Atatürk Dönemi İktisat Tarihi
Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1930)
Gazi Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti'nin
kuruluşunu dünyaya ilan ettiği zaman ülkenin ne
derecede yoksul olduğunu bütün dünya biliyordu.
Gerçekten Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve
Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan Anadolu halkı varını
yoğunu, eşini-evladını, herşeyini kaybetmiş
durumdaydı. Bu yoksul Anadolu insanı ile Kurtuluş
Savaşı'nı kazanan Büyük Kurtarıcı, Lozan Antlaşması
ile elde edilen siyasal bağımsızlığın
kaybedilmemesi için ekonomik bağımsızlığın da
sağlanmasını kaçınılmaz sayıyordu.
Bu amaçla daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 17 Şubat
1923'te bağımsız ekonomiye geçiş için alınacak
iktisadi tedbirleri görüşmek ve tartışmak üzere,
İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'un girişimi ve
Mustafa Kemal'in desteğiyle, "Türkiye İktisat
Kongresi" toplandı.' Mustafa Kemal'in yakın çalışma
arkadaşlarından General Kazım Karabekir'in
başkanlığında İzmir'de toplanan Kongre'ye bütün
illerden tüccar, sanayici, esnaf, çiftçi ve işçi
temsilcilerinden oluşan 1135 temsilci katıldı. 4
Mart'ta tamamlanan Kongre'yi 40 milletvekili izledi.
Kongre'de sadece Sovyet Rusya ve Azerbaycan'ın
Ankara'da görev yapan büyükelçileri de hazır
bulundular.
Kongre'nin temel amaçlarını aşağıdaki biçimde
sıralamak mümkündür:
1) Yeni kurulacak Türk Devleti'nin izleyeceği
iktisat politikalarına ve oluşturacağı iktisadi
sisteme ışık tutmak,
2) Millî Mücadele yıllarında Ankara ile sağlıklı ve
yararlı ilişkiler kuramayan İstanbul ve İzmir'deki
sermaye çevrelerinin Ankara Hükümeti
temsilcileriyle yakınlaşmasını sağlamak,
3) Millî Mücadele'yi yöneten askerî ve siyasal
kadroıarın, toplumdaki bütün kesimlerin sadece
askerî-siyasî alanda değil, ekonomik alanda da tam
desteğine sahip olduklarını, Lozan'daki taraflara
göstermek ve kapitülasyonların devamını isteyenlere
millet olarak "hayır" diyebilmek,
4) Batı Avrupa Ülkelerine, liberal düzenden komünist
düzene geçilmeyeceği konusunda güvence vermek...
Mustafa Kemal'in bu kongreyi açarken yaptığı
konuşma, O'nun çağını aşan görüşlerin sahibi bir
devlet adamı olduğunu ortaya koymaktadır. Gazi bu
konuşmasında devralınan yarı-sömürge durumunda olan
ülkeyi şöyle tanımlamaktadır:
"Bir devlet ki kendi uyruğundaki halka koyduğu
vergiyi yabancılara uygulayamaz; bir devlet ki
kendi gümrük resimleri ve her türlü vergi
işlemlerim düzenleme hakkından alıkonulur; bir
devlet ki kendi kanunlarına göre yargı hakkını
yabancılara uygulayabilmekten yoksundur; o devlete
bağımsız denilemez."
Mustafa Kemal kazanılan askerî ve siyasî zaferlerin
Anadolu'da bağımsız bir Türk devletinin yaşaması
için yeterli olmayacağını görerek, tam bir
bağımsızlık için, tüm bağımsızlık savaşı veren
uluslara rehber olacak ve halen geçerliliğini
koruyan şu temel ilkeyi ortaya koymuştur:
"Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştiril-melidir.
Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu
hedeflere, kağıtlar üzerinde yazılı genel
kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla
varılmaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini
sağlamak için, tek kuvvet, en kuvvetli temel:
Ekonomik güçtür."
Görülüyor ki, Gazi yarı-sömürge bir ekonomiden
ulusal ekonomiye geçişin sağlanmasını, Kurtuluş
Savaşı'nın ikinci büyük hedefi olarak görmektedir.
Atatürk'ün bu görüş ve tutumunda ne kadar haklı
olduğunu Lozan görüşmelerinde İngiliz heyeti başkanı
olan Lord Curzon'un sözünden anlamak mümkündür:
"Birkaç yıl sonra kapımızı çalacaksınız, bu gün
reddettiklerinizi kabul edeceksiniz". İsmet
İnönü'nün deyişiyle, o zamanki Avrupa devletleri
"Türkiye 'nin mali tarihini daima bir bataktan
diğerine düşmeye mahkum, içinden çıkılmaz bir
durumda tasavvur etmekte haksız değildi".
Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ve Hükümetin yakın ilgi
ve desteğini gören Türkiye İktisat Kongresi'nde
ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşullar
çerçevesinde alınan kararları aşağıdaki biçimde
özetlemek mümkündür:
— Çalışma özgürlüğü esas kabul edilecek,
— Tekelleşmeye izin verilmeyecek,
— Reji (Tütün Tekeli) kaldırılacak, tütün ekim ve
ticareti serbest bırakılacak,
— Aşar vergisi kaldırılacak,
— Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla
yabancı sermayeye karşı çıkılmayacak,
— İhracat, hayvancılık, ormancılık, madencilik ve
genellikle yerli üretim teşvik edilecektir.
Ayrıca Kongre kararlarının "İktisadi Misak" olarak
adlandırılan kısmında, ülkede egemen olması istenen
bazı iş ahlakı kuralları yer almıştır. Örneğin, 6.
maddede "hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en
büyük düşmammızdır" denilmekteydi.
Kongre'de çok genel düzeyde düşünülen ve oluşturulan
bu kararlarla, çıkar grupları arasında yakınlaşma
sağlanması ve hükümete tavsiyelerde bulunma hedef
alınmıştı. Hükümet ortaya çıkan bu tavsiye
kararlarının bazılarını aynen, bazılarını da kısmen
uygulamaya koymuştur. Örneğin "tütün rejisini"
devlet satın almış, fakat faaliyetine devam
etmesinde bir sakınca görmemiştir. Özellikle çiftçi
kesimini rahatlatmak için, "aşar vergisi" 1925
yılında yürürlükten kaldırılmıştır.
Bu vergi tarla ürünlerinden aynen, bostan
ürünlerinden ise nakdiye adıyla para olarak aracılar
(mültezim ve müteahhit) tarafından zulme varan
acımasız yöntemlerle toplanırdı.
Köylüye yönelik önemli ikinci destek, 1926 yılında
yürürlüğe giren Medeni Kanun'la sağlandı. Bu kanunla
köylülere, işledikleri toprakları kendi adına tapuya
kaydettirme olanağı getirildi. Böylece Osmanlı
İmparatorluğunda geçerli olan toprak mülkiyetinin
devlete ait olma ilkesi sona ermiş oldu. Diğer bir
deyişle, köylü artık kiracılıktan çıkıyor, işlediği
toprağın sahibi olma hakkına kavuşuyordu.
Ağustos 1923'te yürürlüğe giren Lozan Antlaşması ile
dünyaya bağımsız bir Türk devletinin varlığını
kabul ettiren Atatürk ve arkadaşlarını, içerde büyük
ve çözümü pahalı ekonomik sorunlar beklemekteydi. 30
Ekim 1923'te kurulan ilk Cumhuriyet Hükümeti'nde
görev yapan Mustafa Necati, ülkenin içinde bulunduğu
ekonomik koşulları şöyle anlatmaktadır:
"Her yer haraptı. Barınacak sığınak bile yoktu.
Evler yıkılmış, yollar geçilmez hale gelmişti. Halk
en basit vasıtalardan da mahrumdu. El sanatlarını
genellikle temsil e-den Gayr-i Türk nüfus ortada
yoktu. Halk herşeyi devletten beklemek
mecburiyetindeydi. Vergiler çok ağırdı ve
mükellefin bu vergileri ödemesi çok zordu. Devletin
başka geliri de yoktu. Bir fasit daire içinde
olduğumuzu görmemek mümkün d(ğildi..."
Savaş içinde Yunanlılar İzmir, Aydın ve Manisa'da 65
bin evi yıkmış, 219 bin büyükbaş ve 534 bin küçükbaş
hayvanı öldürmüştü. Lozan Konferansı'na sunulan
raporda Bölgeye verilen zarar 568 milyon lira
civarındaydı.
Lozan Anlaşması'na göre Anadolu'dan 1 milyon, Doğu
Trakya'dan 190 bin, İstanbul'dan 70 bin Rum asıllı
Osmanlı vatandaşı Yunanistan'a gönderilirken; bu
ülkeden Müslüman 400 bin Yunan vatandaşı Türkiye'ye
göç etmek zorunda bırakıldılar. Gidenlerin büyük
çoğunluğunu tüccar, sanayici, sanatkar, serbest
meslek sahibi olan nitelikli kişiler ve aileler
oluştururken, gelenlerin hemen hemen tamamına yakını
tarımsal kökenli kişi ve ailelerdi. 1923-1925
arasında büyük oranda tamamlanan bu önemli nüfus
mübadelesinin genç Türkiye Cumhuriyeti ekonomisini
büyüme ve sanayileşme yönünde olumsuz biçimde
etkilediği şüphesizdir.
