. Bugün dünyada
bütün yabancı sermayenin en çok gittiği yer neresi?
Çin, dünya büyük sermaye hareketleri süreci içinde
Türkiye binde 1 bile değil, binde 1 'in altında.
Türkiye, bu yabancı sermayeden binde 1 oranında
yararlandığı ölçüde işte ancak bu kadar; ama daha
çok yabancı sermaye girişi, "Yabancı sermayeye
hayır, kahrolsun yabancı sermaye" sloganıyla bir
yere yarılamadığı çok açık gözüküyor. Gerçi buna
belli çevreler, özellikle sol çevreler, Marksist
çevreler hâlâ karşı çıkıyor, o boyut her zaman var.
Yani siz birisine borçlandığınız ölçüde ona karşı
artık bağımsızlığını zor korursunuz. Borçlanmak,
onun dümen suyuna girmektir ve onun size bazı
zorlamalarına, bastırmalarına, dayatmalarına karşı
direncinizi azaltır, bu kesin. Ama elbette yabancı
sermaye gelip Türkiye'de yatırım yaparsa -doğrudan
yabancı sermayeden söz ediyorum, sıcak paradan ya da
kısa vadeli sermaye hareketlerinden, spekülatif
değil- açıktır ki eğer bana katma değer yaratıyor,
bana istihdam olanakları yaratıyor, bana teknoloji
getiriyorsa, bana iş olanakları açıyorsa, benim
milli gelirimi artırıyorsa kendisi de elbette
kazanacak, kâr transferini yapacak. Yani hiç kimse
size, kara gözünüze, kara kaşınıza, sırf Türkiye'ye
katkı olsun diye gelmez, kendi çıkarları gereği
gelecek; ama biz de bundan yararlanabiliriz.
Bakın, bugün Toyota'nın tamamını Japonlar satın
aldı, Renault aşağı yukarı öyle, Oyak hâlâ var; ama
Renault tamamını almayı düşünüyor. Yabancı
sermayede, Türkiye'ye ilişkin demek ki bir gelecek,
bir umut, bir beklenti var ki geliyor. Pepsi Cola
gitti; ama işte bu arada Demirbank da gitti.
Demirbank örneği, benim içimi cız eder. Bir sürü
bankalar yabancı bankalar tarafından alınıyor. Yani
yavaş yavaş böyle bir yabancı sermayenin Türk
ekonomisine girişi var.
Uzmanların bu konudaki beklentisi, Türk bankacılık
sisteminin Akbank ve Ziraat gibi kamu bankaları
hariç büyük bir oranda yabancı sermayeye açıldığı ve
yakın bir gelecekte Türk banka sisteminin yabancı
sermayenin egemenliği altına gireceği; bu konunun
uzmanları üzülerek bunu gözlüyorlar. Tabii çok da
hoş bir şey değil; ama "Hani yabancı sermaye gelsin
de nasıl gelirse gelsin" demek de doğru değil. Türk
bankacılık sisteminin bugün tamamen yabancı sermaye
tekelinde olmasını kimse savunamaz çünkü finans
sektörü bir ekonominin kalbi gibidir. Yani siz
stratejik bir sektörünüzü yabancı sermayenin
egemenliğine terk ettiğiniz zaman bu sizin tabii
makro dengelerinizi her an olumsuz etkileyebilir.
SORU:
Hocam, onun dışında iç üretimdeki portföyü de
arttırabilir büyük bir olasılıkla; çünkü rekabet
şartlarında yabancı sermayenin girdiği sektörde
içerde üretim yapan firmalarda zorunlu olarak
kaliteyi yükseltmek, insan kalitesini yükseltmek,
üretim kalitesini yükseltmek için böyle bir çaba
gösterilecektir, o da olumlu bir etki yapacaktır.
CEVAP:
Tabii kesin, yani kalite yönünden; teknolojiyi
getirmekle de kalmıyor, arkadaşımızın dediği gibi,
kalite de getiriyor yabancı sermaye. Bugün
Arçelik'in 20 yıl önce ürettiği buzdolaplarına
bakın, belki bazılarımızın evinde hâlâ o eski
modeller var, yürüyen çamaşır makinelerini düşünün.
Bir de şimdiki son ürünlerine bakın, teknoloji ve
kalite olarak hiçbir farkı yok ithal edilen
rakiplerininkinden.
SORU:
İhracat sayesinde oluyor.
CEVAP:
Ama işte yabancı sermaye giriyor; teknoloji, kalite,
standard, rekabet, ihracat, v.d. Bunların hepsi
küreselleşen ekonomide oluyor ve siz rekabet
edebilmek için kaliteli mal üretmek zorundasınız.
