Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Yeni Yüzyılı Kazanmak İstiyorsak. . .

Hayat bazen nasıl ki bireyler için, geçmişlerinin bir muhasebesini yapmayı kaçınılmaz bir gereklilik haline getirirse; tarih de bazen ülkeleri ve toplumları içinde bulundukları durumu objektif bir şekilde değerlendirmeleri ve dürüst bir bilanço çıkarmaları mecburiyetiy­le karşı karşıya bırakabilir. çağ dönümleri bu­nun belki de en güzel örneğini oluşturmaktadır. Sadece yirminci yüzyılın bitişine değil, binyıllık yeni bir dönemin açılışına işaret eden 2000 yılının, insanlığın ve ülkelerinin genel gidişatını etkiyebilme gücünü ellerinde bulun­duranlarla -siyaset, iş, bilim, düşünce ve sanat adamlarıyla- dünyadaki yeni trendleri anlamaya ve yorumlamaya çalışanlar bakımından müstesna bir anlamı olduğu muhakkaktır. ül­kesinin muhteşem potansiyeline ve dünyada çok az memlekete nasip olan dinamik insan gücüne rağmen, olması gereken yerde olama­yışına üzülen; kızan, kızgınlığını açık ve net bir şekilde göstermeye özellikle dikkat eden bir siyaset adamı olarak bu fırsatı iyi kullanmak zorunda olduğumuzu düşünüyorum. Buysa, herşeyden önce, ne kadar hoşumuza gitmezse gitmesin, mevcut durumu olanca şeffaflığıyla sergileyebilmek, bu durumun acı ve tatsız ta­raflarıyla cesurca yüzleşebilmek demek. 

Türkiye'nin üçüncü bin yıla girerken ortaya koyduğu görünümün en acıklı boyutu si­yasi sistemimize hakim olan zihniyetin "akıl almaz" akıl dışılığıdır. Bu öylesine vahim, öylesine ürkütücü bir akıl dışılıktır ki, bizim henüz 1960'larda aynı refah seviyesini paylaştığımız İspanya, Yunanistan gibi ülkelerden çok gerilerde kalmamıza yol açmıştır. Oysa, Türkiye, gerek benzersiz coğrafi konumunun, gerekse mirasçısı olduğu büyük imparatorluk geçmişinin ve kültürünün sağladığı imkanlar nedeniy­le, açık ekonomi ve açık toplum ideallerine ulaşma; konusunda, başlangıç pozisyonu olarak söz konusu ülkelere göre her bakımdan çok daha avantajlıydı.

Öyle ki, siyasi sistemimizi şekillendiren zihniyet bu avantajları değerlendirmemizi en­gellememiş olsaydı, bugün G-8'ler olarak bili­nen zenginler kulübünün Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde veto hakkı bulunan en seçkin üyeleri arasında yer almamız işten bile değildi. Ancak tahkim konusundaki son tartış­maların ve Anayasa değişikliği gerekliliğinin bir kere daha ibret verici bir şekilde ortaya koyduğu gibi, zenginliğin, genel refahın ve bi­reylerin kendi hayatlarını anlamlı kılacağına inandıkları değerleri seçme ve onları takip et­me özgürlüğünün mutlak bir garanti altına alındığı açık toplum idealinin dinamiklerini kavramakta aciz ya da kitayetsiz kalan despot bürokratik zihniyetin temsilcilerinin eseri olan ve iktisadi aklın, basiretin ve sağduyunun te­mel gereklerine ters düşen siyasi yapımız, in­sanlarımızın ortak mutluluğuna hizmet edecek olan böyle bir başarıya ulaşmamızın önüne geçmiştir. 

İşte eşiğine geldiğimiz çağ dönümü, bi­zi kısmi başarılarla avutmaya çalışan bir zihni­yeti anlamak, bu zihniyetin yanlışlarını sergile­mek ve onları doğrulara nasıl dönüştüreceği­miz konusunda altın bir fırsat sunmaktadır. 

