|
Yeni Teknolojiler ve Kriz
"Yeni Teknolojiler ve Kriz" konusunu şu şekilde ele
almayı düşündüm: "Başlı başına kriz nedir, neden
kriz vardır?" sorusu veyahut da "ne gibi teknolojik
gelişmeler söz konusudur, mikroelektronik
teknolojileri, genetik bilimindeki gelişmeler ne
düzeydedir?" gibi sorulan ele almaktan ziyade benim
burada biraz gündeme getirmek istediğim, daha çok
ele almak istediğim nokta, krizle -dünya
ekonomisinde eğer bir bunalım yaşamldığından söz
edeceksek- teknolojik gelişmeler arasındaki
bağlantıyı kurmak. "Acaba yeni teknolojiler krizden
çıkmayı mümkün kılar mı?" biraz bu soruyu ele almaya
çalışacağım.
Burada da üç bölümde konuyu ele almakta fayda var:
Bunlardan ilki krize ve krizden çıkmaya ilişkin
teknolojiye nasıl bir rol yükleniyor, nasıl bir
işlev veriliyor. Birinci olarak buna ilişkin
iddialar, farklı toplumsal aktörler veyahut da
farklı yaklaşımlar neler; bunu nasıl açıklıyorlar?
İkinci nokta, acaba krizden çıkış ve bu yeniden
yapılanma sürecinde teknolojiye ilişkin bu
öngörüler, birtakım tespitler acaba ne kadar
gerçeklerle örtüşüyor? Bu iddialar hakikaten
doğrulanıyor mu?
Üçüncü boyuttada "Buradan ne gibi sonuçlar
çıkartılabilir? Bunun bizim şu anda yaşadığımız
koşullardaki anlamı nedir?" konusunu ele almaya
çalışacağım.
Baktığımızda, 1980'lerden itibaren, bir yandan dünya
ekonomisinde bunalım eğilimine ilişkin birtakım
saptamalar var -bunların verilerini gerekirse ele
alırız; sizi verilere boğmak istemiyorum- ve
birtakım temel dinamikler var. Bu temel
dinamiklerden kabaca üçü çok belirgin. Bunlar
hepimizin duyduğu, bildiği şeyler. Biri Sovyetler
Birliği ve Doğu Bloku'nun çöküşü. İkincisi,
Japonya'nın artan rekabet gücü ve dünya çapında
uluslararası rekabetin artması. Japonya'nın
özellikle '70'li, '80'li yıllarda dünya
pazarlarındaki artan rekabet gücüne bağlı olarak
dünya çapındaki rekabetin kızışması. Üçüncüsü de,
teknolojide yaşanan niteliksel değişimlerdir.
Deniliyor ki, Sovyetler Birliği'nin veya reel
sosyalizmin çökmesinin temel nedeni bu teknolojik
gelişmelere ayak uyduramamasıdır veyahut da Japonya
yeni üretim tekniğiyle yalın üretimle rekabet gücünü
artırmıştır yine bu yeni teknolojiler sayesinde.
Üçüncü olarak mikroelektronik ve bilişim sektöründe,
yeni ekonomide önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
Dolayısıyla bu üç yaklaşımda da ortak nokta şudur:
Kapitalist ekonomilerde yeni bir genişleme dönemi
başlayacaktır veya başlamak üzeredir bu yeni
teknolojiler sayesinde.
Bu yeni teknolojilerin iki temel özelliği var: Biri
bilgi yoğun olmaları, diğeri esneklik- kapitalizm
bu krizden çıkıp kendisini yeniden yapılandırıp bir
genişleme dönemini başlatacaktır.
Bu kriz saptamasından hareketle, krizden çıkış ve
yeniden yapılanmaya, yani kapitalizmin yeni bir
döneme, yeni bir aşamaya girmesine ilişkin dört
temel iddia var. Bunları kısaca özetleyeyim:
Biri; kitlesel piyasalardan farklılaşmış çeşitli ve
daha farklı ürünlerin üretildiği piyasalara
geçildiği iddiası var. İkincisi; kitle üretiminden,
yani bir üründen yüzlerce binlerce üretilen kitle
üretiminden artık küçük parti tipi üretim, çok daha
küçük miktarlarda üretim yapmak da ekonomik ve kârlı
olmuştur deniliyor. Dolayısıyla küçük firmaların,
küçük girişimcilerin önemi artacaktır. Tabii ki özel
olarak burada KOBİ'ler kastediliyor. Bunlar da, bu
yeni teknolojileri temin edebileceklerdir ve küçük
miktarlarda üreterek de olsa kârlarını
artırabileceklerdir. Üçüncü olarak; yeni
teknolojiler sayesinde işgücünün niteliği
artacaktır. Dördüncü olarak; eski ve otoriter olan
Taylorist ve Fordist denilen üretim biçiminin yerine
daha demokratik, daha katılımcı, çalışanların da hem
üretim sürecinde hem yönetimde söz sahibi oldukları,
daha işbirliğine dayalı bir üretim süreci
gerçekleşecektir. Söylenilen iddialar bunlar.
Biraz sonra bu iddiaların somut uygulamalardaki
sonuçlarına, acaba sınandıklarında ne kadar
gerçekleşmiş olduğuna bakacağız. "Yeni teknolojiler
sayesinde istihdam artacak, işsizlik azalacak,
çalışma koşulları düzelecek, KOBİ'ler
yaygınlaşacak" gibi iddialar gerçekten
gerçekleşiyor mu; buna bakmaya çalışacağız. Burada
bütün bu konuştuklarımız çerçevesinde kilit soru şu
oluyor, şu soruyu cevaplamamız gerekiyor: Kapitalizm
yeni teknolojileri ve üretici güçleri geliştirme
niteliğini devam ettirmekte midir? Yani
kapitalizmin bu üretici güçleri geliştirici niteliği
devam etmekte midir?
