Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Yurttaşlık Bilinci ve Ekonomi

Türkiye, çeyrek yüzyıldır ekonomik sorunlarla uğraşıyor. Bu sorunlar, 2000 yılı so­nunda artık krizler sarmalına dönüştü. Geçen on yıllar içinde uygulanmaya çalışılan ekono­mik programlar, sonuçta hep başarısız oldu. Bu yazının yazıldığı tarihte, yaklaşık bir yılını doldurmakta olan son krizin ardından uygula­nan program da, henüz toplum yaşamında el­le tutulur bir iyileşme sağlayabilmiş değil.

Türkiye ekonomisinin bu sağlıksız ya­pısının ardında yapısal sorunlar olduğu artık biliniyor. O nedenle, geçmiş dönemlerde ol­duğu gibi, günü kurtarmaya yönelik sözde önlemlerle sonuç alınmasının, kalıcı, kararlı bir iyileşme sağlanmasının olanağı yok. 

Yapısal düzenlemeler ise, eklektik siya­sal iktidarların üstesinden gelebileceği boyut­ların ötesinde anlamlar taşıyor; irade gücü ve kararlılık istiyor. Oysa Türkiye, ekonomik so­runların ağırlaştığı, krizin süreklilik kazandığı, bir anlamda stagflasyona (durgunluk içinde enflasyona) dönüştüğü son yıllarda, birçok aksaklığın yanı sıra ve en başta böyle bir siya­sal kararlılıktan, irade gücünden ve etkisinden yoksun   bulunuyor.   Anımsatmak   gerekirse, 1995 genel seçimlerinden sonra azınlık hükü­metleri, koalisyonlar, yine azınlık hükümeder ve yine daha parçalı koalisyonlarla ülke yöne­tilmeye çalışılıyor. Bütün bu hükümetlerde bakanların ve koalisyonu oluşturan partilerin sayısı gittikçe artıyor. Ama siyasal irade güç­lenmiyor, parçalanıyor, silikleşiyor; günü bir­lik arayışların ardında sürükleniyor. 

Siyasal irade, kuşkusuz parlamentoda yasa çıkarma gücüne yetecek parmak sayısına sahip olmaktan ibaret değil. Bu sayının ardın-da ona güç veren, sayısal gücü ulusal vicdan­da meşrulaştıran bir halk desteğinin de bulun­ması gerekiyor.

Türkiye'de uzun zamandır, bu destek yok. Yalnız iktidar partilerinin değil, muhale­feti de kapsayacak biçimde bütün siyasal oluşumların arkasında halk yok.

Halkın siyasetten kopukluğu, bir ölçü­de siyasetin ülkemizdeki yapısından kaynak­lanıyor. Katılımdan, saydamlıktan, hukuktan kopuk bir aşiret yapısı, bir şeyh-şef kültü, te­miz ve içtenlikli duygularla siyasete ilgi duyanlar da zamanla yoruyor, bıktırıyor, uzak­laştırıyor. 

Öte yandan, halkın geniş anlamda siya-set'e katılmak konusunda yoğun ve içten bir talebinin olduğunu söylemek de kolay değil. Geniş kitlelerde siyasete duyulan ilgi, dalla çok, siyasal partiler eliyle merkezi ve yerel ik­tidar olanaklarını kullanmak amaçlarına yöne­lik. Bu, bir anlamda siyasal partiler aracılığıy­la kamunun yağmalanmasına katılmak niteliği taşıyor. 

O nedenle Türkiye'de kamunun yağ­malanmasına, daha özenli sözcüklerle söyler­se -en azından- kaynakların ve olanakların kötü kullanılmasına, kötü yönetilmesine, ye­terli ölçüde, kitlesel karşı çıkış yok. Olsa da, ısrarlı, sürekli, içtenlikli değil. Herkes, daha çok karşı tarafın yağmasına öfkeleniyor. 

Bu algılama eksikliğine elbette tarihsel gerekçeler bulunabilir. Yüzyıllar boyunca merkeziyetçi-despotik bir yönetimin egemen­liği altında "kul" statüsünde yaşamış bir toplu­mun, devletin varlığı/varsıllığıyla kendini ye­terince özdeşleştiremeyeceği söylenebilir, sa­vunulabilir.

Ancak, bugünün yaşanılan gerçeği açı­sından, bu kopukluğun temelinde, halkın, 'kamunun fînansmanı'na iradi ve bilinçli ola­rak katılmadığı olgusu yatmaktadır. Kamunun finansmanına katılmak, kamu giderlerini kar­şılayacak gelirin esas olarak yurttaşların eme­ğinden, üretiminden, cebinden karşılandığını bilmek ve bu alanda üzerine düşeni sorumlu­luk duygusuyla yerine getirmekle olur. Bu ka­tılımın ekonomi dilinde adı, özetle söylemek gerekirse 'vergi'dir. 

