Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Yeni Teknolojiler ve Kriz 

"Yeni Teknolojiler ve Kriz" konusunu şu şekilde ele almayı düşündüm: "Başlı başına kriz nedir, neden kriz vardır?" sorusu veyahut da "ne gibi teknolojik gelişme­ler söz konusudur, mikroelektronik teknolojileri, genetik bilimindeki gelişmeler ne düzeydedir?" gibi sorulan ele almaktan ziyade benim burada biraz gündeme getir­mek istediğim, daha çok ele almak istediğim nokta, krizle -dünya ekonomisinde eğer bir bunalım yaşamldığından söz edeceksek- teknolojik gelişmeler arasındaki bağlan­tıyı kurmak. "Acaba yeni teknolojiler krizden çıkmayı mümkün kılar mı?" biraz bu soruyu ele almaya çalışacağım. 

Burada da üç bölümde konuyu ele almakta fayda var: Bunlardan ilki krize ve krizden çıkmaya ilişkin teknolojiye nasıl bir rol yükleniyor, nasıl bir işlev veriliyor. Birinci olarak buna ilişkin iddialar, farklı toplumsal aktörler veyahut da farklı yak­laşımlar neler; bunu nasıl açıklıyorlar? 

İkinci nokta, acaba krizden çıkış ve bu yeniden yapılanma sürecinde teknolojiye ilişkin bu öngörüler, birtakım tespitler acaba ne kadar gerçeklerle örtüşüyor? Bu id­dialar hakikaten doğrulanıyor mu?

Üçüncü boyuttada "Buradan ne gibi sonuçlar çıkartılabilir? Bunun bizim şu an­da yaşadığımız koşullardaki anlamı nedir?" konusunu ele almaya çalışacağım. 

Baktığımızda, 1980'lerden itibaren, bir yandan dünya ekonomisinde bunalım eğilimine ilişkin birtakım saptamalar var -bunların verilerini gerekirse ele alırız; si­zi verilere boğmak istemiyorum- ve birtakım temel dinamikler var. Bu temel dina­miklerden kabaca üçü çok belirgin. Bunlar hepimizin duyduğu, bildiği şeyler. Biri Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku'nun çöküşü. İkincisi, Japonya'nın artan rekabet gü­cü ve dünya çapında uluslararası rekabetin artması. Japonya'nın özellikle '70'li, '80'li yıllarda dünya pazarlarındaki artan rekabet gücüne bağlı olarak dünya çapın­daki rekabetin kızışması. Üçüncüsü de, teknolojide yaşanan niteliksel değişimlerdir. 

Deniliyor ki, Sovyetler Birliği'nin veya reel sosyalizmin çökmesinin temel nede­ni bu teknolojik gelişmelere ayak uyduramamasıdır veyahut da Japonya yeni üretim tekniğiyle yalın üretimle rekabet gücünü artırmıştır yine bu yeni teknolojiler saye­sinde. Üçüncü olarak mikroelektronik ve bilişim sektöründe, yeni ekonomide önem­li ilerlemeler kaydedilmiştir. Dolayısıyla bu üç yaklaşımda da ortak nokta şudur: Ka­pitalist ekonomilerde yeni bir genişleme dönemi başlayacaktır veya başlamak üze­redir bu yeni teknolojiler sayesinde. 

Bu yeni teknolojilerin iki temel özelliği var: Biri bilgi yoğun olmaları, diğeri es­neklik- kapitalizm bu krizden çıkıp kendisini yeniden yapılandırıp bir genişleme dö­nemini başlatacaktır. 

Bu kriz saptamasından hareketle, krizden çıkış ve yeniden yapılanmaya, yani ka­pitalizmin yeni bir döneme, yeni bir aşamaya girmesine ilişkin dört temel iddia var. Bunları kısaca özetleyeyim:

Biri; kitlesel piyasalardan farklılaşmış çeşitli ve daha farklı ürünlerin üretildiği piyasalara geçildiği iddiası var. İkincisi; kitle üretiminden, yani bir üründen yüzler­ce binlerce üretilen kitle üretiminden artık küçük parti tipi üretim, çok daha küçük miktarlarda üretim yapmak da ekonomik ve kârlı olmuştur deniliyor. Dolayısıyla kü­çük firmaların, küçük girişimcilerin önemi artacaktır. Tabii ki özel olarak burada KOBİ'ler kastediliyor. Bunlar da, bu yeni teknolojileri temin edebileceklerdir ve kü­çük miktarlarda üreterek de olsa kârlarını artırabileceklerdir. Üçüncü olarak; yeni teknolojiler sayesinde işgücünün niteliği artacaktır. Dördüncü olarak; eski ve otori­ter olan Taylorist ve Fordist denilen üretim biçiminin yerine daha demokratik, daha katılımcı, çalışanların da hem üretim sürecinde hem yönetimde söz sahibi oldukları, daha işbirliğine dayalı bir üretim süreci gerçekleşecektir. Söylenilen iddialar bunlar. 

Biraz sonra bu iddiaların somut uygulamalardaki sonuçlarına, acaba sınandıkla­rında ne kadar gerçekleşmiş olduğuna bakacağız. "Yeni teknolojiler sayesinde istih­dam artacak, işsizlik azalacak, çalışma koşulları düzelecek, KOBİ'ler yaygınlaşa­cak" gibi iddialar gerçekten gerçekleşiyor mu; buna bakmaya çalışacağız. Burada bütün bu konuştuklarımız çerçevesinde kilit soru şu oluyor, şu soruyu cevaplamamız gerekiyor: Kapitalizm yeni teknolojileri ve üretici güçleri geliştirme niteliğini de­vam ettirmekte midir? Yani kapitalizmin bu üretici güçleri geliştirici niteliği devam etmekte midir?