Burada üç ana görüş var: Liberal yaklaşım, sosyal
demokrat veya reformcu yaklaşım, üçüncüsü de
Marksist yaklaşım. Bunların içerisinde liberallerin
dedikleri "Evet, kapitalizmin üretici güçleri
geliştirme niteliği devam etmektedir; yeter ki
piyasaya müdahale edilmesin." Yani devlet gibi
kurumlar piyasaya müdahale etmesinler, dolayısıyla
evet teknoloji dışarıda bir yerde geliştirilir, ama
bir şekilde zamanla piyasa kendi mekanizmalarıyla
içselleştirecektir, dolayısıyla da üretici güçlerin
gelişmesiyle beraber kapitalizmin krizden çıkması
mümkün olacaktır.
İkinci yaklaşım, "Evet, ama..." diyen yaklaşım. Daha
çok sosyal demokratların söylediği "Evet, kapitalizm
üretici güçleri geliştirmeye devam etmektedir,
böylece evrimci bir yolla kapitalizmin sonu
gelecektir. Yeter ki yeni teknolojilerin üretim
artışlarıyla beraber bize sağladığı olanaklar
önünde, bölüşüm mücadeleleri piyasada ortaya çıkan
aksaklıklar, mesela tekelleşme, engel olmasın.
Dolayısıyla devlet müdahale etmelidir, bu
piyasadaki aksaklıkları ortadan kaldırmalı, bölüşüm
mücadelelerine müdahale etmelidir ki, teknolojinin
nimetlerinden bütün toplumsal kesimler
faydalanabilsin.
Burada bir parantez açarak, bu yaklaşımın tam tersi
bir kavrayışa sahip bir akımdan bahsetmek
istiyorum. O da Sovyetler Birliği'nin kuruluşundan
sonra geliştirilen ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
yaygınlaşan "tekelci kapitalizm" veya "tekelci
devlet kapitalizmi" denilen bir okuldur. Onlara göre
de kapitalizm üretici güçleri, yeni teknolojileri
geliştirme niteliğini kaybetmiştir. Bunun temel
nedeni tekelci döneme girilmesiyle beraber ortadan
rekabetin kalkmasıdır. Rekabet kalktığı için belli
teknolojileri elinde bulunduran tekeller yeni
teknolojilere yatırım yapmazlar, dolayısıyla da bu
teknolojilerde büyük niteliksel gelişmeler olmaz,
sadece bazı ufak tefek, niceliksel birtakım
değişiklikler vardır. Bu kavrayışı da parantez
içerisinde belirtiyorum.
Burada biraz daha ön plana çıkartacağım ve
savunduğum Marksist perspektife göre ise, kapitalizm
üretici güçleri geliştirebilir, teknolojiyi
geliştirebilir, ama bu daha çok o günün
tarihsel-politik koşullarına bağlıdır. Üretim
ilişkileriyle, üretici güçler arasındaki, hatta
sınıf mücadelesi arasındaki ilişkilere, çelişkilere
bağlıdır. Dolayısıyla da, teknolojileri
geliştirebilir, fakat bu krizden çıkmak için gerekli
bir koşuldur, yeterli değildir. Dolayısıyla da yeni
teknolojilerin geliştirilmesi aslında insanlık adına
büyük ve çok ağır toplumsal bedeller pahasına
olabilir. Bunu biraz sonra daha derinleştirmeye
çalışacağım.
Şu ana kadar konuştuklarımı konunun birinci boyutu
olarak toplarsak, ikinci ve asıl dikkat etmemiz
gereken önemli bir başka boyut şudur: Birinci ve
ikinci yaklaşımda -liberal, neoliberal veyahut da
sosyal demokrat reformcu yaklaşımlarda- ortak
varsayım, bahsettiğim gibi, dışarıda bir yerde bir
teknoloji var, laboratuarlarda, orada burada
geliştiriliyor ve bu teknolojinin nimetlerinden
hepimiz bir şekilde faydalanabiliriz, bu konuda
hepimizin ortak çıkarı vardır. Buna dayalı olarak da
krizden çıkılacağı ve bir yeniden yapılanmaya
girileceği öngörülüyor. O zaman şu soruyu soralım:
Acaba bunlar krizden çıkarken, teknolojiye bu kadar
önemli bir rol verirken, kilit bir rol verirken
acaba krizi nasıl ele alıyorlar? O taktirde ikinci
boyut olarak şu soruyu cevaplamaya çalışalım: Bu
yaklaşımlar acaba krizi nasıl açıklıyorlar ki,
teknolojiye burada belirleyici bir rol veriyorlar?
Bu yaklaşımların kriz teorilerine baktığımızda,
birinci yaklaşım olan liberal yaklaşım, büyük
ölçüde kriz olmadığını veya krizin büyük ölçüde
olmayacağını ve krizin birtakım arızalardan veya
birtakım politik hatalardan ortaya çıktığını söyler.
Bunun temel nedeni de, devletin uyguladığı iktisat
politikalarının yanlışlığıdır. Dolayısıyla da
ortaya bir eksik tüketim çıkmışsa, arzın talepten
fazla olması aslında bir sonuçtur ve bunun temel
nedeni de piyasadaki arz ve talep mekanizmasına
devletin müdahale etmesidir, o süreçleri bozmasıdır,
piyasayı kendi dinamiklerine bırakmamasıdır.