Ama dışa açık olmayan kapalı bir ekonomide, 1980
öncesi Türkiye ekonomisinde durum neydi?
SORU:
Yürüyen çamaşır makineleri o dönemlerin üretimleri.
Yani yabancı teknoloji gelmesinden ziyade ihracatın
Türk ekonomisine sağladığı kaliteyi düzenleme işlevi
bu şekilde yerine oturdu. Yani dengeler başka
açıdan; ama teknoloji yatırımıyla değil, bu
teknolojimizin, topluma katılma zorunluluğu
karşısında kalitenin yükselmesi sağlandı.
CEVAP:
Kuşkusuz, küreselleşme, ihracat ve rekabet gerekçesi
zorunluluğu; ama peki o kaliteyi neyle
sağlıyorsunuz? Yani bu işte teknolojinin hiç payı
yok mu? Teknolojinin de herhalde bir katkısı var.
Bilmiyorum; ama şimdi modern bir çamaşır makinesi
üretmenin belli bir teknolojisi var; bu çok geri bir
teknolojiyle çalışıyordu. Örneğin Arçelik, şimdi o
modern teknolojiyle üretiyor, o özeni de gösteriyor,
o yatırımı yapıyor, araştırma-geliştirme
yatırımlarını yapıyor; dolayısıyla da ürünün hiç
farkı yok yabancılarınkinden.
Bakın örneğin, benim bir öğrencim Beko'da çalışıyor,
bana o anlatıyor. Bugün Vestel ve Beko, Avrupa
televizyon piyasasını ve yavaş yavaş da beyaz eşya
piyasasını ele geçirmek üzere. Londra'da satılan
100 televizyonun 80 tanesi Türk televizyonu, ne
kadar gurur verici bir şey, ne kadar güzel bir şey,
insan gurur duyuyor. Siz o kaliteyi yakalamışsınız
demek, çok güzel bir şey. İşte Türk ekonomisinin
umudu burada. Yani ben bizzat biliyorum, sıfırdan
başlayıp birçok ihracatçımızın hangi noktalara
geldiğini; Türkiye'nin potansiyeli, yarını işte bu
ihracatta ve gelecek yabancı sermayede.
SORU:
Bir şey söyleyeceğim: "Beko" dediniz; ama Vestel
parçalanıyor, Vestel başka bir adla Avrupa'ya ihraç
ediyor, yani kendi adını kullanmıyor.
CEVAP:
Kendi adını kullanmasın, tabii Türk adı ve Türk
markası zaten henüz pek sempatiyle karşılanan bir
şey değil. Önemli olan adı değil, kendisi. Yarın o
da inşallah kendi markasıyla, adıyla yapılacak, o da
gelecek.
SORU:
Konuşmanızın başını kaçırdım, daha önce söylemiş
olabilirsiniz. Bugün yeni klasik iktisat okulunun
temsilcileri kimler?
CEVAP:
Onu en başta söyledim. Siz biraz geç geldiğiniz için
kaçırdınız herhalde. Bunların içinde Nobel ödülü de
alan R.E.Lucas, RJ.Barro, T.J.Sargent gibi
Amerikalı akademisyen iktisatçılar ve İngiltere'de
de Patric Minford diye Liverpool Üniversitesi'nde,
daha başka şu anda adlarını sayamayacağım diğer
iktisatçılar da var; ama en ünlüleri bunlar ve yeni
klasik iktisat okulu üniversitelerde, akademi
çevrelerinde saygın bir okul. Kuşkusuz bütün
tezleri, söyledikleri birebir geçerli ve kabul gören
görüşler değil. Fakat ingilizce'de "mainstream"
dedikleri, genel kabul görür şeyler de var
içlerinde. Örneğin, artık bugün kimse beklentilerin
önemini yadsımıyor ekonomide; bunu herkes kabul
ediyor.
Örneğin, Ricardo denkliği dediğim görüş belirli
varsayımlar üzerine oturan bir şey. Ricardo
denkliğinin geçerliliği çok tartışmalıdır ve halen
de tartışılmaktadır. Ricardo denkliğini kabul eden
iktisatçılar da var, etmeyen iktisatçılar da var.
Ricardo denkliği önemli; çünkü Ricardo denkliği
geçerliyse o zaman maliye politikalarının hiçbir
etkisi kalmıyor demektir ki, hepimiz biliyoruz,
maliye politikaları özellikle kısa dönemde pekala
etkili olabiliyor.
Burada yeni klasik iktisadın esas getirdiği katkı
şu: İktisat politikalarının güvenilir, kredibl ve
tutarlı olması gerektiğini vurguluyorlar.
Doç. Dr. Kaya Ardıç
|