Vedat Eldem' in tespitlerine göre "mübadeleden evvel
Makedonya, Tesalya ve Yanya eyaletlerinde mukim
Türkler bu mahallerde en münbit topraklara ve
arazinin %80'ine sahip Bulunuyorlardı".
Bu durumla ilgili Şevket S. Aydemir'in gözlem ve
değerlendirmeleri çok daha çarpıcı bir nitelik
taşımaktadır:
Lövantenler, yani doğululaşmış Avrupalılarla (Tatiısu
Frenkleri), azınlıklar, hemen bütün iç ve dış
ticareti ellerinde bulunduruyorlardı. Türk kasaba
ve köyleri, ya azınlık ya yerli halktan, insafsız
bir faizci ve murabahacı zümre elinde esirdi".
Yeni Türkiye Cumhuriyeti halkının %90'ı okuma yazma
bilmiyor ve %80'den fazlası geçimini tarıma dayalı
faaliyetlerle sürdürmekteydi. Türk köylüsü çağının
gerisinde ilkel bir tarım teknolojisi kullanmakta
ve ekilebilir toprakların çok küçük bir kısmını
işlemekteydi. Sermaye birikimi, altyapı, yetişmiş
işgücü ve iş deneyimi olan girişimci bulunmadığı
gibi yol ve yön gösterecek düzenli çalışan bir
bürokrasi de yoktu. Kamu yönetimine ve özel kesime
eleştirilerde ve önerilerde bulunacak bir
kamuoyundan veya aydınlardan da söz etmek mümkün
değildi. Zira Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkede
sadece bir üniversite (İstanbul'da Darülfünun)
vardı ve sekiz ayrı dalda eğitim veriyordu. Ayrıca
birde Yüksek Öğretmen Okulu faaliyetteydi. İkisinin
öğrenci sayısının toplamı 1200 idi. Ankara Başkent
olduktan sonra Ankara'da 1925'te Hukuk Mektebi ve
1930'da Ziraat Enstitüsü açılmıştı.
Bu durumu Falih R.Atay "Çankaya" adlı kitabında
şöyle açıklamaktadır:
"Bilmiyorduk. Bir bı'en öğreten de yoktu. Herkes
şaşırtıcı ve ümit kırıcıydı. Mekteplerde okudukları
ya da okuttukları XIX. yüzyıl iktisat teorisiyle
yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı
kavuşturup bir yüzyıl beklemeliydik. Başbakan
demiryollarını kendimizin yapacağımızdan söz
ettiğinde her yönden:
- Devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok... sesi
geliyordu."
Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı İsmet İnönü
(ölümünden sonra yayınlanan hatıralarında),
demiryolu yaptırmak için yabancı şirketlerle
yaptıkları görüşmelerde şirketlerin kabul edilemez
koşullar ileri sürdüklerini anlattıktan sonra şöyle
devam etmektedir:
"Bu müzakereler esnasında, o halde biz kendi
kaynaklarımız ve kendi vasıtalarımızla yapmaya
çalışacağız, dediğimiz zaman hayretle gözlerini açıp
bize bakıyorlardı. Ve içimizdeki tecrübeli siyaset
adamları, aklımızın muvazenesi yerinde olup
olmadığını ara sıra yoklamaya çalışıyorlardı ".
"...Harpten çok kararlı çıkmış olduğumuz ve
memleketin bütünlüğünü buna bağlı gördüğümüz için
işin peşini bırakmadık. Ve hakikaten
demiryollarımızı kendi mühendislerimizle, dışarıya
borçlanmadan yaptık".