İkinci yaklaşım olan sosyal demokrat veya reformcu
yaklaşıma baktığımızda, krizi ortaya çıkaran temel
neden eksik tüketimdir; yani arz daima talepten
fazladır. Bu eksik tüketimin nedeni nedir diye
baktığımızda, talebin yetersiz olduğu söylenilir.
Yeteri kadar talep yoktur, onun için arz ve talep
örtüşmemektedir, dengeye gelmemektedir. Talebin
yetersiz olmasının iki ana nedeni vardır: Birincisi,
çalışanların işe gelmemeleri, işe geç gelmeleri,
anlamsız bir direniş göstermeleri, grev yapmaları
gibi şeylerden verimliliğin düşmesi. İkincisi,
sermayedarların da, işverenlerin de yeteri kadar
yatırım yapmamaları veya yatırımlarını spekülatif
alanlara kaydırmalarıdır. Bunlara "rantiye"
denilir, yani sermayelerini üretken yatırımlara,
istihdam yaratacak yatırımlara kaydırmıyorlar,
belki daha fazla kâr güdüsüyle spekülatif alanlara
kaydırıyorlar; hepimizin bildiği repolara, hazine
bonolarına, böylece faaliyet dışı gelirler elde
ediyorlar. Dolayısıyla da istihdam artmıyor,
insanlar işsiz kalıyorlar, yeteri kadar da talep
olmuyor, bundan dolayı krize giriliyor deniliyor.
Tekrarlıyorum, bu iki yaklaşımın da ortak zeminini
oluşturan varsayım "dışsal olarak, tamamıyla
ekonominin dışında, toplumsal ilişkilerden bağımsız
geliştirilen yeni teknolojiler arzla talep arasında
yeniden bir denge tesis edebilir". Örtük varsayım
bu, yani yeni teknolojiler geliştirilirse uyuşmayan
arzla talep pekala uyumlu hale getirilebilir. Bunun
için bizim yeni teknolojiler geliştirmemiz gerekir.
Liberallerin dedikleri "Piyasayı kendi güçlerine
bırakın", sosyal demokratların dedikleri ise
"Devletin müdahalesiyle, devletin düzenlemesiyle
tekrar arz ve talep dengeye gelebilir; yeter ki
devlet müdahale etsin veya yeter ki kimse
karışmasın, piyasa kendini düzenlesin."
Benim savunduğum Marksist yaklaşıma göre ise, eksik
tüketim bir sonuçtur; neden değil. Dolayısıyla
nedenlerle sonuçları ayırt etmemiz lazım. Bunun
arkasında yatan asıl neden, biraz sonra verilerle
ortaya koymaya çalışacağım gibi, rekabet
baskısıdır. Rekabet baskısı sermayedarları daha
fazla kâr etme güdüsüne sevk eder, dolayısıyla daha
fazla kâr edebilmek için maliyetleri düşürmeniz
gerekir. Maliyetleri gerçek anlamda düşüren temel
etken teknolojidir. Ücretleri düşürebilirsiniz
vesaire, ama asıl temel etken yeni teknolojilerin
geliştirilmesidir. Yeni teknolojilerin
geliştirilmesi büyük ölçüde işsizliğe yol açar; bu
birinci nokta. Ama yeni teknolojilerin başlı başına
işsizliğe yol açtığı, başlı başına çalışanların
ücretleri aşağıya çekildiği için eksik tüketim ve
talep yetersizliği ortaya çıkmaz; burası önemli
nokta. Asıl neden dediğim gibi rekabetten dolayı
yeni yatırımlarla, yeni teknolojilere yapılan
yatırımlarla üretim kapasitesi sürekli artar.
Biliyorsunuz bir tüketim maddesi -araba gibi bir
şeyi- yapabilmek için önce bir üretim aracının
olması lazım. Yani arabayı yapabilmek için birtakım
robotlar kullanırsınız, otomasyon makineleri,
hareketli bantlar kullanırsınız, bir bilgisayar
yapabilmek için çip kullanırsınız; dolayısıyla
birtakım üretim araçlarına ihtiyaç vardır. İşte bu
üretim araçlarına yapılan had safhada yatırımlar
daima üretim araçlarının kapasitesini tüketim
nesnelerinin, piyasada satılabilir nesnelerin
kapasitesinden daima daha yukarda tutacaktır. Bu
tamamen rekabetten kaynaklanan bir husustur.
Doğrudan doğruya talep yetersizliğinden, insanların
ücretlerinin üzerine basılmasından kaynaklanan bir
şey değil veyahut işsiz kalmasından değil, bizatihi
kendisi bunun tamamen üretim sürecinde fazla üretime
yapılan yatırımdan kaynaklanmaktadır. Biraz sonra
bunu verileriyle ortaya koymaya çalışacağım.
Toparlayacak olursak, bu iki yaklaşımdaki temel
varsayım teknolojinin bir kere bağımsız olduğudur;
birinci vurgu bu. İkincisi, krizle ilişkisini
kurduğumuzda yeni teknolojilerin verimlilik artışına
yol açacağı, bu verimlilik artışının fiyatları
düşüreceği beklentisidir. Fiyatlar düşerse
biliyorsunuz arz ve talep arasındaki ilişki
uyarınca talep artar. Dolayısıyla talebin artacağı,
talebin canlanacağı, bu vesileyle piyasaların
tekrar büyüyeceği, genişleyeceği, -mantık
silsilesini, neden-sonuç ilişkisini açıklamak
istiyorum- dolayısıyla karlılık beklentileri artan
sermayedarların da yatırım yapacakları varsayılır.