Burada üç ana görüş var: Liberal yaklaşım, sosyal demokrat veya reformcu yak­laşım, üçüncüsü de Marksist yaklaşım. Bunların içerisinde liberallerin dedikleri "Evet, kapitalizmin üretici güçleri geliştirme niteliği devam etmektedir; yeter ki pi­yasaya müdahale edilmesin." Yani devlet gibi kurumlar piyasaya müdahale etmesin­ler, dolayısıyla evet teknoloji dışarıda bir yerde geliştirilir, ama bir şekilde zamanla piyasa kendi mekanizmalarıyla içselleştirecektir, dolayısıyla da üretici güçlerin ge­lişmesiyle beraber kapitalizmin krizden çıkması mümkün olacaktır. 

İkinci yaklaşım, "Evet, ama..." diyen yaklaşım. Daha çok sosyal demokratların söylediği "Evet, kapitalizm üretici güçleri geliştirmeye devam etmektedir, böylece evrimci bir yolla kapitalizmin sonu gelecektir. Yeter ki yeni teknolojilerin üretim ar­tışlarıyla beraber bize sağladığı olanaklar önünde, bölüşüm mücadeleleri piyasada ortaya çıkan aksaklıklar, mesela tekelleşme, engel olmasın. Dolayısıyla devlet mü­dahale etmelidir, bu piyasadaki aksaklıkları ortadan kaldırmalı, bölüşüm mücadele­lerine müdahale etmelidir ki, teknolojinin nimetlerinden bütün toplumsal kesimler faydalanabilsin. 

Burada bir parantez açarak, bu yaklaşımın tam tersi bir kavrayışa sahip bir akım­dan bahsetmek istiyorum. O da Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan sonra geliştirilen ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra yaygınlaşan "tekelci kapitalizm" veya "tekelci devlet kapitalizmi" denilen bir okuldur. Onlara göre de kapitalizm üretici güçleri, yeni teknolojileri geliştirme niteliğini kaybetmiştir. Bunun temel nedeni tekelci dö­neme girilmesiyle beraber ortadan rekabetin kalkmasıdır. Rekabet kalktığı için belli teknolojileri elinde bulunduran tekeller yeni teknolojilere yatırım yapmazlar, dola­yısıyla da bu teknolojilerde büyük niteliksel gelişmeler olmaz, sadece bazı ufak te­fek, niceliksel birtakım değişiklikler vardır. Bu kavrayışı da parantez içerisinde be­lirtiyorum. 

Burada biraz daha ön plana çıkartacağım ve savunduğum Marksist perspektife göre ise, kapitalizm üretici güçleri geliştirebilir, teknolojiyi geliştirebilir, ama bu da­ha çok o günün tarihsel-politik koşullarına bağlıdır. Üretim ilişkileriyle, üretici güç­ler arasındaki, hatta sınıf mücadelesi arasındaki ilişkilere, çelişkilere bağlıdır. Dola­yısıyla da, teknolojileri geliştirebilir, fakat bu krizden çıkmak için gerekli bir koşul­dur, yeterli değildir. Dolayısıyla da yeni teknolojilerin geliştirilmesi aslında insanlık adına büyük ve çok ağır toplumsal bedeller pahasına olabilir. Bunu biraz sonra da­ha derinleştirmeye çalışacağım. 

Şu ana kadar konuştuklarımı konunun birinci boyutu olarak toplarsak, ikinci ve asıl dikkat etmemiz gereken önemli bir başka boyut şudur: Birinci ve ikinci yakla­şımda -liberal, neoliberal veyahut da sosyal demokrat reformcu yaklaşımlarda- or­tak varsayım, bahsettiğim gibi, dışarıda bir yerde bir teknoloji var, laboratuarlarda, orada burada geliştiriliyor ve bu teknolojinin nimetlerinden hepimiz bir şekilde fay­dalanabiliriz, bu konuda hepimizin ortak çıkarı vardır. Buna dayalı olarak da kriz­den çıkılacağı ve bir yeniden yapılanmaya girileceği öngörülüyor. O zaman şu soru­yu soralım: Acaba bunlar krizden çıkarken, teknolojiye bu kadar önemli bir rol ve­rirken, kilit bir rol verirken acaba krizi nasıl ele alıyorlar? O taktirde ikinci boyut olarak şu soruyu cevaplamaya çalışalım: Bu yaklaşımlar acaba krizi nasıl açıklıyor­lar ki, teknolojiye burada belirleyici bir rol veriyorlar? 

Bu yaklaşımların kriz teorilerine baktığımızda, birinci yaklaşım olan liberal yak­laşım, büyük ölçüde kriz olmadığını veya krizin büyük ölçüde olmayacağını ve kri­zin birtakım arızalardan veya birtakım politik hatalardan ortaya çıktığını söyler. Bu­nun temel nedeni de, devletin uyguladığı iktisat politikalarının yanlışlığıdır. Dolayı­sıyla da ortaya bir eksik tüketim çıkmışsa, arzın talepten fazla olması aslında bir so­nuçtur ve bunun temel nedeni de piyasadaki arz ve talep mekanizmasına devletin müdahale etmesidir, o süreçleri bozmasıdır, piyasayı kendi dinamiklerine bırakmamasıdır. 

