|
Yeni Yüzyılı Kazanmak İstiyorsak.
. .
Hayat bazen nasıl ki bireyler için, geçmişlerinin
bir muhasebesini yapmayı kaçınılmaz bir gereklilik
haline getirirse; tarih de bazen ülkeleri ve
toplumları içinde bulundukları durumu objektif bir
şekilde değerlendirmeleri ve dürüst bir bilanço
çıkarmaları mecburiyetiyle karşı karşıya
bırakabilir. çağ dönümleri bunun belki de en güzel
örneğini oluşturmaktadır. Sadece yirminci yüzyılın
bitişine değil, binyıllık yeni bir dönemin açılışına
işaret eden 2000 yılının, insanlığın ve ülkelerinin
genel gidişatını etkiyebilme gücünü ellerinde
bulunduranlarla -siyaset, iş, bilim, düşünce ve
sanat adamlarıyla- dünyadaki yeni trendleri anlamaya
ve yorumlamaya çalışanlar bakımından müstesna bir
anlamı olduğu muhakkaktır. ülkesinin muhteşem
potansiyeline ve dünyada çok az memlekete nasip olan
dinamik insan gücüne rağmen, olması gereken yerde
olamayışına üzülen; kızan, kızgınlığını açık ve net
bir şekilde göstermeye özellikle dikkat eden bir
siyaset adamı olarak bu fırsatı iyi kullanmak
zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Buysa, herşeyden
önce, ne kadar hoşumuza gitmezse gitmesin, mevcut
durumu olanca şeffaflığıyla sergileyebilmek, bu
durumun acı ve tatsız taraflarıyla cesurca
yüzleşebilmek demek.
Türkiye'nin üçüncü bin yıla girerken ortaya koyduğu
görünümün en acıklı boyutu siyasi sistemimize hakim
olan zihniyetin "akıl almaz" akıl dışılığıdır. Bu
öylesine vahim, öylesine ürkütücü bir akıl
dışılıktır ki, bizim henüz 1960'larda aynı refah
seviyesini paylaştığımız İspanya, Yunanistan gibi
ülkelerden çok gerilerde kalmamıza yol açmıştır.
Oysa, Türkiye, gerek benzersiz coğrafi konumunun,
gerekse mirasçısı olduğu büyük imparatorluk
geçmişinin ve kültürünün sağladığı imkanlar
nedeniyle, açık ekonomi ve açık toplum ideallerine
ulaşma; konusunda, başlangıç pozisyonu olarak söz
konusu ülkelere göre her bakımdan çok daha
avantajlıydı.
Öyle ki, siyasi sistemimizi şekillendiren zihniyet
bu avantajları değerlendirmemizi engellememiş
olsaydı, bugün G-8'ler olarak bilinen zenginler
kulübünün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde
veto hakkı bulunan en seçkin üyeleri arasında yer
almamız işten bile değildi. Ancak tahkim konusundaki
son tartışmaların ve Anayasa değişikliği
gerekliliğinin bir kere daha ibret verici bir
şekilde ortaya koyduğu gibi, zenginliğin, genel
refahın ve bireylerin kendi hayatlarını anlamlı
kılacağına inandıkları değerleri seçme ve onları
takip etme özgürlüğünün mutlak bir garanti altına
alındığı açık toplum idealinin dinamiklerini
kavramakta aciz ya da kitayetsiz kalan despot
bürokratik zihniyetin temsilcilerinin eseri olan ve
iktisadi aklın, basiretin ve sağduyunun temel
gereklerine ters düşen siyasi yapımız,
insanlarımızın ortak mutluluğuna hizmet edecek olan
böyle bir başarıya ulaşmamızın önüne geçmiştir.
İşte eşiğine geldiğimiz çağ dönümü, bizi kısmi
başarılarla avutmaya çalışan bir zihniyeti anlamak,
bu zihniyetin yanlışlarını sergilemek ve onları
doğrulara nasıl dönüştüreceğimiz konusunda altın
bir fırsat sunmaktadır.