Yatırım yaptıkları zaman bu da, istihdamı
artıracaktır. Mantık bu ve bundan dolayı
teknolojilere krizden çıkışta, sistemin krizden
çıkıp kendini yenilemesinde belirleyici rol verilir.
Bu mantık ilişkisini bizim iyi kavramamız gerekiyor
ve bunu sorgulamamız gerekiyor, "Acaba hakikaten
süreç öyle mi işlemektedir" diye.
Son bir varsayım da, "teknolojik gelişmede üretim
artışından, üretkenlik artışlarından bütün toplum
faydalanacaktır. Dolayısıyla bu bütün toplumun
çıkarınadır, buna itiraz etmeye gerek yok; bu
hepimizin faydasınadır".
Bu iddiaları ana hatlarıyla ele aldıktan sonra
ikinci ana başlığa gelebiliriz: Acaba bu iddialar
ve bunların altında yatan varsayımlar biraz evvel
ifade ettiğim gibi doğru mu? Gerçekliğe baktığımız
zaman somut verilerle doğrulanıyor mu? Bunları
eleştirel bir süzgeçten geçirdiğimiz zaman, ortak
özellik olarak, biraz evvel de ifade ettiğim gibi
gördüğümüz nokta şu: Bu iki yaklaşımda -liberal ve
sosyal demokrat yaklaşımlar- teknoloji üretim
ilişkilerinin çelişkilerinden, sınıf mücadelesinden
tamamen bağımsız olarak ele alınır. Dolayısıyla da
" Kim yatırım yapıyor, ne amaçla teknolojiler
geliştiriyorlar, ne tür teknolojiler
geliştiriyorlar?" konuları ikinci plana bırakılıyor,
"Teknolojinin gelişmesi hepimizin faydasınadır"
temel varsayım bu. Halbuki burada öne sürmeye
çalıştığım Marksist yaklaşıma göre ise, kapitalist
bir toplumdan söz ediyorsak eğer, buradaki
teknolojik gelişmeyi, bu sistemin temel
özelliklerinden bağımsız olarak ele almamız mümkün
değildir. Burada da şu soruyu sormak gerekir: "Peki,
kapitalist bir toplumda teknolojik gelişmenin temel
belirleyenleri nelerdir? Neye göre teknoloji
geliştirilir veya değişim söz konusu olur?" O da
biraz evvel söylediğim gibi üretim ilişkileriyle
bağlantılıdır. İki temel neden vardır: Biri yine
biraz evvel değindiğim gibi sermayeler arasında bir
rekabetin olmasıdır. Had safhada rekabet,
sermayelerin diğerlerinden daha fazla kâr elde
edebilmesi, amiyane tabiriyle pastadan daha fazla
pay alabilmek için mücadelesinde rekabet gücünü
artırabilmek için teknoloji belirleyici bir öneme
sahiptir. Maliyetleri düşürme veya kârı -artıdeğer
de diyebiliriz- artırma hususu.
İkinci neden, aynı zamanda sermayeyle emek
arasındaki ilişkiler ve sınıf mücadelesinin
koşulları da, ne tür bir teknolojinin
geliştirileceği, bu teknolojinin ne amaçla
geliştirileceğinde çok önemli bir faktör. İşçi
sınıfının örgütlülüğünü kırmak, emek sürecini
parçalara ayırmak, zayıflatmak ve emek sürecinde bir
denetim sahibi olmak, yönetim sürecinde bir denetim
sahibi olmak. Bu amaçlarla da teknolojiler
geliştirilir. Bilmiyorum geç mi kalındı, ama şunu
baştan söylemekte fayda var: Teknolojilerden
anlaşılması gereken dar anlamda yeni bir makine,
otomasyon aleti değil. Teknolojilerden kastım şudur:
Teknolojinin iki boyutu vardır. Biri üretim
araçları, ikincisi üretimin örgütlenmesi, makine ve
insan emeğinin bir araya getirildiği üretim
organizasyonu. Bu ikisini beraber geniş anlamda ele
almamız gerekiyor, dar anlamda değil. Dolayısıyla
bunları eleştirel bir şekilde süzgeçten geçirdiğimiz
taktirde, birinci tespitimizin bu olması gerekiyor.
Toplumsal ilişkilerden, üretim ilişkilerinden
bağımsız olarak ele almamak gerekiyor. İkincisi, bu
yaklaşımların teknolojik gelişmeyle bağlantılı
olarak ileri sürdükleri kriz teorisi yanlıştır.
Evet, verimlilik artış hızı düşmektedir ve bundan
dolayı sistem krize girmektedir, ama verimlilik
artışının düşmesinin nedeni, biraz evvel söylediğim
gibi ve onların iddia ettikleri gibi sermayedarların
istihdam yaratacak yatırımlar yapmamaları, onların
gidip de paralarını spekülatif alanlara
kaydırmaları -rantiye olmaları- değil, veyahut da
işçilerin sendikalarda daha fazla ücret için
mücadele etmelerinden, anlamsız birtakım
direnişlerde bulunmalarından değil -verimlilik
kapitalist toplumda düşmez, verimlilik artar;
verimlilik artış hızı düşer- yatırım artış hızının
düşmesidir. Yatırım artış hızı düştüğü için,
verimlilik artış hızı düşmektedir. Öbür nedenlerden
dolayı değil, sermayedarların beceriksizliği,
yanlış politikalar izlemesi, işçilerin direnişi
değil. Bunu şöyle de ifade edebiliriz (bu Marks'ın
ifadesidir): Sermayenin önündeki engel kendisidir;
sermayenin sorumlusu, bizatihi sermayedarlar,
sermayedarların veya yöneticilerin
beceriksizlikleri ve yanlış politikaları değil
veyahut da işçilerin direnişleri, daha fazla ücret
mücadeleleri değil, sermayenin önündeki engel
sermayenin kendisidir. Daha fazla rekabet, daha
fazla kâr güdüsü kâr oranının düşmesine yol açar.
