Türkiye Ekonomisi
Dünya Ekonomisi
Osmanlı Ekonomisi
Finansal Ekonomi
İşletme Ekonomisi
Hizmet Ekonomisi
Kalkınma Ekonomisi
Tarım Ekonomisi
Borsa ve Yatırım
Ekonomi Sözlüğü
Ekonomi Ders Notları
Ekonomi Düşünürleri
Genel Ekonomi Soruları
Özel İstatistik Arşivi
Özel İktisat Konuları
Açık Öğretim İktisat
Ekonomi Kurumları
Kamu Yönetimi
Kamu (Devlet) Maliyesi
Sigortacılık Konuları
Türkiye İktisat Tarihi
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

Atatürk Dönemi İktisat Tarihi 

Ulusal Ekonomiye Geçiş Dönemi (1923-1930) 

Gazi Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu dünyaya ilan ettiği zaman ülkenin ne derecede yoksul olduğunu bütün dünya biliyordu. Gerçekten Balkan Savaşı, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'nı yaşayan Anadolu halkı varını yoğu­nu, eşini-evladını, herşeyini kaybetmiş durumdaydı. Bu yoksul Anadolu insanı ile Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Büyük Kurtarıcı, Lozan Antlaşması ile elde edilen siyasal bağımsızlığın kaybedil­memesi için ekonomik bağımsızlığın da sağlanmasını kaçınılmaz sayıyordu. 

Bu amaçla daha Cumhuriyet ilan edilmeden, 17 Şubat 1923'te bağımsız ekonomiye geçiş için alınacak iktisadi tedbirleri görüş­mek ve tartışmak üzere, İktisat Vekili Mahmut Esat (Bozkurt)'un girişimi ve Mustafa Kemal'in desteğiyle, "Türkiye İktisat Kongre­si" toplandı.' Mustafa Kemal'in yakın çalışma arkadaşlarından General Kazım Karabekir'in başkanlığında İzmir'de toplanan Kongre'ye bütün illerden tüccar, sanayici, esnaf, çiftçi ve işçi temsilcilerinden oluşan 1135 temsilci katıldı. 4 Mart'ta tamamlanan Kongre'yi 40 milletvekili izledi. Kongre'de sadece Sovyet Rusya ve Azerbaycan'ın Ankara'da görev yapan büyükelçileri de hazır bulundular. 

Kongre'nin temel amaçlarını aşağıdaki biçimde sıralamak mümkündür: 

1)  Yeni kurulacak Türk Devleti'nin izleyeceği iktisat politi­kalarına ve oluşturacağı iktisadi sisteme ışık tutmak,

2) Millî Mücadele yıllarında Ankara ile sağlıklı ve yararlı iliş­kiler kuramayan İstanbul ve İzmir'deki sermaye çevrelerinin Anka­ra Hükümeti temsilcileriyle yakınlaşmasını sağlamak,

3)  Millî Mücadele'yi yöneten askerî ve siyasal kadroıarın, toplumdaki bütün kesimlerin sadece askerî-siyasî alanda değil, ekonomik alanda da tam desteğine sahip olduklarını, Lozan'daki taraflara göstermek ve kapitülasyonların devamını isteyenlere millet olarak "hayır" diyebilmek,

4) Batı Avrupa Ülkelerine, liberal düzenden komünist düzene geçilmeyeceği konusunda güvence vermek...

Mustafa Kemal'in bu kongreyi açarken yaptığı konuşma, O'nun çağını aşan görüşlerin sahibi bir devlet adamı olduğunu ortaya koymaktadır. Gazi bu konuşmasında devralınan yarı-sömürge durumunda olan ülkeyi şöyle tanımlamaktadır: 

"Bir devlet ki kendi uyruğundaki halka koyduğu vergi­yi yabancılara uygulayamaz; bir devlet ki kendi gümrük re­simleri ve her türlü vergi işlemlerim düzenleme hakkından alıkonulur; bir devlet ki kendi kanunlarına göre yargı hak­kını yabancılara uygulayabilmekten yoksundur; o devlete bağımsız denilemez." 