İkinci yaklaşım olan sosyal demokrat veya reformcu yaklaşıma baktığımızda, krizi ortaya çıkaran temel neden eksik tüketimdir; yani arz daima talepten fazladır. Bu eksik tüketimin nedeni nedir diye baktığımızda, talebin yetersiz olduğu söylenilir. Yeteri kadar talep yoktur, onun için arz ve talep örtüşmemektedir, dengeye gel­memektedir. Talebin yetersiz olmasının iki ana nedeni vardır: Birincisi, çalışanların işe gelmemeleri, işe geç gelmeleri, anlamsız bir direniş göstermeleri, grev yapma­ları gibi şeylerden verimliliğin düşmesi. İkincisi, sermayedarların da, işverenlerin de yeteri kadar yatırım yapmamaları veya yatırımlarını spekülatif alanlara kaydır­malarıdır. Bunlara "rantiye" denilir, yani sermayelerini üretken yatırımlara, istih­dam yaratacak yatırımlara kaydırmıyorlar, belki daha fazla kâr güdüsüyle speküla­tif alanlara kaydırıyorlar; hepimizin bildiği repolara, hazine bonolarına, böylece fa­aliyet dışı gelirler elde ediyorlar. Dolayısıyla da istihdam artmıyor, insanlar işsiz ka­lıyorlar, yeteri kadar da talep olmuyor, bundan dolayı krize giriliyor deniliyor. Tek­rarlıyorum, bu iki yaklaşımın da ortak zeminini oluşturan varsayım "dışsal olarak, tamamıyla ekonominin dışında, toplumsal ilişkilerden bağımsız geliştirilen yeni teknolojiler arzla talep arasında yeniden bir denge tesis edebilir". Örtük varsayım bu, yani yeni teknolojiler geliştirilirse uyuşmayan arzla talep pekala uyumlu hale getirilebilir. Bunun için bizim yeni teknolojiler geliştirmemiz gerekir. Liberallerin dedikleri "Piyasayı kendi güçlerine bırakın", sosyal demokratların dedikleri ise "Devletin müdahalesiyle, devletin düzenlemesiyle tekrar arz ve talep dengeye gele­bilir; yeter ki devlet müdahale etsin veya yeter ki kimse karışmasın, piyasa kendini düzenlesin." 

Benim savunduğum Marksist yaklaşıma göre ise, eksik tüketim bir sonuçtur; ne­den değil. Dolayısıyla nedenlerle sonuçları ayırt etmemiz lazım. Bunun arkasında yatan asıl neden, biraz sonra verilerle ortaya koymaya çalışacağım gibi, rekabet bas­kısıdır. Rekabet baskısı sermayedarları daha fazla kâr etme güdüsüne sevk eder, do­layısıyla daha fazla kâr edebilmek için maliyetleri düşürmeniz gerekir. Maliyetleri gerçek anlamda düşüren temel etken teknolojidir. Ücretleri düşürebilirsiniz vesaire, ama asıl temel etken yeni teknolojilerin geliştirilmesidir. Yeni teknolojilerin gelişti­rilmesi büyük ölçüde işsizliğe yol açar; bu birinci nokta. Ama yeni teknolojilerin başlı başına işsizliğe yol açtığı, başlı başına çalışanların ücretleri aşağıya çekildiği için eksik tüketim ve talep yetersizliği ortaya çıkmaz; burası önemli nokta. Asıl ne­den dediğim gibi rekabetten dolayı yeni yatırımlarla, yeni teknolojilere yapılan ya­tırımlarla üretim kapasitesi sürekli artar. Biliyorsunuz bir tüketim maddesi -araba gi­bi bir şeyi- yapabilmek için önce bir üretim aracının olması lazım. Yani arabayı ya­pabilmek için birtakım robotlar kullanırsınız, otomasyon makineleri, hareketli bant­lar kullanırsınız, bir bilgisayar yapabilmek için çip kullanırsınız; dolayısıyla birta­kım üretim araçlarına ihtiyaç vardır. İşte bu üretim araçlarına yapılan had safhada yatırımlar daima üretim araçlarının kapasitesini tüketim nesnelerinin, piyasada satı­labilir nesnelerin kapasitesinden daima daha yukarda tutacaktır. Bu tamamen reka­betten kaynaklanan bir husustur. Doğrudan doğruya talep yetersizliğinden, insanla­rın ücretlerinin üzerine basılmasından kaynaklanan bir şey değil veyahut işsiz kal­masından değil, bizatihi kendisi bunun tamamen üretim sürecinde fazla üretime yapılan yatırımdan kaynaklanmaktadır. Biraz sonra bunu verileriyle ortaya koymaya çalışacağım. 