Yatırdığınız paraya oranla elde ettiğiniz kâr
azalacak olursa - bunu bir oran olarak düşünmek
lazım; sadece elde ettiğiniz kârlar değil; kârlar
azalabilir de, artabilir de, önemli olan koyduğuma
karşılık ne alıyorum- o takdirde benim daha fazla
yatırım yapma güdüm de eskisine nazaran azalır,
törpülenir. Dolayısıyla yatırım artış hızı düşmeye
başladıkça, verimlilik artış hızı da düşer. O
bakımdan kriz, bir eksik tüketim krizi değil, bir
aşırı birikim krizidir. Daha evvelden had safhada
yatırım yapıldığı içirt, bir aşırı birikim söz
konusudur.
Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek ve
toparlayacak olursak, sorun teknik bir sorun
değildir. Verimliliği artırma sorunu; daha iyi
örgütlenme sorunu, aynı zamanda sosyal bir
sorundur. Üretim ilişkileri içerisinde; ücretle kâr
arasındaki ilişkideki, sosyal bir sorundur; bu
şekilde ele almamız gerekiyor.
Şimdi dünya ekonomisindeki gelişmelerden somut ve
çarpıcı birkaç örnek vereyim size: Otomotiv ve
elektronik sektörü, hepinizin bildiği üzere
hakikaten dünya ekonomisinde çok önemli ve kilit rol
oynayan sektörler. Bunlardan birkaç örnek
vereceğim. Örneğin, elektronik sektöründen çok
çarpıcı bir örnek: Dünyaca ünlü chip (yarı iletken)
firması Intel'i hepiniz duymuşsunuzdur. Intel
firmasının en üst düzey yöneticisinin yaptığı
-firmanın izlediği stratejiye ilişkin- açıklamaya
bakalım. Elektroniğin alt sektörü olan yarı iletken
alt sektöründe, Intel, rakiplerinin önünde
kalabilmek için tesislerine yılda 4,5 milyar dolar
gibi büyük meblağlar harcamaktadır. Bunlar 1997 veya
1998 rakamlarıdır. 1998 yılı için yapılan sermaye
harcamaları tahminleri ise; 5,3 milyar doları
bulmaktadır. Yani, hani küçük üreticilerin
egemenliğiydi, bunlara biraz sonra bakacağız, ama
görüyorsunuz rakamlar çok yüksek. Bu miktar,
dünyadaki diğer tüm chip üreticilerinin yaptığı
harcamanın üç katından daha fazladır. Uzmanlar bu
yatırımın, Intel'i, 2022 yılında günümüzde üretim
kapasitesi büyüklüğünde şu anda bulunduğu 7'inci
sıradan, 2'nci sıraya yükselteceğini öne
sürmektedirler. Ancak, şirketin düşük fiyat
döneminde oyunu kazanmak için daha fazla
kapasitelere ulaşmak zorunda olduğu gerçeği, firma
Yönetim Kurulu Başkanı tarafından şöyle dile
getirilmektedir. Buranın altını çiziyorum, çok
önemli, sistemin işleyişini anlamak açısından çok
kritiktir. "Bu tesislere milyarlarca dolar harcamak
büyük risk, ancak yapmasaydık oluşacak pastadan pay
alamazdık. Şu anda saatte 150 mil hızla yokuş
aşağıya gidiyoruz, bir yerlerde duvar olduğuna
eminiz, ancak yapacağımız en kötü şey, durup
birisinin bizi geçmesini beklemek olur." Sistemin
işleyişinin ve mantığının çok güzel bir ifadesidir.
Görülüyor, duvar var, ama birinin kendilerini
geçmesini beklemenin kabul edilmesi mümkün değil.
Otomotiv sektörüne baktığımız taktirde, otomotiv
sektöründe daima bir kapasite fazlası var. Üretim
kapasitesiyle satışlar arasında, talep arasında
daima bir açık var. 1985'te bu 45/50 iken, 50 milyon
araç üretilmiş, satılan 45 milyon araç; 5 milyon
kapasite fazlası var. 2000 yılına geliyoruz. 2000
yılında 79 milyon araç üretilmiş vaziyette, 58
milyon aracın satışı söz konusu, yani yaklaşık 21
milyon kapasite fazlası var. Buna rağmen ileride de
göreceğiz, devamlı yatırımlar yapılıyor. Çünkü neden
kaynaklanıyor bu: Rekabetten, üretimin tekil
sermayedar kararlarına bağımlı farklı üretim
birimlerine bölünmesinden.
Bir başka örnek vererek geçeyim: Telekomünikasyon
örneği. "Yeni ekonomi" de deniliyor. Bu örneğe
baktığımızda ise, şirketlerin tepetaklak gidişleri
söz konusu ve bunun iki temel nedeni gösteriliyor
birbirine bağlı olarak: Aşırı yatırım, fazla
kapasite, aşın borçlanma. Son iki yılda bu alanda
yapılan yatırımlar 1 trilyon doların üzerinde. Peki
getirişi? Getirişi filan yok, bu Ericsson
yöneticisinin sözleri. Telekomünikasyon sektöründe
Nokia gibi bir-iki istisna hariç tüm şirketler
zararda. Yeni gelişen bir sektör, ama herkes oraya
girdiği için aşırı kapasiteler söz konusu.
