Yüzüncü Yılın Türkiyesi
Mithat
Melen
Türkiye'de 1968 kuşağı, bizim kuşağımız, gerçekten
politik mücadele içine girdi ama hiçbir zaman komplo
teorileri üretmeden savaşü, meydanlarda mücadele
etti. Sağcı veya solcu oldu, iktidarlara karşı çıktı
ama komplolar üretmedi, çeteler kurmadı devleti
bölüşmedi. İktidarlar da açıktı ve bir yerde
demokrattı. Sağ sol mücadelesi de açıkça
yapılıyordu. Ekonomik doktrin olarak sağ, karma
ekonomi derken sol da ithal ikamesine karşı
çıkıyordu. Devletleştirmenin çok akıllı bir iş
olduğunu, devletin en büyük olduğunu ve devletin her
şeyi çözebileceğine hepimiz inanmıştık. Sağcısı
solcusu ve hatta medyası o günler komplo teorileri
ile uğraşmıyorlardı. Medya da bu günkü gibi
gazeteciliğin dışında her iş ile uğraşan insanlardan
kurulmamıştı ve sermaye ile karışmamıştı.
Ayrıca T.C devleti de büyüktü, onların yöneticileri
de. Bir ülküye inanmışlardı. Başa geçenleri o zaman
ne kadar eleştirdi isek, bu gün bir çok konuda haklı
olduklarını kabul ediyoruz. Düzgün adamlarmış. Hele
devleti hiç soymamışlar, bu günkü politikacı ile
kıyaslamak bile istemiyorum. Ayrıca o zamanlar
kimsenin aklına devlet içinde çete kurmak gelmemiş.
Gayri Safi Milli Hasılanın (GSMH) yüzde 50'sini
devletin parasal büyüklük olarak üretmeğe başlaması
işte bu devletçi anlayışın bir ürünüdür. Ancak onu
yönetenler o devleti korumuş ve büyümesine neden
olmuşlardır.
Mustafa Kemal T.C'ni kurduktan sonra İzmir İktisat
Kongresi ile ekonomide bir hamle yapmak istiyor.
Ekonomisi sağlam olmayan bir devletin temellerinin
sağlam olmayacağına inanmış. 1938 yılma kadar
Türkiye'de enflasyon yok ve bütçe açığı verilmemiş.
Bir kere İstiklal savaşı sırasında bir bütçe açığı
var. TBMM kurulduktan sonraki devreden ikinci dünya
savaşı sonuna kadar Türkiye'nin döviz rezervleri
kendine yetecek kadar var. Sanıldığı kadar ekonomi
kapalı da değil. Ayrıca izmir İktisat Kongresi
kararları ile Keynes'in Genel Teori adlı kitabı
arasında ilginç benzerlikler var. 1924 yılında
Kongre İzmir'de yapılmış, 1930 ABD krizinden sonra
Genel Teori'yi Key-nes kaleme almış. Keynes bu gün
bile tartışıldığına göre, o günkü T.C. ekonomisinin
çağdaş olup olmadığını sorgulamamak gerekiyor.
Ancak Atatürk'ün de gözlediği piyasa ekonomisinin
yalnızca bir ekonomik sistem olmadığı, piyasa
ekonomisinin beraberinde rekabet kurallannın
işlediği, yasalara uygun karlılığın söz konusu
olduğu, bir kültürel ve demokratik değerler kavramı
da olduğu olgusu. Bunun için insana yatırım yapmak
gereği ağır basıyor. Kapitalist olmak kolay değil.
Bir kültürü, bir burjuva ahlakını, gerektiriyor.
Mustafa Kemal de Türkiye'de özellikle o zaman
Ankara'da olmayan bir burjuvazi yaratmağa
çalışmış. Bunun için de en uygun olanı bürokrat.
Onu yetiştirmiş çağdaş yapmağa çalışmış. Ordunun
bugün çağdaş asker yetiştirme anlayışı Mustafa
Kemal'e uzanır. Bürokrat o zaman iki fonksiyon
birden üstlenmiş oluyor, birincisi, burjuva olacak
ve kapitalist ekonominin gereğini finansal ahlakı
koruyacak, diğer yandan da sermaye birikim sürecine
yardım edecek.
Türkiye'de sermaye biriktirmenin en kolay yolu
GSMH'nin yüzde 50'sini bu gün bile üreten devletle
işbirliği yapmak. Devleti ya soyacaksınız ya da
çeşitli nedenlerle ele geçirip ortak olacaksınız.