Toparlayacak olursak, bu iki yaklaşımdaki temel varsayım teknolojinin bir kere bağımsız olduğudur; birinci vurgu bu. İkincisi, krizle ilişkisini kurduğumuzda yeni teknolojilerin verimlilik artışına yol açacağı, bu verimlilik artışının fiyatları düşüre­ceği beklentisidir. Fiyatlar düşerse biliyorsunuz arz ve talep arasındaki ilişki uyarın­ca talep artar. Dolayısıyla talebin artacağı, talebin canlanacağı, bu vesileyle piyasa­ların tekrar büyüyeceği, genişleyeceği, -mantık silsilesini, neden-sonuç ilişkisini açıklamak istiyorum- dolayısıyla karlılık beklentileri artan sermayedarların da yatı­rım yapacakları varsayılır. Yatırım yaptıkları zaman bu da, istihdamı artıracaktır. Mantık bu ve bundan dolayı teknolojilere krizden çıkışta, sistemin krizden çıkıp kendini yenilemesinde belirleyici rol verilir. Bu mantık ilişkisini bizim iyi kavrama­mız gerekiyor ve bunu sorgulamamız gerekiyor, "Acaba hakikaten süreç öyle mi iş­lemektedir" diye. 

Son bir varsayım da, "teknolojik gelişmede üretim artışından, üretkenlik artışla­rından bütün toplum faydalanacaktır. Dolayısıyla bu bütün toplumun çıkarınadır, bu­na itiraz etmeye gerek yok; bu hepimizin faydasınadır".

Bu iddiaları ana hatlarıyla ele aldıktan sonra ikinci ana başlığa gelebiliriz: Aca­ba bu iddialar ve bunların altında yatan varsayımlar biraz evvel ifade ettiğim gibi doğru mu? Gerçekliğe baktığımız zaman somut verilerle doğrulanıyor mu? Bunları eleştirel bir süzgeçten geçirdiğimiz zaman, ortak özellik olarak, biraz evvel de ifade ettiğim gibi gördüğümüz nokta şu: Bu iki yaklaşımda -liberal ve sosyal demokrat yaklaşımlar- teknoloji üretim ilişkilerinin çelişkilerinden, sınıf mücadelesinden ta­mamen bağımsız olarak ele alınır. Dolayısıyla da " Kim yatırım yapıyor, ne amaçla teknolojiler geliştiriyorlar, ne tür teknolojiler geliştiriyorlar?" konuları ikinci plana bırakılıyor, "Teknolojinin gelişmesi hepimizin faydasınadır" temel varsayım bu. Halbuki burada öne sürmeye çalıştığım Marksist yaklaşıma göre ise, kapitalist bir toplumdan söz ediyorsak eğer, buradaki teknolojik gelişmeyi, bu sistemin temel özelliklerinden bağımsız olarak ele almamız mümkün değildir. Burada da şu soruyu sormak gerekir: "Peki, kapitalist bir toplumda teknolojik gelişmenin temel belirle­yenleri nelerdir? Neye göre teknoloji geliştirilir veya değişim söz konusu olur?" O da biraz evvel söylediğim gibi üretim ilişkileriyle bağlantılıdır. İki temel neden var­dır: Biri yine biraz evvel değindiğim gibi sermayeler arasında bir rekabetin olması­dır. Had safhada rekabet, sermayelerin diğerlerinden daha fazla kâr elde edebilmesi, amiyane tabiriyle pastadan daha fazla pay alabilmek için mücadelesinde rekabet gü­cünü artırabilmek için teknoloji belirleyici bir öneme sahiptir. Maliyetleri düşürme veya kârı -artıdeğer de diyebiliriz- artırma hususu. 

İkinci neden, aynı zamanda sermayeyle emek arasındaki ilişkiler ve sınıf müca­delesinin koşulları da, ne tür bir teknolojinin geliştirileceği, bu teknolojinin ne amaç­la geliştirileceğinde çok önemli bir faktör. İşçi sınıfının örgütlülüğünü kırmak, emek sürecini parçalara ayırmak, zayıflatmak ve emek sürecinde bir denetim sahibi ol­mak, yönetim sürecinde bir denetim sahibi olmak. Bu amaçlarla da teknolojiler ge­liştirilir. Bilmiyorum geç mi kalındı, ama şunu baştan söylemekte fayda var: Tekno­lojilerden anlaşılması gereken dar anlamda yeni bir makine, otomasyon aleti değil. Teknolojilerden kastım şudur: Teknolojinin iki boyutu vardır. Biri üretim araçları, ikincisi üretimin örgütlenmesi, makine ve insan emeğinin bir araya getirildiği üre­tim organizasyonu. Bu ikisini beraber geniş anlamda ele almamız gerekiyor, dar an­lamda değil. Dolayısıyla bunları eleştirel bir şekilde süzgeçten geçirdiğimiz taktir­de, birinci tespitimizin bu olması gerekiyor. Toplumsal ilişkilerden, üretim ilişkile­rinden bağımsız olarak ele almamak gerekiyor. İkincisi, bu yaklaşımların teknolojik gelişmeyle bağlantılı olarak ileri sürdükleri kriz teorisi yanlıştır. Evet, verimlilik ar­tış hızı düşmektedir ve bundan dolayı sistem krize girmektedir, ama verimlilik artı­şının düşmesinin nedeni, biraz evvel söylediğim gibi ve onların iddia ettikleri gibi sermayedarların istihdam yaratacak yatırımlar yapmamaları, onların gidip de para­larını spekülatif alanlara kaydırmaları -rantiye olmaları- değil, veyahut da işçilerin sendikalarda daha fazla ücret için mücadele etmelerinden, anlamsız birtakım dire­nişlerde bulunmalarından değil -verimlilik kapitalist toplumda düşmez, verimlilik artar; verimlilik artış hızı düşer- yatırım artış hızının düşmesidir. Yatırım artış hızı düştüğü için, verimlilik artış hızı düşmektedir. Öbür nedenlerden dolayı değil, ser­mayedarların beceriksizliği, yanlış politikalar izlemesi, işçilerin direnişi değil. Bunu şöyle de ifade edebiliriz (bu Marks'ın ifadesidir): Sermayenin önündeki engel ken­disidir; sermayenin sorumlusu, bizatihi sermayedarlar, sermayedarların veya yöneti­cilerin beceriksizlikleri ve yanlış politikaları değil veyahut da işçilerin direnişleri, daha fazla ücret mücadeleleri değil, sermayenin önündeki engel sermayenin kendi­sidir. Daha fazla rekabet, daha fazla kâr güdüsü kâr oranının düşmesine yol açar. Ya­tırdığınız paraya oranla elde ettiğiniz kâr azalacak olursa - bunu bir oran olarak dü­şünmek lazım; sadece elde ettiğiniz kârlar değil; kârlar azalabilir de, artabilir de, önemli olan koyduğuma karşılık ne alıyorum- o takdirde benim daha fazla yatırım yapma güdüm de eskisine nazaran azalır, törpülenir. Dolayısıyla yatırım artış hızı düşmeye başladıkça, verimlilik artış hızı da düşer. O bakımdan kriz, bir eksik tüke­tim krizi değil, bir aşırı birikim krizidir. Daha evvelden had safhada yatırım yapıldı­ğı içirt, bir aşırı birikim söz konusudur.

Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek ve toparlayacak olursak, sorun teknik bir sorun değildir. Verimliliği artırma sorunu; daha iyi örgütlenme sorunu, aynı za­manda sosyal bir sorundur. Üretim ilişkileri içerisinde; ücretle kâr arasındaki ilişki­deki, sosyal bir sorundur; bu şekilde ele almamız gerekiyor. 

Şimdi dünya ekonomisindeki gelişmelerden somut ve çarpıcı birkaç örnek vere­yim size: Otomotiv ve elektronik sektörü, hepinizin bildiği üzere hakikaten dünya ekonomisinde çok önemli ve kilit rol oynayan sektörler. Bunlardan birkaç örnek ve­receğim. Örneğin, elektronik sektöründen çok çarpıcı bir örnek: Dünyaca ünlü chip (yarı iletken) firması Intel'i hepiniz duymuşsunuzdur. Intel firmasının en üst düzey yöneticisinin yaptığı -firmanın izlediği stratejiye ilişkin- açıklamaya bakalım. Elekt­roniğin alt sektörü olan yarı iletken alt sektöründe, Intel, rakiplerinin önünde kala­bilmek için tesislerine yılda 4,5 milyar dolar gibi büyük meblağlar harcamaktadır. Bunlar 1997 veya 1998 rakamlarıdır. 1998 yılı için yapılan sermaye harcamaları tah­minleri ise; 5,3 milyar doları bulmaktadır. Yani, hani küçük üreticilerin egemenliğiy­di, bunlara biraz sonra bakacağız, ama görüyorsunuz rakamlar çok yüksek. Bu mik­tar, dünyadaki diğer tüm chip üreticilerinin yaptığı harcamanın üç katından daha faz­ladır. Uzmanlar bu yatırımın, Intel'i, 2022 yılında günümüzde üretim kapasitesi bü­yüklüğünde şu anda bulunduğu 7'inci sıradan, 2'nci sıraya yükselteceğini öne sür­mektedirler. Ancak, şirketin düşük fiyat döneminde oyunu kazanmak için daha faz­la kapasitelere ulaşmak zorunda olduğu gerçeği, firma Yönetim Kurulu Başkanı ta­rafından şöyle dile getirilmektedir. Buranın altını çiziyorum, çok önemli, sistemin işleyişini anlamak açısından çok kritiktir. "Bu tesislere milyarlarca dolar harcamak büyük risk, ancak yapmasaydık oluşacak pastadan pay alamazdık. Şu anda saatte 150 mil hızla yokuş aşağıya gidiyoruz, bir yerlerde duvar olduğuna eminiz, ancak yapacağımız en kötü şey, durup birisinin bizi geçmesini beklemek olur." Sistemin iş­leyişinin ve mantığının çok güzel bir ifadesidir. Görülüyor, duvar var, ama birinin kendilerini geçmesini beklemenin kabul edilmesi mümkün değil.

Otomotiv sektörüne baktığımız taktirde, otomotiv sektöründe daima bir kapasite fazlası var. Üretim kapasitesiyle satışlar arasında, talep arasında daima bir açık var. 1985'te bu 45/50 iken, 50 milyon araç üretilmiş, satılan 45 milyon araç; 5 milyon kapasite fazlası var. 2000 yılına geliyoruz. 2000 yılında 79 milyon araç üretilmiş va­ziyette, 58 milyon aracın satışı söz konusu, yani yaklaşık 21 milyon kapasite fazla­sı var. Buna rağmen ileride de göreceğiz, devamlı yatırımlar yapılıyor. Çünkü neden kaynaklanıyor bu: Rekabetten, üretimin tekil sermayedar kararlarına bağımlı farklı üretim birimlerine bölünmesinden. 