Dolayısıyla aşırı kapasitelerin; çalışanlar
açısından vesaire, toplumsal sonuçlarını biraz sonra
göreceğiz.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz. Bu yaklaşımların
-hem neoliberal, hem sosyal demokrat yaklaşımların-
krizi açıklamaları yanlış olduğu krizden çıkış,
yeniden yapılanma, ama bu anlamda teknolojiye
yükledikleri önem de, rol de, aksine yanlıştır. Bunu
anlamamız önemli. Kriz teorileri yanlış olduğu için,
krizden çıkış teorileri de yanlıştır. Ama bunlar
mesela krizden çıkışa ilişkin, yeniden yapılanmaya
ilişkin, bize birkaç iddiada bulunmuşlardır. Şimdi
bu iddialara isterseniz kısaca bir bakalım.
Deniliyor ki, "Kitlesel piyasalardan farklılaşmış
çeşitli piyasalara yönelme söz konusudur."
Arkadaşlar, otomotiv sektörünü örnek vereyim.
Wolkswagen'den: Üretilen bir otomobilde üretilen
ürünlerin yüzde 60 ila yüzde 80'i -firmasına göre
değişiyor- standart parçalar. Değişen ya boyası
oluyor, ya ufak bir aksamı oluyor, ama ana üründe
bir farklılaşma yok. Çünkü, çeşitliliği azaltan bu
standartlaşma, maliyetleri daha fazla düşürüyor.
Dolayısıyla -buna platform stratejisi diyorlar-
ortak bir platform var, bütün arabalar orada
üretiliyor, sadece kapısında ufak tefek
değişiklikler yapılıyor, veyahut da kokpitinde ufak
tefek değişiklikler yapılıyor veya renginde
değişiklikler yapılıyor, ama ana hatlarının yüzde
60-80'i ana parçalardan oluşuyor. Tabii bunun
sağladığı büyük ekonomik tasarruflar var.
Dolayısıyla büyük bir ürün çeşitliliği filan yok.
Bize o şekilde gözüküyor, halbuki ana bileşen, ana
aks, aynıdır.
İkincisi, "Kitlesel üretimden parti tipi üretime
geçilmiştir" iddiası. Biraz evvel örneklerini
verdim, otomotivden de verebilirim; milyonlarca araç
üretiliyor. Bu rekabet sürecinde küçük tip
üreticilerin pek ayakta durma şansı yok. En son
örnek biliyorsunuz yeni ekonomi. Bir sürü
girişimciler kuruldu, ufak tefek yazılım firmaları
kuruldu; hepsi, büyük firmalar tarafından yutuluyor.
Daha sonra eğer gerek olursa verilerine gireriz.
Dolayısıyla ana sanayii ile yan sanayii
ilişkilerinde; büyük firmalarla, küçük firmalar
-KOBİ'ler- arasındaki ilişkiye baktığımız zaman bir
bağımlılık ilişkisi var. Piramit giderek daralıyor,
yan sanayiinin büyük siparişlerden dolayı, ana
firmaya bağımlı olarak geliştirildiğini, oralarda
borçlanarak geliştiğini görüyoruz.
Üçüncü nokta, "İşgücünün daha nitelikli bir duruma
geldiği" öne sürülüyor. Nitelik gerçekten artıyor
mu? Bir ölçüde evet, göreli bir nitelik artışından
söz etmek mümkün. Yeni teknoloji kullandığınız
zaman, tabii ki çok daha nitelikli, belli eğitimden
geçmiş birini kullanmanız lazım. Daha evvel ilkokul
mezunu çalıştırırken günümüzde tabii ki endüstri
meslek lisesi elektronik bölümü mezunu
çalıştırırsınız, dolayısıyla bu alanda göreli bir
nitelik artması söz konusu. Ama neyin pahasına diye
baktığımızda; doğrudan üretimde çalışan işçilerin
sayısında bariz bir şekilde azalma var, idari
bölümlerde, yani mühendis olarak çalışan, yani
araştırma-geliştirme bölümlerinde çalışan veyahut da
üretimin kontrol birimlerinde çalışan işçilerin
sayısında görece biraz daha artış var. Bunu
görmemiz lazım; yani daha nitelikli işgücü birazcık
artıyor, ama bunun yerine büyük ölçüde üretimde
çalışan daha az vasıflı veya daha niteliksiz işgücü
kapının önüne konuluyor. Dolayısıyla orada bir
dengesizlik var. Daha sonra bu konudaki rakamlara
girebiliriz.
Dördüncü nokta ise, deniliyor ki "Artık işgücünün
niteliği artıyor, daha katılımcı yönetim olacak,
yöneten-yönetilen ayrımı tasarımla uygulama
arasındaki ayrım -eski Taylorist yönetim, eski
sistem- geçirli olmayacak, artık çalışanlar da
yönetime katılabilecek." Bu iddiaya ilişkin somut
bir örnek vereyim: Toyota firmasının Sabancı'yla
ortak olduğu dönemde - biliyorsunuz Sabancıyla
ayrıldılar ve fabrika tamamen Japon firmasının
denetimine geçti- bir gazetede firmanın İzmit'te
açılan fabrikasına övgüler düzen bir köşe
yazısından size bir alıntı. Övünülerek anlatılıyor,
ama bakın, çok ilginç bir şey: Bilgi toplumunun
küresel boyutu olarak gösteriliyor. "Dünyadaki 26
fabrikadan her gün üretim ve kalite konusundaki
bilgisayar kayıtları -yeni gelişen teknoloji
sayesinde- toplanıyor, nihai kontrol orada
yapılıyor. Toyota-SA bu kayıtlarda Amerikan ve
İngiliz Toyota'lanna eş düzeydedir. Bu ne demektir?