Türkiye'de çağdaş anlamıyla vergi kav­ramı da, bunu düzenleyen yasalar çerçevesi de oldukça yenidir. Yurttaşların bilincinde vergi, askerlik gibi kaçınılmaz bir 'görev' yada eğitim gibi bir temel 'hak' olarak yeterince yer etmiş değildir. Osmanlı'dan kalan alışkanlıkla "hikmetinden sual olunmaz" merkezi hü­kümete, pay-i tahta verilmesi gereken bir ha­raç olarak algılanmaktadır. Kimse kazandığı oranda vergilenmeyi doğal bir yurttaşlık öde­vi saymamaktadır. İşçiler ve memurlar gibi vergisi kaynakta kesilen kesimler dışında ka­lan yükümlüler, ancak kaçıramadıkları oranda vergi vermektedir. Türkiye'de vergi gelirleri­nin ulusal gelir toplamı içindeki payının oranı, Avrupa Birliği ülkeleri ortalamasının yarısı kadardır. 

Vergi vermeyen, vergisiz yaşamayı hak sayan bir toplumun kamu varlığının yağması karşısında, kendi malının yağmalandığını du­yumsaması güçtür, neredeyse olanaksızdır.

O yüzden, başka ülkelerde hükümetle­rin, iktidarların yıkılmasına, adı karışan siyaset adamlarının yok olmasına yol açabilecek yolsuzluk olayları Türkiye'de 'vaka-i adiye' hali­ne dönüşmüştür. Bu yolsuzluk olayları karşı­sında toplumsal tepki son derece cılızdır. La­ikliği korumak için alanlara dökülen, eylem cephesi oluşturan kitlesel meslek örgütleri, yolsuzluklara karşı bir tek ortak davranış bile gerçekleştirememişlerdir. 

Türkiye'de vergi mevzuatı da karmaşık­tır. Vergi oranları yüksektir, vergi tabanı dar­dır. Uygulama bazen vergi verenler açısından mağduriyetlere, haksızlıklara yol açan sonuç­lar doğurmaktadır. Bu olumsuzlukların da et­kisiyle, kayıtdışı işlemler gözardı edilemeye­cek boyutlara ulaşmıştır.

 Vergilemenin yasal çerçevesini iyileştir­meye dönük düzenlemeler siyasal iktidarların en gönülsüz attığı adımlar olarak görülmekte­dir. Nitekim 22/07/1998 günlü 4369 sayılı ya­sa, kabul edildiği tarihte 'mali milat' olarak ilan edilip, övgüyle sunulmuşken, ardından hemen 11/08/1999 tarihinde 4444 sayılı yasa ile uygu­lanması ertelenmiştir. Uygulanmanın ertelendi­ği 31/12/2002 tarihinden önce de -neredeyse tümüyle- içi boşaltılmaya çalışılmaktadır. Tür­kiye'nin kapalı siyasal sistemi, vergi veren ve verdiği vergiyi denetleyen bir toplum yapısı oluşmasından, sanki özenle kaçınılmaktadır.

 

Şimdi, yaşadığımız ekonomik kriz, ya­pısal düzenlemelerin kaçınılmazlığını yeniden dayatmışken, vergi alanına da köktenci bir an­layışla yaklaşmak ve yeni düzenlemeler yap­mak zorunludur.

Bu alanda: 

-  Gerçek gelir üzerinden vergi alınma­sının altyapısı oluşturulmalı, servet beyanı uy­gulamasına geçilmelidir.
-  Muaflık ve istisnalar yeniden gözden geçirilmelidir.

-  Gerçek usulde vergileme yolu tercih edilmelidir.

-  Özel gider indirimi uygulaması aylık hale getirilerek kayıt ve belge sistemi güçlen­dirilmelidir.

-  Vergi ceza sistemi gözden geçirilerek suçla orantılı bir ceza sistemi oluşturulmalı, bu sistem ödünsüz uygulanmalıdır.

-  Verginin gerçek gelir üzerinden alın­masının sağlanması amacıyla enflasyon muha­sebesi uygulaması getirilmelidir.

- Olağanüstü vergilerden kaçınılmalıdır.

-  Özel tüketim vergisi yasası çıkarılma­lıdır.

-  Kayıt dışılıkla etkin biçimde mücadele edilmelidir (Öneriler için: Ekonomik Rapor, 2000, Türmob Yayınlan, 160). 

Kamu finansmanına iradi olarak katıl­mak, yurttaşlık bilincinin birinci kuralıdır. Ver­gi de bu katılımın temel aracıdır.

İradi ve bilinçli olarak vergi veren yurt­taşlar ancak, vergilerinin nereye, nasıl, niçin kullanıldığım sorgulayabilirler. Sorgulamak hak ve yetkisine sahip olabilirler. 

Yurttaşların, kamu kaynaklarının ve olanaklarının nasıl kullanıldığını sorgulama bilincine sahip olmadığı, daha da vahimi böy­le bir hakkı kendinde görmediği toplumlar, ne yolsuzluktan kurtulabilir, ne de yoksulluktan.

Kaynak: Ertuğrul Günay - Hukukçu, Ordu CHP Eski Milletvekili

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005