Tabii ki, bürokratın etkinliğini unutmadan bu
işleri yapacaksınız
Türkiye ekonomisini incelerken bürokratlara
dokunmak onları nedense rahatsız eder. Onlar bütün
hatanın politikacılarda olduğunu daima ileriye
sürerler. Aslında Türkiye'nin politikacısı devlet
konusunda çok birikimli ve deneyimli olmadığı için
bürokratlann dediklerini aynen yapar. Yahut ta
bürokrasiden politikaya geçenlör mevcut düzeni
sürdürürler. Enflasyon yüksek çıksa, hata
politikacının olur. Son 12 yıla bakın Türkiye
ekonomisini bürokrat ve politikacı olarak aynı
insanlar hep yönetmiş, o zaman enflasyonun
düşmesini beklemek hayal değil mi? Neden çünkü
böyle bir ekonomik düzenden yararlanan sayıca büyük
olmayan ama etkin bir çevre var. Mutlu bir azınlık:
Türkiye ekonomisinin Cumhuriyet tarihi içerisinde
geçirdiği evreleri incelemek, günümüz ekonomisi
hakkında bize önemli ip uçları verebilir. Keynesyen
bir modelden savaş sıkıntıları ile kapalı bir
ekonomik modele geçip, sonra birden bire 1950'lerde
açılmanın yarattığı altyapı eksikliği sorunları ve
döviz dar boğazlarını aşmak herhalde kolay değildi.
Sık devalüasyon yaparak ülkeyi dar boğazlardan
geçirme, 1980 yıllarına kadar sürdü. 1980 yılından
itibaren Türkiye karma ekonomik bir yapıdan piyasa
ekonomisine adımını attı. 1987 yılına kadar yapısal
reformlannda da başarılı oldu. Ancak politik
kaygılar yüzünden yapısal reformları unutan ve
piyasa ekonomisi felsefesinden uzaklaşan Türkiye
1990'U yıllara ekonomide liberalizmin bir
kuralsızlık olduğunu sanarak girdi. Bunda ekonomiyi
yönlendiren mi hata yaptı yoksa toplum mu
liberalizmi yanlış anladı onu herhalde tarih daha
iyi değerlendirecektir.
Ekonomik yapıda değişim, ekonominin önemli
faktörleri sermaye, emek, müteşebbis ve toprağın
yapısında değişim ile olabileceğini ilkokul
öğrencileri bile biliyor. Türkiye'de toprağın
yapısında yıllardır önemli bir değişim olmamıştır.
Ne mülkiyet ne de teknik açıdan. Tarımsal politik
sübvansiyonların dışında makineli ve entansif bir
tarıma bile geçememişiz. 10 milyon çiftçi ve oy
nüfusunu mutlu etmek için ülkenin 55 milyonluk
insana ait kaynağını bir sınıfa tahsis etmişiz.
Fakat hala hububat ithal edip aracıları zengin
ediyoruz
Reel mal piyasalarında küçük ve orta işletmeler
ayakta dururken, yanlış para politikaları ile eksik
maliye politikaları yüzünden ekonomiyi faiz
ekonomisine çevirmişiz. Banka-Hazine-Merkez Bankası
üçgenine, Türkiye'yi adına liberal ekonomi diyerek
teslim etmişiz. Tasarruf azlığından sermaye
birikimi, gereği kadar olmadığı gibi gerçek üretim
ise yüksek faiz politikaları yüzünden Türkiye'de
yeteri kadar gerçekleşememektedir. Mali sektörün
Hazineye dayalı sağlıksızlığı, yatırım hızını
azaltmakta ve sık olarak dünyadaki krizlerin etkisi
ile de piyasaları sarsmaktadır. Türkiye'nin 21.
yüzyıla girerken en önemli sorunlarının başında
mali piyasalannın alt yapısını tamamlamaması
gelmektedir.
Cumhuriyetin ilk 30 yılında kamu bütçeleri hep denk
iken son 45 yılda nedense denk değildir. Açık bütçe
iç, ve dış borçlanmayı artırmakta, devletin
piyasalara alıcı olarak girmesi faiz hadlerini
yükseltmektedir. Enflasyonla beslenen fiyatlar,
girdi maliyetlerinin yükselmesine neden olmaktadır.
Kur ayarlamaları ile yapılan günlük devalüasyonlar
bile Türkiye'nin ihracatını yeteri kadar
artırmamıştır. Parasal politikaların, kur
politikalarının etkisi ile TL'nin değerinin aşırı
yüksek tutulması şimdilik döviz rezervlerinde
sıkıntı yaratmamakta ancak ekonomide ufacık bir
dengesizliğin hemen sarsıntıya yol açacağını
borsadaki ani iniş çıkışlarından herkes
anlamaktadır. Türkiye'nin büyük alimleri faiz dışı
bütçe dengesi, faiz içi bütçe dengesi gibi yeni
inanılmaz bir terminoloji bulmuşlardır. Bütçenin
yüzde 60'ı faiz ödemelerine gittiği için dengenin ne
olduğunu anlamak güçtür.