Belli fabrikalar, üretim birimleri birbirleriyle
rekabet ettiriliyor, kıyaslanıyor -buna
"benchmarking" diyorlar- hangisi daha iyiyse üretim
oraya kaydırılıyor, ama nihai kontrol orada
yapılıyor. Üretimde "kalite çemberleri" deniliyor,
"tam zamanında üretim" deniliyor, sadece ufak tefek
bir parçayı nasıl düzeltirim, bir diğerini nasıl
eklerim; bunlara kafa yoruyorsunuz. Hangi parça ne
kadar üretilecek, ne miktarda üretilecek, hangi
ürünler üretilecek, çalışma saatleri neye göre
ayarlanacak; bu konularda çalışanların bir söz
sahibi olmaları söz konusu değildir.
Bir başka varsayıma göre de; "Yeni teknoloji sayesinde verimlilik
artıyor, dolayısıyla bu hepimizin, bütün toplumun
çıkarınadır" deniyor. Güzel, verimlilik artıyor,
pasta büyüyor, bundan herkes faydalanacak diye
baktığımız takdirde İstanbul Sanayi Odası'ndan
Türkiye'nin en büyük 500 firmasıyla ilgili yapılan
çalışmaya baktığımızda verimlilik sürekli olarak
artıyor. 1982 yılını endeks olarak ve 100 olarak
alırsak, 1996'da verimlilik 301'e çıkıyor, yani
yüzde 301 'lik bir artış söz konusudur. Çalışan
başına ücretlere baktığımızda, ücretler olarak
çalışanlar burada ne alıyorlar diye baktığımızda,
1982'den 1996'ya kadar binde 2,4 oranında artış söz
konusudur. Buna Japonya'dan ve başka ülkelerden
örnekler verilebilir. Dolayısıyla uçurum artıyor,
çalışanlar açısından verimlilik artışlarından belki
bir kesim çok daha fazla nemalanırken, "Bu kadar
uğraşıyoruz, çaba sarf ediyoruz, bunun karşılığında
biz ne alıyoruz?" sorusu gündeme geliyor.
Bütün bunların dışında teknolojinin gelişiminin ciddi toplumsal
sonuçları var: İşsizlik artıyor, taşeronlaşma
artıyor, krizler yaşanıyor, dolayısıyla ülke
kaynaklarının etkin bir kullanımının tam anlamıyla
gerçekleştiğini söyleyemeyiz. Peki, şu soruyu
soralım: Madem ki teknolojik gelişme bir ülke için
gerekli bir şey, ama yeterli değil. O zaman krizden
çıkışın gerçek koşulları ne olabilirdi? Acaba ne
olsaydı bu sistem krizden çıkardı?" Sistemin
krizden çıkabilmesinin iki temel unsuru var:
Bunlardan biri, biraz evvel dediğim gibi, düşen kâr
oranlarının yükselmesi gerekiyor; ortalama kâr
oranlarının yukarı çekilmesi gerekiyor; ikincisi,
pazarların daha da fazla genişlemesi gerekiyor;
ikisinin eşanlı olması gerekiyor. Hem daha fazla kâr
oranı, hem de daha fazla genişleyen pazarlar; bu
ikisinin birlikte olması gerekiyor.
Aşırı birikim ne demek? Yatırdığınız paradan
istediğiniz kadar, belli bir oranda kâr
alamıyorsunuz, giderek daha az alıyorsunuz, kepçeyle
koyuyorsunuz, kaşıkla alıyorsunuz demek. Sermaye
dediğimiz ise, her iki anlamda; canlı ve cansız
sermaye, yani üretimde kullanmak üzere yatırdığınız
sermaye nedir? Bir çalışan işgücüdür, bir de
kullandığınız makinelerdir, hammaddelerdir,
girdilerdir. Dolayısıyla bunun değersizleşmesi
gerekiyor. Pay ve payda oranı; toplam yatırımla elde
ettiğiniz kârdır. Eğer yatırımınız düşerse, yani
yatırımı oluşturan toplam sermayenin değeri düşerse,
sizin kâr oranınız büyüyecektir. O bakımdan
sermayenin değersizleşmesi gerekiyor.
Sermayenin değersizleşmesi ne anlama gelir: Canlı ve cansız
sermayenin değersizleşmesi. Canlı sermayenin
değersizleşmesini zaten, biraz evvel belirttiğim
gibi, yaşıyoruz, kitlesel işsizlik var, bir sürü
rakamlar konulabilir. Dünyada işsizlik artıyor,
geçici işçilik artıyor birçok ülkede. Bazı ülkelerde
işsizlik az gibi görünüyor, ama ayrıntılı
baktığınızda rakamlara, bu sefer geçici işçiler,
part-time çalışanlar, zor koşullarda çalışanlar veya
ek iş yapanların sayısı giderek artıyor; birinci
nokta bu.