Türkiye'de insanımızın sıkıntılarını çek­tiği işsizlik, kronik enflasyon, yoksulluk gibi ezici sorunların kaynağında ekonominin siyasi süreçlerle yönlendirilmeye çalışılması olgusu vardır. Tabiatı bakımından bu tür uygulamala­ra hiç de uygun olmayan ekonomik faaliyetle­rin siyasete tabi kılınması olgusunun ardında ise devletçi-kolektivist-merkeziyetçi zihniyet. Bu zihniyetin değişik derecelerdeki temsilcile­ri tam yetmiş beş yıldır siyasi merkezi oluştur­muşlar, ona bireyin ve bireysel özgürlüklerin önemini vurgulayarak karşı çıkanlar ise ağırlık­larını ancak belli ve rakipleriyle karşılaştırıldı­ğında nispeten zayıf bir biçimde hissettirebil­mişlerdir.

Bunun başlıca nedeni, yirminci yüzyılın dörtte Üçüne yayılan Cumhuriyet rejiminin te­mellerinin Fransız Devrimi'nin ve devrimcileri­nin ilkeleriyle yöntemlerini mirasçısı oldukları devlet geleneğiyle meczetmiş olan bir anlayı­_ın etkisi altında ve kolektivist-otôriter veya to­taliter rejimlerin genel bir yükselişe geçtikleri bir konjonktür içinde atılmış olmasıdır. Cum­huriyetin ilk çeyrek yüzyılına mührünü vuran tek parti dönemi, takip eden çok partili dö­nemlerin meşru yönetimleriyle askeri darbele­rin demokratik meşruiyetten yoksun yönetici­lerine ekonomiye bürokrasi vasıtasıyla siyasi müdahalenin tartışmasız bir doğru olarak ka­bul edildiği bir zihni alışkanlığı miras bırakmış­tır. Bu alışkanlık, her yönetimin bir sonrakine kapsamını büyüterek devrettiği ve "kamu eko­nomisi" gibi masum görünümlü bir terimle ya­rattığı tahribat, ustaca kamufle edilmeye çalışı­lan müdahaleci, engelleyici ve yozlaştırıcı siya­set eksenli iktisadi uygulamaların kalıcı bir şe­kilde yerleşmesine, neticede de, devletin eko­nomik faaliyetlerdeki etkisinin ve ağırlığının her geçen gün biraz daha artmasına yol açmış­tır. 

Öyle ki, dünyanın, 1980'lerin ikinci yan­sından itibaren sosyalist-totaliter rejimlerin mutlak vç dönüşsüz bir şekilde çökmesiyle birlikte girdiği yeni dönemin gelişmelerine ayak uydurabilmek için teşkil edilen ve belli bir takvime bağlanmış bir program çerçevesin­de devletin küçültülmesini hedefleyen Türkiye Özelleştirme İdaresi gibi kurumlar bile, kuru­luş gerekçelerine tamamen aykırı bir anlayışla çalışmışlardır. Sonuç: yönetim zihniyetinde gerçek bir köklü yapısal dönüşüm ihtiyacının Türk insanına tam da yeni bir çağın eşiğinden adım atmak üzereyken kendini çok kuvvetli bir şekilde hissettirmesidir. 

İnsanımız, başta işsizlik, kronik yüksek enflasyon, yoksulluk olmak üzere hayatını çekilmez kılan ekonomik sorunların siyasetle ilişkili olduğunu, ancak bu ilişkiyi ona bugüne kadar sunulan çerçevenin dışında düşünmesi gerektiğini ilk defa bu kadar açık bir şekilde kavramaya hazırdır. Başka bir deyişle, insanı­mız yakın zamanlara kadar siyaseti doğrudan doğruya ekonomik değer ve refah üreten bir etkinlik alanı olarak tasavvur etmeye fazlasıyla eğilimliydi. Oysa özellikle son on yılda yaşa­nan olaylar ve gelişmeler sayesinde artık siya­setin tek başına refah ve zenginlik üretemeye­ceğini, üstelik siyasi süreçlerle ekonomiyi sıkısıkıya ilişkilendirmenin son derece olumsuz sonuçlar üretebileceğinin iyice farkına var­maktadır.