Türkiye'de insanımızın sıkıntılarını çektiği
işsizlik, kronik enflasyon, yoksulluk gibi ezici
sorunların kaynağında ekonominin siyasi süreçlerle
yönlendirilmeye çalışılması olgusu vardır. Tabiatı
bakımından bu tür uygulamalara hiç de uygun olmayan
ekonomik faaliyetlerin siyasete tabi kılınması
olgusunun ardında ise
devletçi-kolektivist-merkeziyetçi zihniyet. Bu
zihniyetin değişik derecelerdeki temsilcileri tam
yetmiş beş yıldır siyasi merkezi oluşturmuşlar, ona
bireyin ve bireysel özgürlüklerin önemini
vurgulayarak karşı çıkanlar ise ağırlıklarını ancak
belli ve rakipleriyle karşılaştırıldığında nispeten
zayıf bir biçimde hissettirebilmişlerdir.
Bunun başlıca nedeni, yirminci yüzyılın dörtte Üçüne
yayılan Cumhuriyet rejiminin temellerinin Fransız
Devrimi'nin ve devrimcilerinin ilkeleriyle
yöntemlerini mirasçısı oldukları devlet geleneğiyle
meczetmiş olan bir anlayı_ın etkisi altında ve
kolektivist-otôriter veya totaliter rejimlerin
genel bir yükselişe geçtikleri bir konjonktür içinde
atılmış olmasıdır. Cumhuriyetin ilk çeyrek
yüzyılına mührünü vuran tek parti dönemi, takip eden
çok partili dönemlerin meşru yönetimleriyle askeri
darbelerin demokratik meşruiyetten yoksun
yöneticilerine ekonomiye bürokrasi vasıtasıyla
siyasi müdahalenin tartışmasız bir doğru olarak
kabul edildiği bir zihni alışkanlığı miras
bırakmıştır. Bu alışkanlık, her yönetimin bir
sonrakine kapsamını büyüterek devrettiği ve "kamu
ekonomisi" gibi masum görünümlü bir terimle
yarattığı tahribat, ustaca kamufle edilmeye
çalışılan müdahaleci, engelleyici ve yozlaştırıcı
siyaset eksenli iktisadi uygulamaların kalıcı bir
şekilde yerleşmesine, neticede de, devletin
ekonomik faaliyetlerdeki etkisinin ve ağırlığının
her geçen gün biraz daha artmasına yol açmıştır.
Öyle ki,
dünyanın, 1980'lerin ikinci yansından itibaren
sosyalist-totaliter rejimlerin mutlak vç dönüşsüz
bir şekilde çökmesiyle birlikte girdiği yeni dönemin
gelişmelerine ayak uydurabilmek için teşkil edilen
ve belli bir takvime bağlanmış bir program
çerçevesinde devletin küçültülmesini hedefleyen
Türkiye Özelleştirme İdaresi gibi kurumlar bile,
kuruluş gerekçelerine tamamen aykırı bir anlayışla
çalışmışlardır. Sonuç: yönetim zihniyetinde gerçek
bir köklü yapısal dönüşüm ihtiyacının Türk insanına
tam da yeni bir çağın eşiğinden adım atmak üzereyken
kendini çok kuvvetli bir şekilde hissettirmesidir.
İnsanımız, başta işsizlik, kronik yüksek enflasyon,
yoksulluk olmak üzere hayatını çekilmez kılan
ekonomik sorunların siyasetle ilişkili olduğunu,
ancak bu ilişkiyi ona bugüne kadar sunulan
çerçevenin dışında düşünmesi gerektiğini ilk defa bu
kadar açık bir şekilde kavramaya hazırdır. Başka bir
deyişle, insanımız yakın zamanlara kadar siyaseti
doğrudan doğruya ekonomik değer ve refah üreten bir
etkinlik alanı olarak tasavvur etmeye fazlasıyla
eğilimliydi. Oysa özellikle son on yılda yaşanan
olaylar ve gelişmeler sayesinde artık siyasetin tek
başına refah ve zenginlik üretemeyeceğini, üstelik
siyasi süreçlerle ekonomiyi sıkısıkıya
ilişkilendirmenin son derece olumsuz sonuçlar
üretebileceğinin iyice farkına varmaktadır.