İkincisi, cansız sermayenin değersizleşmesinden anlaşılması
gereken, çok yoğun bir şekilde yaşanan, sermayenin
merkezileşmesi dediğimiz olay. Yani birçok firmalar
diğerlerini yutuyorlar, o fazla kapasiteler
yutuluyor, açıkçası aynen büyük balık-küçük balık
hikâyesine geliyor. Dolayısıyla son zamanlarda
gördünüz, otomotiv, elektronik ve başka birçok
sektörde asıl daha ağırlıklı olarak yaşanan şey, bir
firmanın diğer firmayı yutması oluyor o fazla
kapasitelerin kapatılması açısından. Çünkü herkes
piyasaya sürerse, bu defa da piyasada kapasite
artıyor. Ama başka firmayı yuttuğunuz takdirde ne
yapıyorsunuz? Oradaki fabrikadaki o kapasiteyi
kapatıyorsunuz, insanları kapının önüne
koyuyorsunuz.
Bu iki koşul birden ancak yerine gelirse sistem krizden çıkabilir.
Kâr oranlarının yükselmesi ve genişleyen pazarların
varlığı, ikisinin bir arada olması. Teknolojik
gelişme bunu iteleyen bir şeydir, gerekli bir
koşuldur, ama yetmez. Dolayısıyla biraz evvelki
örnekteki gibi bütün mesele teknik bir mesele
değildir, sosyal bir meseledir. Bu sosyal mesele de
toplumda bir şekilde sınıflar mücadelesiyle
gerçekleşiyor ve geçmişe baktığımız taktirde Birinci
Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı gibi ciddi
mücadeleler şeklinde açığa çıkıyor. Sermayeler arası
rekabet aynı zamanda politik düzeye de sıçrıyor.
Böyle bir tehlikeye de işaret ettikten sonra gelelim
"Peki, ne yapılabilir? Önümüzde ne gibi olanaklar,
ne gibi alternatifler söz konusudur?" konusuna.
Alternatif olarak mesela ne olabilir? Mesela, bu
yeni gelişen teknolojilerin gerçek anlamda bütün
toplumun çıkarına olması için, ne olması gerekirdi?
Bir kere şunu kavramamız gerekiyor: Eğer ortada
farklı çıkarlar söz konusuysa, herkes bu teknolojik
gelişmeden farklı çıkarlarla hareket ediyorsa,
birtakım getirileri oluyorsa, o takdirde bir kere
bundan olumsuz etkilenenlerin bir şekilde bu sürece
müdahale etmeleri gerekiyor. Dolayısıyla da yeni
gelişen teknolojilerin toplumun geniş kesimlerinin
çıkarlarına uygun bir şekilde geliştirilmesine önem
vermek gerekiyor. Yani özel sermayenin çıkarlarına
uygun bir şekilde bir teknoloji politikası izlemek
yerine, toplumun geniş çıkarları doğrultusunda,
toplumsal refahı artırmak doğrultusunda
teknolojilerin seçilmesi, o tip teknolojilerin
uygulanması gerekiyor.
Baktığımızda, günümüzde bir tekstil fabrikasında
bile en son otomasyona dayalı ürünler
kullanılmaktadır, dolayısıyla sermaye yoğundur.
Halbuki emek yoğun olması gereken bir sektördür.
Dolayısıyla bu şu anlama geliyor: Eğer ülkede birçok
işsiz varsa, en başta bu kaynaklann iyi
kullanılmadığı anlamına gelir. Dolayısıyla temel
iki alternatifle karşı karşıyayız bu yeni teknoloji
uygulamasında. "Bilgi çağı, bilgi toplumu"
deniliyor, iki alternatif söz konusudur. Birincisi,
zorunlu çalışma saatleri aşağı çekilebilir.
Dolayısıyla insanlara çok daha fazla boş zaman
kalarak kişisel uğraşlar vesaire şeklinde
insanların kendilerini gelişmeleri, yetiştirmeleri
için çok daha fazla zaman kalabilir.
İkincisi ise, kitlesel işten çıkarmalar devam eder
-günümüzde zaten yaşanıyor-kitlesel işten çıkarmalar
toplumda büyük çatışmalara yol açabilir. Çünkü
piyasanın dışına atılmış insanlar satın alamadıkları
zaman ne yapacaklar? Bunu zor kullanarak elde etmeye
kalkacaktır. Bu birçok yerde yaşanan bir süreçtir.
Dolayısıyla bu iki yoldan birinin seçilmesi
sorunuyla karşı karşıyayız diye düşünüyorum. Dediğim
gibi, iş saatlerinin kısaltılması ve işlerin
paylaşılması gerekiyor. Mesela, bir slogan olarak şu
ifade benimsenebilir: "Daha az çalışma, herkese iş."
Üçüncüsü, yeni iş olanakları sağlanılmadan işten
çıkartılmama talebi gündeme getirilebilir.
Dördüncüsü, çalışma temposunda yoğunlaştırma
olabilir, bu tip girişimlere karşı mücadele
edilebilir. Tabii bunu sendikalar veya çalışan
kesimlerin örgütleri yapacaktır. Ayrıca emek
sürecinde işçilerin denetimi olabilir veya o üretim
biriminde ne tür bir teknoloji kullanılacağına
ilişkin teknoloji seçiminde işçi temsilcilerine veya
sendikacılara söz hakkı talebi verilebilir mesela.
Dolayısıyla da bu talepler gündeme getirilebilir ve
böylece bireysel çıkarları değil, toplumsal refahı
maksimize eden bir yöntem pekala izlenebilir diye
düşünüyorum.
Yrd. Doç. Dr. Kurtar Tanyılmaz
|