Bir başka örnek vererek geçeyim: Telekomünikasyon örneği. "Yeni ekonomi" de deniliyor. Bu örneğe baktığımızda ise, şirketlerin tepetaklak gidişleri söz konusu ve bunun iki temel nedeni gösteriliyor birbirine bağlı olarak: Aşırı yatırım, fazla kapa­site, aşın borçlanma. Son iki yılda bu alanda yapılan yatırımlar 1 trilyon doların üze­rinde. Peki getirişi? Getirişi filan yok, bu Ericsson yöneticisinin sözleri. Telekomü­nikasyon sektöründe Nokia gibi bir-iki istisna hariç tüm şirketler zararda. Yeni geli­şen bir sektör, ama herkes oraya girdiği için aşırı kapasiteler söz konusu. Dolayısıy­la aşırı kapasitelerin; çalışanlar açısından vesaire, toplumsal sonuçlarını biraz sonra göreceğiz. 

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşımların -hem neoliberal, hem sosyal demokrat yaklaşımların- krizi açıklamaları yanlış olduğu krizden çıkış, yeniden ya­pılanma, ama bu anlamda teknolojiye yükledikleri önem de, rol de, aksine yanlıştır. Bunu anlamamız önemli. Kriz teorileri yanlış olduğu için, krizden çıkış teorileri de yanlıştır. Ama bunlar mesela krizden çıkışa ilişkin, yeniden yapılanmaya ilişkin, bi­ze birkaç iddiada bulunmuşlardır. Şimdi bu iddialara isterseniz kısaca bir bakalım. 

Deniliyor ki, "Kitlesel piyasalardan farklılaşmış çeşitli piyasalara yönelme söz konusudur." Arkadaşlar, otomotiv sektörünü örnek vereyim. Wolkswagen'den: Üre­tilen bir otomobilde üretilen ürünlerin yüzde 60 ila yüzde 80'i -firmasına göre de­ğişiyor- standart parçalar. Değişen ya boyası oluyor, ya ufak bir aksamı oluyor, ama ana üründe bir farklılaşma yok. Çünkü, çeşitliliği azaltan bu standartlaşma, maliyet­leri daha fazla düşürüyor. Dolayısıyla -buna platform stratejisi diyorlar- ortak bir platform var, bütün arabalar orada üretiliyor, sadece kapısında ufak tefek değişik­likler yapılıyor, veyahut da kokpitinde ufak tefek değişiklikler yapılıyor veya ren­ginde değişiklikler yapılıyor, ama ana hatlarının yüzde 60-80'i ana parçalardan olu­şuyor. Tabii bunun sağladığı büyük ekonomik tasarruflar var. Dolayısıyla büyük bir ürün çeşitliliği filan yok. Bize o şekilde gözüküyor, halbuki ana bileşen, ana aks, ay­nıdır. 

İkincisi, "Kitlesel üretimden parti tipi üretime geçilmiştir" iddiası. Biraz evvel örneklerini verdim, otomotivden de verebilirim; milyonlarca araç üretiliyor. Bu re­kabet sürecinde küçük tip üreticilerin pek ayakta durma şansı yok. En son örnek bi­liyorsunuz yeni ekonomi. Bir sürü girişimciler kuruldu, ufak tefek yazılım firmaları kuruldu; hepsi, büyük firmalar tarafından yutuluyor. Daha sonra eğer gerek olursa verilerine gireriz. Dolayısıyla ana sanayii ile yan sanayii ilişkilerinde; büyük firma­larla, küçük firmalar -KOBİ'ler- arasındaki ilişkiye baktığımız zaman bir bağımlılık ilişkisi var. Piramit giderek daralıyor, yan sanayiinin büyük siparişlerden dolayı, ana firmaya bağımlı olarak geliştirildiğini, oralarda borçlanarak geliştiğini görüyoruz. 

Üçüncü nokta, "İşgücünün daha nitelikli bir duruma geldiği" öne sürülüyor. Ni­telik gerçekten artıyor mu? Bir ölçüde evet, göreli bir nitelik artışından söz etmek mümkün. Yeni teknoloji kullandığınız zaman, tabii ki çok daha nitelikli, belli eği­timden geçmiş birini kullanmanız lazım. Daha evvel ilkokul mezunu çalıştırırken günümüzde tabii ki endüstri meslek lisesi elektronik bölümü mezunu çalıştırırsınız, dolayısıyla bu alanda göreli bir nitelik artması söz konusu. Ama neyin pahasına di­ye baktığımızda; doğrudan üretimde çalışan işçilerin sayısında bariz bir şekilde azal­ma var, idari bölümlerde, yani mühendis olarak çalışan, yani araştırma-geliştirme bölümlerinde çalışan veyahut da üretimin kontrol birimlerinde çalışan işçilerin sayı­sında görece biraz daha artış var. Bunu görmemiz lazım; yani daha nitelikli işgücü birazcık artıyor, ama bunun yerine büyük ölçüde üretimde çalışan daha az vasıflı ve­ya daha niteliksiz işgücü kapının önüne konuluyor. Dolayısıyla orada bir dengesiz­lik var. Daha sonra bu konudaki rakamlara girebiliriz. 