Kamu açıklarını azaltmanın bir yolunun özelleştirme
olduğunu söylemek yeni moda. Ülkenin kaynaklannı
ekonomik olarak kullanmanın daha doğaı bir yol
olduğunu ileri sürmek ise modası geçmiş, eski ama
akılcı bir tavırdır. Türkiye özelleştirme ile
etkinlik kavramını karıştırdığı için kurtuluşu
özelleştirmede aradı. Türkiye'de özel sektörün ne
denli etkin çalıştığı dünya ile ne kadar rekabet
edebildiğinin araştırılması lazım. Önemli olan
mülkiyet değil, önemli olan verimli ve etkin
kaynaklarımızın değerlendirilmesi, yerel üretim ile
evrensel piyasalara açılmak. Dünyanın üretim ve
kalite düzeyini yakalamak
Dünya düzeyinde olmak için ilk koşul ise, insan
yapısından geçiyor. Yüzde 80'i mesleksiz bir iş
gücünüz varsa, bunların yüzde 70'i ilkokul
bitirmemişse, ortalama okuma yılı ülkede 3.6 ise ve
GSMH'nızdan eğitime sadece yüzde 3 pay
ayırıyorsanız, ücretleriniz çok düşükse, sosyal
barışınız yoksa, dünya ile nasıl rekabet edeceksiniz
ve 21.yüzyıl bilgi çağını nasıl yakalayacaksınız?
Türkiye'de ekonomik yapı tartışılırken bir çok
önemli konu es geçiliyor. 21.yüzyılın bilgi çağı
olacağını ve liberal ekonomik yapı ile onun siyasi
uzantısının demokrasi olduğunu biliyoruz da, neden
ülkedeki bir çok tabuyu tartışmıyoruz? Türkiye
bütçesinin veya GSMH'nm ne kadarı savunma
harcamalanna gidiyor? Daha az harcayarak daha güçlü
bir ordu besleyemez miyiz? Teröre Türkiye 14 yılda
85 milyar dolar harcamış ve 30 bin canı gitmiş.
Türkiye'nin bu kanayan yarayı tedavi etmesi
gerekirse ameliyat etmesi gerekiyor. Önce ekonomik
konsept olarak konuyu ele alması lazım. Aynı
Yunanistan ve Kıbrıs gerginliğinin maliyetini
düşünmemiz gerektiği gibi.
Ekonomik yapıda değişim sadece Ankara'da devlet
bütçesinde tasarruf yapmakla olamaz. Ekonomik
yapıyı üretim ve tüketim pat-ternleri değiştirmek
gerekiyor. Dünyada yerel yönetimlerin ekonomide
etkinliği her geçen gün artıyor. Günlük ekonomik
kararları yerel yönetimler kendi vatandaşları için
alıyorlar.
Hem de vatandaşa referandumla sorarak, Türkiye daha
yerel yönetimsel bir ekonomik ve politik yapıya
kavuşmazsa, korktuğumuz bölünme daha çabuk olacak.
Aslında ülkenin bütünlüğünü korumak için çağdaş
önlemler almak yöneticinin görevleri arasında hatta
başında geliyor.
Türkiye 1954 yılında İtalya ile, 1964 yılında G.Kore
ile kişi başına milli gelirde aynı düzeyde iken, bu
gün bizi İtalya 5 kere, Güney Kore 3 kere geçmiş
durumda. Demek ki Türkiye ekonomik değişimini tam
anlamıyla yapamadığı gibi son 30 yıldır ekonomi de
iyi yöne-tilemedi.
Enflasyonu ve kamu açıklannı ve politikayı kendine
oyun alanı ilan etmiş bir dar çevre arada sırada
kendine düşmanlar buluyor. Bazen solcular, bir devre
sağcılar, bir ara Demokrat Parti, Ermeniler arada
Yunanlılar, sonra Kürtler, son zamanlarda dinci
kesim.
ABD Başkanı Franklin Delana Roosevelt 6 Ocak 1941
tarihinde Amerikan Kongresine yaptığı bir konuşmada
insanlığın dört önemli özgürlüğünün olması
gerektiğini vurguluyor-du:l-Konuşma ve görüşlerini
ifade özgürlüğü, 2-îstediği tanrıya tapma özgürlüğü,
3-Ülkelerin vatandaşlanna sağlıklı ve uzun bir yaşam
sağlamakla yükümlü olmaları anlamına gelen, isteme
özgürlüğü, 4- Ülkelerin birbirlerine saldırmasını
önleme anlamına gelen korku özgürlüğü.