Mustafa Kemal kazanılan askerî ve siyasî zaferlerin Anado­lu'da bağımsız bir Türk devletinin yaşaması için yeterli olmayaca­ğını görerek, tam bir bağımsızlık için, tüm bağımsızlık savaşı veren uluslara rehber olacak ve halen geçerliliğini koruyan şu temel ilke­yi ortaya koymuştur: 

"Ulusal egemenlik, ekonomik egemenlikle pekiştiril-melidir. Bu kadar büyük amaçlar, bu kadar kutsal ve ulu hedeflere, kağıtlar üzerinde yazılı genel kurallarla, istek ve hırslara dayanan buyruklarla varılmaz. Bunların bütün olarak gerçekleşmesini sağlamak için, tek kuvvet, en kuvvetli temel: Ekonomik güçtür." 

Görülüyor ki, Gazi yarı-sömürge bir ekonomiden ulusal eko­nomiye geçişin sağlanmasını, Kurtuluş Savaşı'nın ikinci büyük hedefi olarak görmektedir. Atatürk'ün bu görüş ve tutumunda ne kadar haklı olduğunu Lozan görüşmelerinde İngiliz heyeti başkanı olan Lord Curzon'un sözünden anlamak mümkündür: "Birkaç yıl sonra kapımızı çalacaksınız, bu gün reddettiklerinizi kabul edecek­siniz". İsmet İnönü'nün deyişiyle, o zamanki Avrupa devletleri "Türkiye 'nin mali tarihini daima bir bataktan diğerine düşmeye mahkum, içinden çıkılmaz bir durumda tasavvur etmekte haksız değildi".

Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın ve Hükümetin yakın ilgi ve desteğini gören Türkiye İktisat Kongresi'nde ülkenin içinde bu­lunduğu ekonomik koşullar çerçevesinde alınan kararları aşağıdaki biçimde özetlemek mümkündür: 

—    Çalışma özgürlüğü esas kabul edilecek,

—    Tekelleşmeye izin verilmeyecek,

—    Reji (Tütün Tekeli) kaldırılacak, tütün ekim ve ticareti serbest bırakılacak,

—    Aşar vergisi kaldırılacak,

—    Ekonomik gelişmeye katkısı olmak koşuluyla yabancı sermayeye karşı çıkılmayacak,

—    İhracat, hayvancılık, ormancılık, madencilik ve genellikle yerli üretim teşvik edilecektir.

Ayrıca Kongre kararlarının "İktisadi Misak" olarak adlandı­rılan kısmında, ülkede egemen olması istenen bazı iş ahlakı kural­ları yer almıştır. Örneğin, 6. maddede "hırsızlık, yalancılık, riya ve tembellik en büyük düşmammızdır" denilmekteydi. 

Kongre'de çok genel düzeyde düşünülen ve oluşturulan bu ka­rarlarla, çıkar grupları arasında yakınlaşma sağlanması ve hükü­mete tavsiyelerde bulunma hedef alınmıştı. Hükümet ortaya çıkan bu tavsiye kararlarının bazılarını aynen, bazılarını da kısmen uy­gulamaya koymuştur. Örneğin "tütün rejisini" devlet satın almış, fakat faaliyetine devam etmesinde bir sakınca görmemiştir. Özel­likle çiftçi kesimini rahatlatmak için, "aşar vergisi" 1925 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. 

Bu vergi tarla ürünlerinden aynen, bostan ürünlerinden ise nakdiye adıyla para olarak aracılar (mültezim ve müteahhit) tara­fından zulme varan acımasız yöntemlerle toplanırdı. 