Dördüncü nokta ise, deniliyor ki "Artık işgücünün niteliği artıyor, daha katılım­cı yönetim olacak, yöneten-yönetilen ayrımı tasarımla uygulama arasındaki ayrım -eski Taylorist yönetim, eski sistem- geçirli olmayacak, artık çalışanlar da yönetime katılabilecek." Bu iddiaya ilişkin somut bir örnek vereyim: Toyota firmasının Sabancı'yla ortak olduğu dönemde - biliyorsunuz Sabancıyla ayrıldılar ve fabrika tama­men Japon firmasının denetimine geçti- bir gazetede firmanın İzmit'te açılan fabri­kasına övgüler düzen bir köşe yazısından size bir alıntı. Övünülerek anlatılıyor, ama bakın, çok ilginç bir şey: Bilgi toplumunun küresel boyutu olarak gösteriliyor. "Dün­yadaki 26 fabrikadan her gün üretim ve kalite konusundaki bilgisayar kayıtları -ye­ni gelişen teknoloji sayesinde- toplanıyor, nihai kontrol orada yapılıyor. Toyota-SA bu kayıtlarda Amerikan ve İngiliz Toyota'lanna eş düzeydedir. Bu ne demektir? Bel­li fabrikalar, üretim birimleri birbirleriyle rekabet ettiriliyor, kıyaslanıyor -buna "benchmarking" diyorlar- hangisi daha iyiyse üretim oraya kaydırılıyor, ama nihai kontrol orada yapılıyor. Üretimde "kalite çemberleri" deniliyor, "tam zamanında üretim" deniliyor, sadece ufak tefek bir parçayı nasıl düzeltirim, bir diğerini nasıl ek­lerim; bunlara kafa yoruyorsunuz. Hangi parça ne kadar üretilecek, ne miktarda üre­tilecek, hangi ürünler üretilecek, çalışma saatleri neye göre ayarlanacak; bu konular­da çalışanların bir söz sahibi olmaları söz konusu değildir. 

Bir başka varsayıma göre de; "Yeni teknoloji sayesinde verimlilik artıyor, dola­yısıyla bu hepimizin, bütün toplumun çıkarınadır" deniyor. Güzel, verimlilik artıyor, pasta büyüyor, bundan herkes faydalanacak diye baktığımız takdirde İstanbul Sana­yi Odası'ndan Türkiye'nin en büyük 500 firmasıyla ilgili yapılan çalışmaya baktığı­mızda verimlilik sürekli olarak artıyor. 1982 yılını endeks olarak ve 100 olarak alır­sak, 1996'da verimlilik 301'e çıkıyor, yani yüzde 301 'lik bir artış söz konusudur. Çalışan başına ücretlere baktığımızda, ücretler olarak çalışanlar burada ne alıyorlar diye baktığımızda, 1982'den 1996'ya kadar binde 2,4 oranında artış söz konusudur. Buna Japonya'dan ve başka ülkelerden örnekler verilebilir. Dolayısıyla uçurum ar­tıyor, çalışanlar açısından verimlilik artışlarından belki bir kesim çok daha fazla nemalanırken, "Bu kadar uğraşıyoruz, çaba sarf ediyoruz, bunun karşılığında biz ne alıyoruz?" sorusu gündeme geliyor. 

Bütün bunların dışında teknolojinin gelişiminin ciddi toplumsal sonuçları var: İş­sizlik artıyor, taşeronlaşma artıyor, krizler yaşanıyor, dolayısıyla ülke kaynaklarının etkin bir kullanımının tam anlamıyla gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Peki, şu soruyu soralım: Madem ki teknolojik gelişme bir ülke için gerekli bir şey, ama yeterli de­ğil. O zaman krizden çıkışın gerçek koşulları ne olabilirdi? Acaba ne olsaydı bu sis­tem krizden çıkardı?" Sistemin krizden çıkabilmesinin iki temel unsuru var: Bunlar­dan biri, biraz evvel dediğim gibi, düşen kâr oranlarının yükselmesi gerekiyor; orta­lama kâr oranlarının yukarı çekilmesi gerekiyor; ikincisi, pazarların daha da fazla genişlemesi gerekiyor; ikisinin eşanlı olması gerekiyor. Hem daha fazla kâr oranı, hem de daha fazla genişleyen pazarlar; bu ikisinin birlikte olması gerekiyor. 

Aşırı birikim ne demek? Yatırdığınız paradan istediğiniz kadar, belli bir oranda kâr alamıyorsunuz, giderek daha az alıyorsunuz, kepçeyle koyuyorsunuz, kaşıkla alıyorsunuz demek. Sermaye dediğimiz ise, her iki anlamda; canlı ve cansız serma­ye, yani üretimde kullanmak üzere yatırdığınız sermaye nedir? Bir çalışan işgücüdür, bir de kullandığınız makinelerdir, hammaddelerdir, girdilerdir. Dolayısıyla bu­nun değersizleşmesi gerekiyor. Pay ve payda oranı; toplam yatırımla elde ettiğiniz kârdır. Eğer yatırımınız düşerse, yani yatırımı oluşturan toplam sermayenin değeri düşerse, sizin kâr oranınız büyüyecektir. O bakımdan sermayenin değersizleşmesi gerekiyor. 

Sermayenin değersizleşmesi ne anlama gelir: Canlı ve cansız sermayenin değer­sizleşmesi. Canlı sermayenin değersizleşmesini zaten, biraz evvel belirttiğim gibi, yaşıyoruz, kitlesel işsizlik var, bir sürü rakamlar konulabilir. Dünyada işsizlik artı­yor, geçici işçilik artıyor birçok ülkede. Bazı ülkelerde işsizlik az gibi görünüyor, ama ayrıntılı baktığınızda rakamlara, bu sefer geçici işçiler, part-time çalışanlar, zor koşullarda çalışanlar veya ek iş yapanların sayısı giderek artıyor; birinci nokta bu. 