1977 yılında BM, bir genel kurul karan ile insan hak
ve özgürlüklerinin bölünmez ve birbirinden bağımsız
olduğuna karar veriyor. Haziran 1993'te Viyana insan
Haklan Konferansı, "İnsan haklan, evrenseldir,
bölünmezdir, birbirinden bağımsızdır ve aralannda
ilişkilidir" karan alıyor.
1986 yılında BM başka bir deklarasyon yayınlıyor
"Kalkınmaya hakkı olmak." Bu insanların kalkınmadan
yararlanmaya hakları
vardır demek, onun için ülkeleri yöneten
hükümetlerin görevleri arasında uygun ekonomik ve
sosyal reformlar yaparak eşitsizlikleri ortadan
kaldırmak var.
Türkiye'nin önündeki sorun ise bu. Kalkınmadan
yeterince payını alarak dünya içerisinde yer almak.
Komşuları ile iyi geçinirken insanlann refah
düzeyini yükseltmek din, vicdan ve teşebbüs
özgürlüğüne sahip olmak.
Türkiye'de milli gelirin yüzde 80'ini nüfusun yüzde
20'si paylaşıyor. 13 milyon insanımızın günde 1
dolar gelir düzeyinin altında. Nüfusun yarısının
sosyal güvencesi yok. Devletin iki sosyal güvenlik;
kurumu ise iflas etmiş durumda.
Ekonominin yansının kayıt dışı olduğunu söylemek
yetmiyor, kayıt içine almak gerekiyor. Kara
paraların siyasetten çekilmesi ise şart. Eğer kayıt
dışı ekonomiyi başta vergi ödemeleri ile kayıt
altına almazsanız, kayıt dışı politikacılardan,
çetelerden, uyuşturucu kaçakçı-lanndan ülkeyi
kurtaramazsınız.
Türkiye'de adalet ve sağlık en unutulmuş iki
sektör, ikincinin GSMH'den aldıkları pay ise çok
düşük. Adalet özel olamayacağına göre, yüzde 1 bile
değil. Sağlık ise özel sektör ile birlikte yüzde 3
civarında GSMH'den pay alıyor. Bir ülkede ruhen ve
fiziken sağlıklı insan yetiştiremezseniz, onları
çağdaş bir biçimde eğitemezseniz, hukuk devleti
olamazsınız, 21.yüzyıla geçemezsiniz. İnsanlannızın
hakla-nnı koruyamazsınız, bölgenizde etkin ve büyük
bir güç olamazsınız.
Türkiye 21. yüzyıla girerken Cumhuriyetin 75.yılını
kutluyor, 75 yılda yapılanları küçümsemiyor, ama
yetmediğini söylüyoruz. Bölgenin en büyük gücünün
alt ve üst yapısı ve müteşebbis iş gücü ile
Avrupa'nın ve Asya'nın duvarlannı zorlayan bir
büyük ülke olması gerektiğini vurguluyoruz. En
azından Türkiye'nin bugün olduğundan daha önemli bir
yerde bulunması lazım.
Türkiye'nin bugün en az kişi başına 10 bin dolar
milli gelir düzeyinde olması gerekiyordu. Türkiye,
Cumhuriyetin 100. Yıl dönümünde kişi başına 20 bin
dolar düzeyinde bir ülke olmalı. Dünya GSMH'smdan
ise yüzde 1 pay almalı, şimdi yanm pay alıyor.
Genç nüfusu ile Ortadoğu ve Balkanların en önemli
ülkesinin potansiyelini küçümsemeyelim, yeter ki
mevcut sorunlanmıza iyi teşhis koyalım ve doğru
tedaviyi uygulayalım. Türkiye içerde ve dışanda banş
içinde yaşamak ve ekonomik sorunlanm bir an önce
çözmek zorunda. Sık kapımızı çalan krizlerden
kurtulmanın yolu dünya ekonomilerine yapısal uyumu
hızlandırmak, bunun için ise geçici çözüm üretmeyen
bir vizyon, istikrarlı ve sürdürülebilir bir
kalkınma gerekiyor.
Ülkemizin en büyük sorunu halkımızın kendini 100.
yıla ve 21. yüzyıla taşıyacak demokratik kadroları
iktidara getirme konusunda bilinçlenmesi. Halklar
biraz da kendi kaderlerini kendileri tayin ederler.
Büyük Türkiye için çetelerin içinde olmayan,
ceplerini düşünmeyen büyük yöneticiler gerekiyor.
İstersek öylesine çabuk buluruz ki, Türkiye'yi
sürükleyecek büyük kadrolan.
|