Gerek Türkiye İktisat Kongresi'nin tavsiye
kararlarında ve gerekse 1924 Anayasası'nda devletin
ekonomiye müdahalesinin kurumlaşmasına yer
verilmemiştir. Atatürk dünyaya baktığında "Liberal
Kapitalizm"'m gelişmiş ileri örneklerini temsil eden
Batı Avrupa ülkeleri karşısında, henüz iç
sorunlarını çözememiş ve oluşum içinde olan "Kollektivizm"'m
ilk örneği Sovyet modelini görmekteydi. O dönemde
"İktisat Bilimi" henüz "makro iktisat" ve "kalkınma
iktisadı"ndan haberdar değildir. Özellikle geri
kalmış ülkelerin kalkınma veya sanayileşme
sorunları gündemde yoktu. Çünkü sömürgecilik veya
emperyalizm Dünya ekonomisine yön vermeye devam
ediyordu, "planlı kalkınma" veya "devlet öncülüğünde
sanayileşme " konuları henüz teoriye ve uygulamaya
açık biçimde girmiş değildi.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani geçiş döneminde
Devlet, demiryolu yapımını ele almıştı. Kaybedilen
topraklar ve ekonomik kaynaklar nedeniyle kamu
gelirleri büyük oranda azalmıştı. Kaynakların
sınırlı olmasına rağmen kamu gelirlerinin 1/4'ünü
veren Aşar Vergisi, 17 Şubat 1925'te yürürlükten
kaldırılırken; Reji İdaresi (tütün tekeli olan
yabancı şirket)nin imtiyaz sözleşmesi de
feshedilmişti. Ayrıca Lozan Anlaşması'na bağlı
"Ticaret Sözleşmesine göre 1929 yılına dek Türkiye,
gümrük tarifelerini değiştiremeyecekti. Yine bu
çerçevede Osmanlı İmparatorluğu'nun dışi
borçlarından payına düşen kısmı ödemeyi kabul
etmişti. Ulusal ekonomiye geçiş döneminin bir diğer
olumsuz koşulu, yabancıların elinde bulunan
şirketlerin millileştirilmesi için yapılması gereken
ödemelerdi. Devlet, özellikle dış ekonomik
ilişkileri veya kambiyo işlemlerini denetim altına
almaktan uzaktı. Zira ülkenin bir Merkez Bankası
yoktu, bu görevi Osmanlı Bankası, yani yabancı bir
banka yürütüyordu.
Bütün bu olumsuz koşullara rağmen bir yandan
demiryolu yapımı hızla devam ederken; 1927 yılında
özel sanayi ve madencilik yatırımlarını teşvik eden
yeni önlemler getirildi. Yine aynı yıl i-çinde "Ali
İktisat Meclisi" kurularak ülkenin içinde bulunduğu
sorunlara yönelik çözümlerin araştırılması ve
Hükümete raporlar verilmesi sağlandı. Ulusal
kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu bu
dönemde, kamu ve özel kesimin öncelikleri
belirlemede makro ve mikro açıdan, doğru karar
vermeleri gerekiyordu.
1930 yılında "Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti''nin
girişimiyle Ankara'da toplanan "Milli Sanayi
Kongresi "ne sunulan raporda ekonomide kaynak
israfına yol açan, verimi düşüren nedenler şöyle
sıralanıyordu:
— Kuruluş yeri seçiminde yanlışlık,
— İşletme sermayesi yetersizliği,
— Makine ve teçhizat noksanlığı,
— Kârlılık hesaplarının tutarsızlığı,
— Yönetim ve örgütlenmede başarısızlık,
— Yetişmiş eleman kıtlığı...
Kongre'de ülke sanayinin temel ve güncel sorunları
tartışıldıktan sonra; Prof. Nizamettin Ali Sav'ın
"Sanayi Siyaseti" ile Prof. Muhlis Ete'nin "Sanayide
Rasyonalizasyon Siyaseti" başlıklı tebliğleri
görüşüldü. Cemiyet, anılan Kongre çalışmalarını
kapsayan ve bin sayfa tutan kitabı "Birinci Sanayi
Kongresi" adı altında yayınladı.
Ana hatlarıyla belirlemeye çalıştığımız bu olumsuz
koşullar "geçiş dönemi" (1923-1930) nde atılım
yapmayı engellemekteydi. Hükümet bu yapısal
sorunları aşmaya çalışırken, 1928 yılında çok kısa
süren bir iyimserliğe kapıldı. Anılan yıl hava
koşulları uygun düştüğünden iyi bir hasat mevsimi
yaşanacağı ve tarımsal ürün ihracatının artacağı
hesabı, birinci iyimserlik nedeniydi. İkincisi çok
daha önemliydi. Lozan Anlaşmasının öngördüğü yasak
bitiyor ve Türkiye Cumhuriyeti 1929 yılının başından
itibaren gümrük tarifelerini yeniden düzenleme
hakkına kavuşuyordu. Ancak biri içerden, diğer
dışardan doğan iki beklenmedik ve yıkıcı gelişme
Hükümeti ve deneyimsiz kamu yöneticilerini zor
durumda bıraktı.