Kısaca, zenginliğin ve refahın kaynağı siyaset değildir. Siyaset, hiç şüphesiz ekono­mik süreçleri etkileyebilir. Ama bu etkilerin pozitif bir karakter taşıyabilmesi için, zenginli­ğin ve refahın asıl kaynağı olarak bireysel ikti­sadi faaliyetleri kolaylaştırmayı ve onların önündeki engelleri yahut sınırlamaları ortadan kaldırmayı amaçlayan bir anlayışla siyaset ya­pılması gerekir. Buysa Türkiye'yi iktisadi, siya­si ve toplumsal alanlarda son yıllarda istikrarlı bir krize mahkum eden yerleşik siyasi oluşum­ların temsilcilerinin benimsemiş olduklarından çok farklı bir değerler örgüsünü benimsemek ve onlarla uyum içinde olan bir siyasi yapılan­mayı hayata geçirmek anlamına gelmektedir

Sanırız, böylece, bizim temel politik he­defimiz de beliriyor: Ekonomik süreçleri, siya­si süreçlerin baskısından kurtarmak! Daha net bir şekilde ifade edersek: Piyasa içinde yer alan bütün aktörleri, piyasanın kendi doğal kanunları ve kuralları dışında hiçbir şeyin sı­nırlandırmasına cevaz veya izin vermemek; başkalarına zarar verilmesini önlemeye yöne­li13 kanunlar çerçevesinde, onlar için olabile­cek en fazla özgürlüğü garanti altına almak. İktisadi süreçlerin ve etkinliklerin asıl aktörü­nün bireyler olduğu gerçeğinden yola çıkarak, bölünemez mal ve hizmet üretimi haricinde kalan bütün malların ve hizmetlerin üretimini bireylere bırakmak. Bütün bu süreçler içinde onların hepsinin aynı ve eşit biçimde tabi ol­dukları özgürlük kurallarının ihlal edilmesini engellemek. 

Tahmin edilebileceği gibi, çeşitli açılar­dan değişik görünüşlerini verdiğimiz bu hede­fin arkasında, merkezinde bireyin yer aldığı bir değerler bütünü olarak liberalizm vardır.. Libe­raller için, bireyin önemi ve değeri, onun akıl sahibi, bundan ötürü de, iyiyi ve kötüyü, ken­disi için faydalı olanla zararlı olanı ayırt etme kapasitesi bulunan sorumlu bir varlık olmasın­dan kaynaklanmaktadır. Uygarlıkların ve kül­türlerin yaratıcıları da adları bilinsin bilinmesin bireylerdir. Keşifler, buluşlar, sanat eserleri, edebiyat yapıtları, kısaca hepimizi insan oldu­ğumuz için gururlandıran herşey bireylerin ya­ratıcı gayretlerinin ürünüdür. Ticaretten sana­yiye, tarımdan sonsuz çeşitliliğiyle hizmetler sektörüne kadar bütün iktisadi etkinliklerin asıl failleri de bireylerdir. Bütün bunlar, zen­ginliğin ve refahın kaynağında da tek tek bi­reylerin bulunduğunu göstermektedir.

Bütün bunların derinlemesine analizini siyaset felsefecilerine bıraksam da, liberal bir siyaset adamı olarak bireye verdiğimiz büyük değerin pratik sonucuna hemen dikkat çek­mek istiyorum: Devletin varlık nedeni, biz li­beraller için, bireylerin kendi mutluluklarım arama hakkını özgürce kullanırken ihtiyaç duydukları güvenliği tesis etmekten ibarettir. Devletin etkinlik alanı bu nedenle iç güvenlik, dış güvenlik ve adalet hizmetleriyle sınırlıdır. Kelimenin tam anlamıyla iktisattaki bölüne­mez mal ve hizmetler kavramına giren bu gö­rev alanlarının dışında kalan bütün mal ve hiz­met üretimi -eğitimden sağlığa, ulaşım altyapı­sından su dağıtımına kadar- bireylerin girişim­leriyle çok daha verimli, çok daha üretken bir şekilde sağlanabilir. Yeter ki, iktisadi süreçler içinde yer alan bütün aktörler, herkes için eşit ve aynı şekilde uygulanmasının hukuk devleti aracılığıyla mutlak anlamda garanti altına alındığı eşit özgürlük hakkı kuralları çerçeve­sinde serbestçe rekabet edebilsinler. 