Kısaca, zenginliğin ve refahın kaynağı siyaset
değildir. Siyaset, hiç şüphesiz ekonomik süreçleri
etkileyebilir. Ama bu etkilerin pozitif bir karakter
taşıyabilmesi için, zenginliğin ve refahın asıl
kaynağı olarak bireysel iktisadi faaliyetleri
kolaylaştırmayı ve onların önündeki engelleri yahut
sınırlamaları ortadan kaldırmayı amaçlayan bir
anlayışla siyaset yapılması gerekir. Buysa
Türkiye'yi iktisadi, siyasi ve toplumsal alanlarda
son yıllarda istikrarlı bir krize mahkum eden
yerleşik siyasi oluşumların temsilcilerinin
benimsemiş olduklarından çok farklı bir değerler
örgüsünü benimsemek ve onlarla uyum içinde olan bir
siyasi yapılanmayı hayata geçirmek anlamına
gelmektedir
Sanırız, böylece, bizim temel politik hedefimiz de
beliriyor: Ekonomik süreçleri, siyasi süreçlerin
baskısından kurtarmak! Daha net bir şekilde ifade
edersek: Piyasa içinde yer alan bütün aktörleri,
piyasanın kendi doğal kanunları ve kuralları dışında
hiçbir şeyin sınırlandırmasına cevaz veya izin
vermemek; başkalarına zarar verilmesini önlemeye
yöneli13 kanunlar çerçevesinde, onlar için
olabilecek en fazla özgürlüğü garanti altına almak.
İktisadi süreçlerin ve etkinliklerin asıl aktörünün
bireyler olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bölünemez
mal ve hizmet üretimi haricinde kalan bütün malların
ve hizmetlerin üretimini bireylere bırakmak. Bütün
bu süreçler içinde onların hepsinin aynı ve eşit
biçimde tabi oldukları özgürlük kurallarının ihlal
edilmesini engellemek.
Tahmin edilebileceği gibi, çeşitli açılardan
değişik görünüşlerini verdiğimiz bu hedefin
arkasında, merkezinde bireyin yer aldığı bir
değerler bütünü olarak liberalizm vardır..
Liberaller için, bireyin önemi ve değeri, onun akıl
sahibi, bundan ötürü de, iyiyi ve kötüyü, kendisi
için faydalı olanla zararlı olanı ayırt etme
kapasitesi bulunan sorumlu bir varlık olmasından
kaynaklanmaktadır. Uygarlıkların ve kültürlerin
yaratıcıları da adları bilinsin bilinmesin
bireylerdir. Keşifler, buluşlar, sanat eserleri,
edebiyat yapıtları, kısaca hepimizi insan olduğumuz
için gururlandıran herşey bireylerin yaratıcı
gayretlerinin ürünüdür. Ticaretten sanayiye,
tarımdan sonsuz çeşitliliğiyle hizmetler sektörüne
kadar bütün iktisadi etkinliklerin asıl failleri de
bireylerdir. Bütün bunlar, zenginliğin ve refahın
kaynağında da tek tek bireylerin bulunduğunu
göstermektedir.
Bütün
bunların derinlemesine analizini siyaset
felsefecilerine bıraksam da, liberal bir siyaset
adamı olarak bireye verdiğimiz büyük değerin pratik
sonucuna hemen dikkat çekmek istiyorum: Devletin
varlık nedeni, biz liberaller için, bireylerin
kendi mutluluklarım arama hakkını özgürce
kullanırken ihtiyaç duydukları güvenliği tesis
etmekten ibarettir. Devletin etkinlik alanı bu
nedenle iç güvenlik, dış güvenlik ve adalet
hizmetleriyle sınırlıdır. Kelimenin tam anlamıyla
iktisattaki bölünemez mal ve hizmetler kavramına
giren bu görev alanlarının dışında kalan bütün mal
ve hizmet üretimi -eğitimden sağlığa, ulaşım
altyapısından su dağıtımına kadar- bireylerin
girişimleriyle çok daha verimli, çok daha üretken
bir şekilde sağlanabilir. Yeter ki, iktisadi
süreçler içinde yer alan bütün aktörler, herkes için
eşit ve aynı şekilde uygulanmasının hukuk devleti
aracılığıyla mutlak anlamda garanti altına alındığı
eşit özgürlük hakkı kuralları çerçevesinde
serbestçe rekabet edebilsinler.