Köylüye yönelik önemli ikinci destek, 1926 yılında yürürlüğe giren Medeni Kanun'la sağlandı. Bu kanunla köylülere, işledikleri toprakları kendi adına tapuya kaydettirme olanağı getirildi. Böyle­ce Osmanlı İmparatorluğunda geçerli olan toprak mülkiyetinin devlete ait olma ilkesi sona ermiş oldu. Diğer bir deyişle, köylü artık kiracılıktan çıkıyor, işlediği toprağın sahibi olma hakkına kavuşuyordu.

Ağustos 1923'te yürürlüğe giren Lozan Antlaşması ile dünya­ya bağımsız bir Türk devletinin varlığını kabul ettiren Atatürk ve arkadaşlarını, içerde büyük ve çözümü pahalı ekonomik sorunlar beklemekteydi. 30 Ekim 1923'te kurulan ilk Cumhuriyet Hükümeti'nde görev yapan Mustafa Necati, ülkenin içinde bulunduğu eko­nomik koşulları şöyle anlatmaktadır:

"Her yer haraptı. Barınacak sığınak bile yoktu. Evler yıkılmış, yollar geçilmez hale gelmişti. Halk en basit vası­talardan da mahrumdu. El sanatlarını genellikle temsil e-den Gayr-i Türk nüfus ortada yoktu. Halk herşeyi devletten beklemek mecburiyetindeydi. Vergiler çok ağırdı ve mükel­lefin bu vergileri ödemesi çok zordu. Devletin başka geliri de yoktu. Bir fasit daire içinde olduğumuzu görmemek mümkün d(ğildi..." 

Savaş içinde Yunanlılar İzmir, Aydın ve Manisa'da 65 bin evi yıkmış, 219 bin büyükbaş ve 534 bin küçükbaş hayvanı öldür­müştü. Lozan Konferansı'na sunulan raporda Bölgeye verilen zarar 568 milyon lira civarındaydı. 

Lozan Anlaşması'na göre Anadolu'dan 1 milyon, Doğu Trak­ya'dan 190 bin, İstanbul'dan 70 bin Rum asıllı Osmanlı vatandaşı Yunanistan'a gönderilirken; bu ülkeden Müslüman 400 bin Yunan vatandaşı Türkiye'ye göç etmek zorunda bırakıldılar. Gidenlerin büyük çoğunluğunu tüccar, sanayici, sanatkar, serbest meslek sa­hibi olan nitelikli kişiler ve aileler oluştururken, gelenlerin hemen hemen tamamına yakını tarımsal kökenli kişi ve ailelerdi. 1923-1925 arasında büyük oranda tamamlanan bu önemli nüfus müba­delesinin genç Türkiye Cumhuriyeti ekonomisini büyüme ve sana­yileşme yönünde olumsuz biçimde etkilediği şüphesizdir. 

Vedat Eldem' in tespitlerine göre "mübadeleden evvel Make­donya, Tesalya ve Yanya eyaletlerinde mukim Türkler bu mahal­lerde en münbit topraklara ve arazinin %80'ine sahip Bulunuyor­lardı". 

Bu durumla ilgili Şevket S. Aydemir'in gözlem ve değerlen­dirmeleri çok daha çarpıcı bir nitelik taşımaktadır: 

Lövantenler, yani doğululaşmış Avrupalılarla (Tatiısu Frenkleri), azınlıklar, hemen bütün iç ve dış ticareti elle­rinde bulunduruyorlardı. Türk kasaba ve köyleri, ya azınlık ya yerli halktan, insafsız bir faizci ve murabahacı zümre elinde esirdi". 