Türkiye'de sorunların kaynağı, devleti asıl fonksiyonlarını yerine getiremez hale geti­ren iktisadi hantallığıdır. Bu hantallık ise, dev­letçi-kolektivist zihniyetin değişik zamanlarda­ki temsilcilerinin eseridir. Bu tespitin sadece bize özgü bir tespit olduğu elbette söylene­mez. Aralarında son derece değerli fikir ve bilim adamlarının da bulunduğu birçok kişi, özellikle son onbeş yıldır devletin ekonomi­deki ağırlığının hiç de "ekonomik" olmadığını vurgulamışlardır. Bununla birlikte, bu tespitin ötesine geçip onu bireyin esas alındığı bir perspektifle ele alan pek az fikir adam ve ya­zar çıkmıştır.

Bu devletçi-kolektivist zihniyetin ne ka­dar derinlere kök saldığını göstermesi bakı­mından çok ilginç bir olgudur. Fakat, bu olgu­yu daha ilginç, bir bakıma da daha üzücü kılan husus, sözkonusu tespitin ötesine geçip gerçek­ten çözüm önerenlere karşı bir tür körleşme diyebileceğimiz bir durum yaratmasıdır. Bizim son altı yıldır devamlı bir şekilde altını çizdiği­miz fikirlerin ve eleştirilerin hem de çok kısa zaman aralıklarıyla doğrulanmasına rağmen bir tür bilinçli kayıtsızlıkla karşılanması bunun açık bir kanıtıdır. "Mali milat" gibi çok fiyakalı bir isimle başlatılan ama üstünden daha bir yıl bile geçmeden yanlışlığı hiçbir tevil götürme­yecek biçimde ortaya çıkan vergi yasalarına en net, en tavizsiz tavrı biz koymuştuk. Hem de vergi vermenin en kutsal vatandaşlık görevi ol­duğu şeklinde gerçekleri saptırmaya yönelik bir propagandanın yedi koldan acımasızca yü­rütüldüğü bir dönemde lideri olduğumuz ha­reketi "vergi düşmanı parti" ilan ederek. 

- "Vergi düşmanı olmak", bize göre, eko­nomik kurtuluşumuzun anahtarını oluştur­maktadır. çünkü vergi düşmanı olmak demek devletin asli görev alanına çekilmesini istemek demektir. Devletin asli alanlarına çekildiği tak­dirde harcamalarının olması gereken seviyele­re inmesi, dolayısıyla kaynakların bireylere ve aslında bir bakıma bireylerin toplamından müteşekkil bir gerçeklik olan toplumun ve hal­kın kullanımına bırakılması demektir. Kısaca bu bilgilerin ve isteğin ardında kutsal olarak nitelendirilmeyi asıl hak eden bir şey, birey olarak insanın mutluluğu, onun daha özgür ve daha doyurucu bir hayat yaşaması arzusu vardır. 

İnsanlar ortaya koydukları değerlere adaletsiz bir biçimde -zorla veya zorbaca- el konmadığı düzenlerde, o değerleri daha doyu­rucu bir hayat sürmek için birşeyler ortaya ko­yarak, yani mal, hizmet veya estetik bakımdan değerli eserler üretmek için kullanırlar. Değer­ler tasarrufları, tasarruflar yeni değerleri ve değer yaratma süreçlerini yaratır. Devletin as­li fonksiyonlarını yürütmesi için her vatandaş ­bireyin seve seve, hiç yüksünmeden vereceği vergi -çünkü bunda onun hakkaniyet duygula­rını zedeleyecek hiçbir şey yoktur-, o sınırların ötesine taştığında vatandaşın özgürlüğünü bo­ğar, onun değer yaratmaya yönelik motivas­yonlarını ciddi bir biçimde tahrip eder.

Oysa ekonominin gerçek aktörü birey­lerdir. Bireylerin sözkonusu motivasyonlarının tahrip edilmesi doğrudan doğruya ekonomi­nin gerçek aktörlerine yön veren duyguların inkar edilmesi anlamına gelir. Sadece bu ger­çeğin değil, insanın kendisi için iyilikler ve güzellikler istemesi yoluyla başkaları için de iyilikler ve güzellikler yarattığı hakikatinin in­kar anlamına gelir. 

Kaynak: Besim Tibuk

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005