İçerdeki beklenmedik gelişme şöyle oldu: Hükümet'in
gümrük tarifelerini yükselteceğini anlayan
ithalatçılar her türlü imkanı kullanarak ithalatı
artırdılar. Genel olarak her türlü kambiyo, özel
olarak ithalat ve ihracat, büyük çapta azınlıkların
elindeydi. Bu azınlıklar, Merkez Bankası yelerlerini
kullanan Osmanlı Bankası ile karşılıklı çıkar
ilişkileri içine girince, 1929 yılında ithalat hızla
arttı ve dış ticaret beklenmedik biçimde açık verdi.
Devletin içerde karşılaştığı bu tuzağı bozması
ihracatı artırmasıyla mümkün olabilecekti. Böyle
bir beklenti de vardı. Bu kez bütün dünyayı sarsan
"1929 Büyük Buhranı" patlak verdi. Bu kriz büyük
çapta tarım ürünleri piyasalarında fiyatların hızla
düşmesine neden oldu. Geleneksel tarım ürünleri
ihracatçısı olan Türkiye'nin ihraç ürünlerinin
fiyatları, yoksulluğa yol açar biçimde düştü.
Böylece ulusal ekonomisini oluşturmaya ve
geliştirmeye çalışan genç Türkiye Cumhuriyeti
Devleti bir çeşit "ekonomik seferberlik" ilan etmek
ve ülke ekonomisinin işleyişini denetim altına almak
zorunda kalmıştır. Atatürk ve arkadaşları,
başarıyla tamamlayıp yürürlüğe koydukları siyasal
ve kültürel reformlar yanında, bu kez iktisadi
alanda yapısal reformlara giriştiler. (Türk Ekonomi
Tarihi)
Atatürk, çizdiği "Modern Türk Devleti Projesi"ne
uygun olarak önce Laik Cumhuriyet'in inşaasına
girişti. Prof. Dr. Yüksel Ülken'in ifadeleriyle
büyük bir "zamanlama ustası" olan Atatürk, ilkel bir
toplumdan modern topluma geçiş için gerekli
devrimleri uygun zaman ve koşullarda
gerçekleştirmişti. 1 Kasım 1922'de Saltanatın
kaldırılmasından sonra, 29 Ekim 1923'te
Cumhuriyet'in ilanı kolaylaşmıştı. Artık temel
atıldığına göre sıra katların yükseltilmesine
gelmişti. Ardarda gelen diğer siyasal, sosyal ve
kültürel reformlar şunlardır: Halifeliğin
kaldırılması (3.3.1924), Birinci maddesinde,
"Türkiye Devleti bir cumhuriyettir." diyen yeni
Ana-yasa'nın kabulü (20.4.1924), Medeni Kanun'un
yürürlüğe girmesiyle (17 Şubat 1926) laik hukuk
düzenine geçiş (1926), Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin
Birleştirilmesi) Kanunu'nun kabulü (3 Mart 1924),
Yeni Türk Harfleri Kanunu'nun yürürlüğe girmesi (1
Kasım 1928), Tekke, Zaviye ve Türbelerin
kapatılması (30 Kasım 1925), Şapka Kanunu (25 Kasım
1925), Miladi Takvim Kanunu (26 Aralık 1925), 3
Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu ile kadınlara
belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının
verilmesi. Ağırlık ve Uzunluk ölçülerinin değişmesi
(1931), 31 Mayıs 1933'te İstanbul Üniversitesi'nin
kurulması, 21 Haziran 1934 "Soyadı Kanunu"nun, 3
Aralık 1934'te "Kıyafet Kanunu"nun çıkarılması,
kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi (5
Aralık 1934), Tapu Kanunu (22.12.1934) yürürlüğe
konması gibi. Çok daha önemlisi 1932 yılında
Milletler Cemiyeti'ne Türkiye'nin üye olması
olayıdır.
Sayılan bu reformlar geleneksel doğulu bir toplumun
simgelerini ve kurumlarını yasal sonuçlarıyla
birlikte bırakıp; laik, çağdaş, bilimi rehber alan
ve halk egemenliğine dayalı yeni bir toplum düzenine
geçişi hedef almıştı.
Unutmamalıyız ki, Gazi Mustafa Kemal'in ardarda
gerçekleştirdiği devrimlerine yani çağdaşlaşmaya
karşı çıkanlar; O'nu öldürmeyi bile planladılar (15
Haziran 1926). Fakat başarılı olamadılar.
|