|
KALKINMA VE KALKINMA EKONOMİSİ
Genel Olarak Kalkınma
Genel bir tanımlamayla kalkınma, bir ulusun arzu
edilen şekilde ekonomik gelişme süreci ortaya
koyabilmesi amacıyla, ulusal ekonomiyi bir bütün
olarak düzenlenmesidir. Daha geniş anlamda kalkınma,
bir toplumda ekonomik, toplumsal ve siyasal alanda
arzu edilen her türlü değişme ve gelişme olarak
tanımlanabilir. Tarihsel olarak kalkınma, azgelişmiş
denilen ülkelerde ortaya çıkan büyük ölçüde beşeri
acıların azaltılması ve maddi refahı arttırmaya
yönelik potansiyelin harekete geçirilmesi anlamını
içermektedir (Gasper, 1995: 209). Kalkınma,
ülkelerin ulaşmaya çabaladığı bir hedef ve aynı
zamanda nedensel ilişkileri içeren bir süreçtir (Ingham
1995:33).
İnsan-eksenli bir tanımlamayla kalkınma, insan
kişiliğinin gerçekleştirilmesi için gerekli
koşulların yaratılması anlamına gelmektedir. Bu bağ
lamda kalkınma, insanların yoksulluk, işsizlik ve
eşitsizliğinde ortaya çıkan bir azalma kriterlerine
bağlı bir kavram olarak değerlendirilebilir (Seen
1972: 1) Buradaki çabalara rağmen, aslında kalkınma
kavramını tanımlamanın oldukça zor olduğu
belirtilmelidir. Bir bütün olarak kalkınma
iktisadını ortaya çıktığı koşullar ve sonrasında
geliştirilen teorilerin kalkınmaya yüklemiş olduğu
anlamlara bağlı olarak anlaşılabilecek olan bu
kavram; oldukça geniş, kompleks ve farklı anlamlara
sahip bir kavramdır.
Kalkınma iktisadını Hazırlayan Uluslararası
Koşullar
Azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın gerçekleştirilmesi
gereken bir hedef olarak ele alınışı İkinci Dünya
Savaşı sonrasına denk düşmektedir. B günün pek çok
azgelişmiş ülkesi Savaş öncesinde sömürge ülke
konumunda bulunmaktaydı. Savaştan sonra ise, ulusal
kurtuluş mücadeleleri veren Sömürgeler siyasal
anlamda bağımsızlıklarını kazanmaya başlamış ve çok
sayıda yeni ulus-devlet kurulmuştur. En önemlisi bu
ülkelerin kendilerini geri kalmışlıklarının farkına
varmaları, daha hızlı bir ekonomik sürece girmeleri
yönünde ulusal kalkınma talepleri ortaya çıkarmış ve
bu talep sürek
devam etmiştir.
Azgelişmiş denilen bu ülkelerin kalkınma özlemleri
yanı sıra, ikinci olarak, ABD ve SSCB'nin temsil
ettiği iki kutuplu bir Soğuk Savaş dünyasının
rekabet ortamı nedeniyle, tarih boyunca gündeme
alınmayan kalkınır sorunu, artık çözülmesi gereken
ciddi bir sorun olarak ele alınmaya başlanmıştır.
Soğuk Savaş dönemi pek çok gelişmiş ülkenin, yoksul
ve ideolojik olarak bağımsız konumda bulunan az
gelişmiş ülkelere, gerek ekonomik gerekse siyasal
açıdan artan ölçüde ilgi göstermelerine yol
açmıştır,
Üçüncü olarak, dünya ekonomisinin karşılıklı bir
bağımlılık ilişkisi içinde olduğu düşüncesi
gelişmiştir. Dünyada çeşitli ülkeler tarafından
üretilen temel hammadde kaynaklarının kıtlığı ve
petrol fiyatlarının artması korkusu karşılıklı
bağımlılığın önemle ele alınması gereğini
güçlendirmiştir (Thirlwa11, 1994: 4), Bu durum
azgelişmiş ülkelerin ihmal edilmemesi ve
geliştirilmesi gerektiği sonucunu doğurmuştur
Dördüncü olarak, Birleşmiş Milletler'in (United
Nations: UN) savaş sonrasında yeniden şekillenmesi
ve ilave olarak Dünya Bankası (International Bank of
Research and Development), Uluslararası Para Fonu (International
Money Found: IMF) ve Uluslararası Çalışma Örgütü (International
Labour Organization: ILO) gibi kurumlar ve çeşitli
bölgesel kuruluşun kalkınma iktisadına yeni bir ivme
vermiştir, Bu kurumlar eliyle yaptırılan çok sayıda
çalışma kalkınma teorisinin akademik olmayan bir
alanının da ortaya çıkması da yol açmıştır.
Beşinci ve son olarak, söz konusu uluslararası ilgi
akademik bir ilgi ile birleşerek; bazen ideolojik,
bazen insancıl, bazen pragmatik ve bazen da bilimsel
endişe ve çabalarla kalkınma sorununu teşhis etmek,
çözüm önerileri getirerek ve kalkınma hedefinin
gerçekleştirilmesi için izlenecek yolları belirlemek
amacıyla, iktisat bilimi içerisinde kalkınma
iktisadı denilen yeni bir disiplinin ortaya
çıkmasına neden olmuştur, İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra ortaya çıkalı kalkınma iktisadı disiplini;
teorileri, araştırmaları, endişeleri ve
uluslararası kurumların çalışmaları ile, geniş bir
bütünlük içinde, ortaya çıktığı dönemin
özelliklerini yansıtmaktadır.