Yeni Türkiye Cumhuriyeti halkının %90'ı okuma yazma bil­miyor ve %80'den fazlası geçimini tarıma dayalı faaliyetlerle sür­dürmekteydi. Türk köylüsü çağının gerisinde ilkel bir tarım tek­nolojisi kullanmakta ve ekilebilir toprakların çok küçük bir kısmını işlemekteydi. Sermaye birikimi, altyapı, yetişmiş işgücü ve iş de­neyimi olan girişimci bulunmadığı gibi yol ve yön gösterecek dü­zenli çalışan bir bürokrasi de yoktu. Kamu yönetimine ve özel kesime eleştirilerde ve önerilerde bulunacak bir kamuoyundan veya aydınlardan da söz etmek mümkün değildi. Zira Cumhuriyet ilan edildiğinde ülkede sadece bir üniversite (İstanbul'da Darülfü­nun) vardı ve sekiz ayrı dalda eğitim veriyordu. Ayrıca birde Yük­sek Öğretmen Okulu faaliyetteydi. İkisinin öğrenci sayısının top­lamı 1200 idi. Ankara Başkent olduktan sonra Ankara'da 1925'te Hukuk Mektebi ve 1930'da Ziraat Enstitüsü açılmıştı. 

Bu durumu Falih R.Atay "Çankaya" adlı kitabında şöyle açıklamaktadır: 

"Bilmiyorduk. Bir bı'en öğreten de yoktu. Herkes şa­şırtıcı ve ümit kırıcıydı. Mekteplerde okudukları ya da okuttukları XIX. yüzyıl iktisat teorisiyle yeni devlete nasihat verenleri dinlesek, kollarımızı kavuşturup bir yüzyıl bekle­meliydik. Başbakan demiryollarını kendimizin yapacağı­mızdan söz ettiğinde her yönden: 

- Devlet demiryolu yapamaz, kitapta yeri yok... sesi geliyordu."

Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Başbakanı İsmet İnönü (ölümün­den sonra yayınlanan hatıralarında), demiryolu yaptırmak için yabancı şirketlerle yaptıkları görüşmelerde şirketlerin kabul edile­mez koşullar ileri sürdüklerini anlattıktan sonra şöyle devam et­mektedir:

"Bu müzakereler esnasında, o halde biz kendi kay­naklarımız ve kendi vasıtalarımızla yapmaya çalışacağız, dediğimiz zaman hayretle gözlerini açıp bize bakıyorlardı. Ve içimizdeki tecrübeli siyaset adamları, aklımızın muvaze­nesi yerinde olup olmadığını ara sıra yoklamaya çalışıyor­lardı ".

"...Harpten çok kararlı çıkmış olduğumuz ve memle­ketin bütünlüğünü buna bağlı gördüğümüz için işin peşini bırakmadık. Ve hakikaten demiryollarımızı kendi mühen­dislerimizle, dışarıya borçlanmadan yaptık".

Gerek Türkiye İktisat Kongresi'nin tavsiye kararlarında ve ge­rekse 1924 Anayasası'nda devletin ekonomiye müdahalesinin ku­rumlaşmasına yer verilmemiştir. Atatürk dünyaya baktığında "Li­beral Kapitalizm"'m gelişmiş ileri örneklerini temsil eden Batı Avrupa ülkeleri karşısında, henüz iç sorunlarını çözememiş ve oluşum içinde olan "Kollektivizm"'m ilk örneği Sovyet modelini görmekteydi. O dönemde "İktisat Bilimi" henüz "makro iktisat" ve "kalkınma iktisadı"ndan haberdar değildir. Özellikle geri kal­mış ülkelerin kalkınma veya sanayileşme sorunları gündemde yoktu. Çünkü sömürgecilik veya emperyalizm Dünya ekonomisine yön vermeye devam ediyordu, "planlı kalkınma" veya "devlet öncülüğünde sanayileşme " konuları henüz teoriye ve uygulamaya açık biçimde girmiş değildi. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında, yani geçiş döneminde Devlet, demiryolu yapımını ele almıştı. Kaybedilen topraklar ve ekonomik kaynaklar nedeniyle kamu gelirleri büyük oranda azalmıştı. Kay­nakların sınırlı olmasına rağmen kamu gelirlerinin 1/4'ünü veren Aşar Vergisi, 17 Şubat 1925'te yürürlükten kaldırılırken; Reji İdaresi (tütün tekeli olan yabancı şirket)nin imtiyaz sözleşmesi de feshedilmişti. Ayrıca Lozan Anlaşması'na bağlı "Ticaret Sözleş­mesine göre 1929 yılına dek Türkiye, gümrük tarifelerini değişti­remeyecekti. Yine bu çerçevede Osmanlı İmparatorluğu'nun dışi borçlarından payına düşen kısmı ödemeyi kabul etmişti. Ulusal ekonomiye geçiş döneminin bir diğer olumsuz koşulu, yabancıların elinde bulunan şirketlerin millileştirilmesi için yapılması gereken ödemelerdi. Devlet, özellikle dış ekonomik ilişkileri veya kambiyo işlemlerini denetim altına almaktan uzaktı. Zira ülkenin bir Merkez Bankası yoktu, bu görevi Osmanlı Bankası, yani yabancı bir banka yürütüyordu. 