Türkiye'de sorunların kaynağı, devleti asıl
fonksiyonlarını yerine getiremez hale getiren
iktisadi hantallığıdır. Bu hantallık ise,
devletçi-kolektivist zihniyetin değişik
zamanlardaki temsilcilerinin eseridir. Bu tespitin
sadece bize özgü bir tespit olduğu elbette
söylenemez. Aralarında son derece değerli fikir ve
bilim adamlarının da bulunduğu birçok kişi,
özellikle son onbeş yıldır devletin ekonomideki
ağırlığının hiç de "ekonomik" olmadığını
vurgulamışlardır. Bununla birlikte, bu tespitin
ötesine geçip onu bireyin esas alındığı bir
perspektifle ele alan pek az fikir adam ve yazar
çıkmıştır.
Bu
devletçi-kolektivist zihniyetin ne kadar derinlere
kök saldığını göstermesi bakımından çok ilginç bir
olgudur. Fakat, bu olguyu daha ilginç, bir bakıma
da daha üzücü kılan husus, sözkonusu tespitin
ötesine geçip gerçekten çözüm önerenlere karşı bir
tür körleşme diyebileceğimiz bir durum yaratmasıdır.
Bizim son altı yıldır devamlı bir şekilde altını
çizdiğimiz fikirlerin ve eleştirilerin hem de çok
kısa zaman aralıklarıyla doğrulanmasına rağmen bir
tür bilinçli kayıtsızlıkla karşılanması bunun açık
bir kanıtıdır. "Mali milat" gibi çok fiyakalı bir
isimle başlatılan ama üstünden daha bir yıl bile
geçmeden yanlışlığı hiçbir tevil götürmeyecek
biçimde ortaya çıkan vergi yasalarına en net, en
tavizsiz tavrı biz koymuştuk. Hem de vergi vermenin
en kutsal vatandaşlık görevi olduğu şeklinde
gerçekleri saptırmaya yönelik bir propagandanın yedi
koldan acımasızca yürütüldüğü bir dönemde lideri
olduğumuz hareketi "vergi düşmanı parti" ilan
ederek.
-
"Vergi düşmanı olmak", bize göre, ekonomik
kurtuluşumuzun anahtarını oluşturmaktadır. çünkü
vergi düşmanı olmak demek devletin asli görev
alanına çekilmesini istemek demektir. Devletin asli
alanlarına çekildiği takdirde harcamalarının olması
gereken seviyelere inmesi, dolayısıyla kaynakların
bireylere ve aslında bir bakıma bireylerin
toplamından müteşekkil bir gerçeklik olan toplumun
ve halkın kullanımına bırakılması demektir. Kısaca
bu bilgilerin ve isteğin ardında kutsal olarak
nitelendirilmeyi asıl hak eden bir şey, birey olarak
insanın mutluluğu, onun daha özgür ve daha doyurucu
bir hayat yaşaması arzusu vardır.
İnsanlar ortaya koydukları değerlere adaletsiz bir
biçimde -zorla veya zorbaca- el konmadığı
düzenlerde, o değerleri daha doyurucu bir hayat
sürmek için birşeyler ortaya koyarak, yani mal,
hizmet veya estetik bakımdan değerli eserler üretmek
için kullanırlar. Değerler tasarrufları,
tasarruflar yeni değerleri ve değer yaratma
süreçlerini yaratır. Devletin asli fonksiyonlarını
yürütmesi için her vatandaş bireyin seve seve, hiç
yüksünmeden vereceği vergi -çünkü bunda onun
hakkaniyet duygularını zedeleyecek hiçbir şey
yoktur-, o sınırların ötesine taştığında vatandaşın
özgürlüğünü boğar, onun değer yaratmaya yönelik
motivasyonlarını ciddi bir biçimde tahrip eder.
Oysa ekonominin gerçek aktörü bireylerdir.
Bireylerin sözkonusu motivasyonlarının tahrip
edilmesi doğrudan doğruya ekonominin gerçek
aktörlerine yön veren duyguların inkar edilmesi
anlamına gelir. Sadece bu gerçeğin değil, insanın
kendisi için iyilikler ve güzellikler istemesi
yoluyla başkaları için de iyilikler ve güzellikler
yarattığı hakikatinin inkar anlamına gelir.
Kaynak: Besim Tibuk
|