İkincisi, cansız sermayenin değersizleşmesinden anlaşılması gereken, çok yoğun bir şekilde yaşanan, sermayenin merkezileşmesi dediğimiz olay. Yani birçok firma­lar diğerlerini yutuyorlar, o fazla kapasiteler yutuluyor, açıkçası aynen büyük balık-küçük balık hikâyesine geliyor. Dolayısıyla son zamanlarda gördünüz, otomotiv, elektronik ve başka birçok sektörde asıl daha ağırlıklı olarak yaşanan şey, bir firma­nın diğer firmayı yutması oluyor o fazla kapasitelerin kapatılması açısından. Çünkü herkes piyasaya sürerse, bu defa da piyasada kapasite artıyor. Ama başka firmayı yuttuğunuz takdirde ne yapıyorsunuz? Oradaki fabrikadaki o kapasiteyi kapatıyor­sunuz, insanları kapının önüne koyuyorsunuz. 

Bu iki koşul birden ancak yerine gelirse sistem krizden çıkabilir. Kâr oranlarının yükselmesi ve genişleyen pazarların varlığı, ikisinin bir arada olması. Teknolojik ge­lişme bunu iteleyen bir şeydir, gerekli bir koşuldur, ama yetmez. Dolayısıyla biraz evvelki örnekteki gibi bütün mesele teknik bir mesele değildir, sosyal bir meseledir. Bu sosyal mesele de toplumda bir şekilde sınıflar mücadelesiyle gerçekleşiyor ve geçmişe baktığımız taktirde Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı gibi ciddi mücadeleler şeklinde açığa çıkıyor. Sermayeler arası rekabet aynı zamanda politik düzeye de sıçrıyor. 

Böyle bir tehlikeye de işaret ettikten sonra gelelim "Peki, ne yapılabilir? Önü­müzde ne gibi olanaklar, ne gibi alternatifler söz konusudur?" konusuna. Alternatif olarak mesela ne olabilir? Mesela, bu yeni gelişen teknolojilerin gerçek anlamda bü­tün toplumun çıkarına olması için, ne olması gerekirdi? Bir kere şunu kavramamız gerekiyor: Eğer ortada farklı çıkarlar söz konusuysa, herkes bu teknolojik gelişme­den farklı çıkarlarla hareket ediyorsa, birtakım getirileri oluyorsa, o takdirde bir ke­re bundan olumsuz etkilenenlerin bir şekilde bu sürece müdahale etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla da yeni gelişen teknolojilerin toplumun geniş kesimlerinin çıkarlarına uygun bir şekilde geliştirilmesine önem vermek gerekiyor. Yani özel sermayenin çı­karlarına uygun bir şekilde bir teknoloji politikası izlemek yerine, toplumun geniş çıkarları doğrultusunda, toplumsal refahı artırmak doğrultusunda teknolojilerin se­çilmesi, o tip teknolojilerin uygulanması gerekiyor. 

Baktığımızda, günümüzde bir tekstil fabrikasında bile en son otomasyona daya­lı ürünler kullanılmaktadır, dolayısıyla sermaye yoğundur. Halbuki emek yoğun ol­ması gereken bir sektördür. Dolayısıyla bu şu anlama geliyor: Eğer ülkede birçok iş­siz varsa, en başta bu kaynaklann iyi kullanılmadığı anlamına gelir. Dolayısıyla te­mel iki alternatifle karşı karşıyayız bu yeni teknoloji uygulamasında. "Bilgi çağı, bilgi toplumu" deniliyor, iki alternatif söz konusudur. Birincisi, zorunlu çalışma sa­atleri aşağı çekilebilir. Dolayısıyla insanlara çok daha fazla boş zaman kalarak kişi­sel uğraşlar vesaire şeklinde insanların kendilerini gelişmeleri, yetiştirmeleri için çok daha fazla zaman kalabilir. 

İkincisi ise, kitlesel işten çıkarmalar devam eder -günümüzde zaten yaşanıyor-kitlesel işten çıkarmalar toplumda büyük çatışmalara yol açabilir. Çünkü piyasanın dışına atılmış insanlar satın alamadıkları zaman ne yapacaklar? Bunu zor kullanarak elde etmeye kalkacaktır. Bu birçok yerde yaşanan bir süreçtir. Dolayısıyla bu iki yol­dan birinin seçilmesi sorunuyla karşı karşıyayız diye düşünüyorum. Dediğim gibi, iş saatlerinin kısaltılması ve işlerin paylaşılması gerekiyor. Mesela, bir slogan olarak şu ifade benimsenebilir: "Daha az çalışma, herkese iş." Üçüncüsü, yeni iş olanakla­rı sağlanılmadan işten çıkartılmama talebi gündeme getirilebilir. Dördüncüsü, çalış­ma temposunda yoğunlaştırma olabilir, bu tip girişimlere karşı mücadele edilebilir. Tabii bunu sendikalar veya çalışan kesimlerin örgütleri yapacaktır. Ayrıca emek sü­recinde işçilerin denetimi olabilir veya o üretim biriminde ne tür bir teknoloji kulla­nılacağına ilişkin teknoloji seçiminde işçi temsilcilerine veya sendikacılara söz hak­kı talebi verilebilir mesela. Dolayısıyla da bu talepler gündeme getirilebilir ve böy­lece bireysel çıkarları değil, toplumsal refahı maksimize eden bir yöntem pekala iz­lenebilir diye düşünüyorum. 

Yrd. Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005