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen bir yandan demiryolu ya­pımı hızla devam ederken; 1927 yılında özel sanayi ve madencilik yatırımlarını teşvik eden yeni önlemler getirildi. Yine aynı yıl i-çinde "Ali İktisat Meclisi" kurularak ülkenin içinde bulunduğu sorunlara yönelik çözümlerin araştırılması ve Hükümete raporlar verilmesi sağlandı. Ulusal kaynakların sınırlı, ihtiyaçların sınırsız olduğu bu dönemde, kamu ve özel kesimin öncelikleri belirlemede makro ve mikro açıdan, doğru karar vermeleri gerekiyordu. 

1930 yılında "Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti''nin girişi­miyle Ankara'da toplanan "Milli Sanayi Kongresi "ne sunulan raporda ekonomide kaynak israfına yol açan, verimi düşüren ne­denler şöyle sıralanıyordu: 

— Kuruluş yeri seçiminde yanlışlık,

—  İşletme sermayesi yetersizliği,

— Makine ve teçhizat noksanlığı,

— Kârlılık hesaplarının tutarsızlığı,

— Yönetim ve örgütlenmede başarısızlık,

— Yetişmiş eleman kıtlığı... 

Kongre'de ülke sanayinin temel ve güncel sorunları tartışıl­dıktan sonra; Prof. Nizamettin Ali Sav'ın "Sanayi Siyaseti" ile Prof. Muhlis Ete'nin "Sanayide Rasyonalizasyon Siyaseti" başlıklı tebliğleri görüşüldü. Cemiyet, anılan Kongre çalışmalarını kapsa­yan ve bin sayfa tutan kitabı "Birinci Sanayi Kongresi" adı altında yayınladı. 

Ana hatlarıyla belirlemeye çalıştığımız bu olumsuz koşullar "geçiş dönemi" (1923-1930) nde atılım yapmayı engellemekteydi. Hükümet bu yapısal sorunları aşmaya çalışırken, 1928 yılında çok kısa süren bir iyimserliğe kapıldı. Anılan yıl hava koşulları uygun düştüğünden iyi bir hasat mevsimi yaşanacağı ve tarımsal ürün ihracatının artacağı hesabı, birinci iyimserlik nedeniydi. İkincisi çok daha önemliydi. Lozan Anlaşmasının öngördüğü yasak bitiyor ve Türkiye Cumhuriyeti 1929 yılının başından itibaren gümrük tarifelerini yeniden düzenleme hakkına kavuşuyordu. Ancak biri içerden, diğer dışardan doğan iki beklenmedik ve yıkıcı gelişme Hükümeti ve deneyimsiz kamu yöneticilerini zor durumda bıraktı. 

İçerdeki beklenmedik gelişme şöyle oldu: Hükümet'in gümrük tarifelerini yükselteceğini anlayan ithalatçılar her türlü imkanı kullanarak ithalatı artırdılar. Genel olarak her türlü kambiyo, özel olarak ithalat ve ihracat, büyük çapta azınlıkların elindeydi. Bu azınlıklar, Merkez Bankası yelerlerini kullanan Osmanlı Bankası ile karşılıklı çıkar ilişkileri içine girince, 1929 yılında ithalat hızla arttı ve dış ticaret beklenmedik biçimde açık verdi. Devletin içerde karşılaştığı bu tuzağı bozması ihracatı artırmasıyla mümkün olabi­lecekti. Böyle bir beklenti de vardı. Bu kez bütün dünyayı sarsan "1929 Büyük Buhranı" patlak verdi. Bu kriz büyük çapta tarım ürünleri piyasalarında fiyatların hızla düşmesine neden oldu. Geleneksel tarım ürünleri ihracatçısı olan Türkiye'nin ihraç ürünlerinin fiyatları, yoksulluğa yol açar biçimde düştü. Böylece ulusal eko­nomisini oluşturmaya ve geliştirmeye çalışan genç Türkiye Cum­huriyeti Devleti bir çeşit "ekonomik seferberlik" ilan etmek ve ülke ekonomisinin işleyişini denetim altına almak zorunda kalmış­tır. Atatürk ve arkadaşları, başarıyla tamamlayıp yürürlüğe koy­dukları siyasal ve kültürel reformlar yanında, bu kez iktisadi alan­da yapısal reformlara giriştiler. (Türk Ekonomi Tarihi) 

Atatürk, çizdiği "Modern Türk Devleti Projesi"ne uygun ola­rak önce Laik Cumhuriyet'in inşaasına girişti. Prof. Dr. Yüksel Ülken'in ifadeleriyle büyük bir "zamanlama ustası" olan Atatürk, ilkel bir toplumdan modern topluma geçiş için gerekli devrimleri uygun zaman ve koşullarda gerçekleştirmişti. 1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılmasından sonra, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in ilanı kolaylaşmıştı. Artık temel atıldığına göre sıra katların yüksel­tilmesine gelmişti. Ardarda gelen diğer siyasal, sosyal ve kültürel reformlar şunlardır: Halifeliğin kaldırılması (3.3.1924), Birinci maddesinde, "Türkiye Devleti bir cumhuriyettir." diyen yeni Ana-yasa'nın kabulü (20.4.1924), Medeni Kanun'un yürürlüğe girme­siyle (17 Şubat 1926) laik hukuk düzenine geçiş (1926), Tevhid-i Tedrisat (Öğretimin Birleştirilmesi) Kanunu'nun kabulü (3 Mart 1924), Yeni Türk Harfleri Kanunu'nun yürürlüğe girmesi (1 Ka­sım 1928), Tekke, Zaviye ve Türbelerin kapatılması (30 Kasım 1925), Şapka Kanunu (25 Kasım 1925), Miladi Takvim Kanunu (26 Aralık 1925), 3 Nisan 1930 tarihli Belediye Kanunu ile kadın­lara belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkının verilmesi. Ağırlık ve Uzunluk ölçülerinin değişmesi (1931), 31 Mayıs 1933'te İstanbul Üniversitesi'nin kurulması, 21 Haziran 1934 "So­yadı Kanunu"nun, 3 Aralık 1934'te "Kıyafet Kanunu"nun çıkarıl­ması, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi (5 Aralık 1934), Tapu Kanunu (22.12.1934) yürürlüğe konması gibi. Çok daha önemlisi 1932 yılında Milletler Cemiyeti'ne Türkiye'nin üye olması olayıdır. 

Sayılan bu reformlar geleneksel doğulu bir toplumun simgele­rini ve kurumlarını yasal sonuçlarıyla birlikte bırakıp; laik, çağdaş, bilimi rehber alan ve halk egemenliğine dayalı yeni bir toplum düzenine geçişi hedef almıştı. 

Unutmamalıyız ki, Gazi Mustafa Kemal'in ardarda gerçekleş­tirdiği devrimlerine yani çağdaşlaşmaya karşı çıkanlar; O'nu öl­dürmeyi bile planladılar (15 Haziran 1926). Fakat başarılı olama­dılar.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü

Since 2005