KALKINMA iKTİSADININ TEORİK TEMELLERİ
Aydınlanma Düşüncesi ve Modernleşme Teorisi
Burada ayrıntıları ile açıklanamasa da, aydınlanma
düşüncesi ve modernleşme teorisinin kalkınma
iktisadını önemli ölçüde etkileyen iki önemli
düşünsel gelenek olduğu kısaca vurgulanmalıdır.
Aydınlanma felsefesi, orta çağ feodalizminin son
bulması ve modem Avrupa'nın kurulması sürecinde,
Batı Avrupa'da yaşanan büyük çaplı tarihsel,
toplumsal ve ekonomik dönüşüme paralel olarak
ortaya çıkmıştır. Aydınlanma felsefesi, doğanın
düzeninin evrensel olduğu, sonra gelenlerin
öncekilerden üstün olacağı, ilerlemenin bir evrimle
gerçekleşeceği, ilerlemenin basitten komplekse doğru
tanımlanmış aşamalar boyunca hareket edeceği, bunun
tek yönlü zorunlu bir süreç olacağı varsayımlarına
sahip bir felsefedir. Aydınlanma felsefesi, genel
bir paradigma olarak 18. ve 19. yüzyıl boyunca
bilimsel düşünceyi, bu bağlamda iktisat bilimini
(örneğin Adam Smith, David Ricardo gibi klasik
iktisatçıları ve K. Marx'ı) etkilemiştir (Türkay,
1995: 90-92). Bu yüzden pek çok iktisatçı basitten
karmaşığa doğru sıralanan ekonomik ve toplumsal
evrim veya gelişme şemaları çizmiştir. Söz konusu
klasik anlayış, modernleşme teorisinin de etkisi ile
birlikte, İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kalkınma
iktisadında yer alan teorilere de
yansımıştır.
Emile Durkheim ve Max Weber'in teorik orijinlerini
temsil ettiği modernleşme teorisi ise, 1950 ve
1960'larda başta Taleott Parsons olmak üzere, pek
çok sosyal bilimci tarafından geliştirilmiştir (Webster,
1995: 104120). Modernleşme oldukça geniş bir
sosyal bilim kavramı olup, ekonomik anlamda,
sanayileşme, kentleşme ve tarımda teknolojik
dönüşümü ima eder. Sosyal olarak, kişisel gelişimde
başarının yükselmesi ve geleneksel bağların
zayıflaması anlamını içerir. Siyasal yönü, güç ve
otoritenin rasyonelleştirilmesi ve bürokrasinin
büyümesi anlamını içerir. Kültürel olarak, bilimsel
bilginin büyümesine bağlı olarak ortaya çıkan
toplumun artan ölçüde sekülerleşmesi anlamına gelir
(Ingam, 1995: 40).
Modernleşme teorisyenlerinin ileri sürdükleri
şekliyle, modernitenin ya da modernliğin içeriğini
bu noktaya ulaşmış toplumların, diğer bir ifadeyle
endüstriyel ekonomilerini demokrasi ile birleştiren
Batı Avrupa ve Kuzey Amerika toplumlarının
deneyimleri oluşturmaktadır (Bernstein, 1992: 43).
Belli bir anda modern olmayan veya "geleneksel" olan
Batı dışı toplumlar, "modern" olan Batı
toplumlarının izlemiş olduğu yolu izleyerek,
modernleşmiş olacaklardır. Böylece modernleşme
teorisi, gelişmemiş toplumların nasıl gelişeceğini
gelenekselden moderne doğru ilerleyen bir gelişme
süreci tanımlayarak göstermektedir (Webster, 1995:
104-120).
Modernleşme teorisi, gelenekselden moderne doğru
tarif edilen gelişme sürecinde, gelişmenin Batı'ya
oranla bazı farklılıkları olacağını ileri
sürmektedir. Batı Avrupa'da kapitalist ekonomilerin
gelişmesi, devletin her hangi bir rolünün
olmadığı plansız bir takım gelişmelerle, uzun bir
zaman dilimi içinde ortaya çıkmıştır (Toye, 1995:
43-44). Oysa iktisadi büyümeyi gerçekleştirebilmek
ve azgelişmiş ülkelerle Batı arasındaki gelişmişlik
farklarını "kısa sürede" kapatabilmek için, bugün
gösterilen çabaların bilinçli olarak planlanması
gerekir. Örneğin düşünceleri kalkınma iktisadına
yansıyan ve aynı zamanda bir modernleşme teorisyeni
olan Hoselitz'e göre, azgelişmiş ülkelerin
hükümetleri, devlet eliyle bilinçli bir şekilde
iktisadi kalkınma planlaması yapmak ve bu planları
kendi olanakları ölçüsünde gerçekleştirmek
zorundadır (Hoselitz, 1970: 18).
Kısaca, modernleşme teorisinde toplumsal ve siyasal
değişim için devletin çeşitli şekillerde müdahalede
bulunmasının gerekliliği ileri sürülmüştür. İlave
olarak, içerden yapılan müdahaleler yetersiz
kaldığında, dışarıdan yardım ve desteklerin
sağlanması yoluyla müdahale sürecinin tamamlanmış
olacağına dair çeşitli vurgular yapılmıştır (Türkay,
1995: 119).
Azgelişmiş ülkelerin kalkınma çizgisinin Batı
deneyiminin bir kopyası olacağından hareket eden
modernleşme teorisi, siyasal düzeni de içerecek
şekilde oldukça geniş bir çerçevede gelişmiştir. Bu
bağlamda siyaset bilimi 1950'lerden 1970'lere doğru,
modernleşme üst teorisinin bir alt kategorisi
olarak çok sayıda siyasal gelişme teorilerinin
geliştirilmesine tanıklık etmiştir. Bu teorilerde
de, gösterilen siyasal hedeflere bütün gelişmekte
olan devletlerin kalkınmanın son aşamasında
ulaşacakları ima edilmiştir (Lemco, 1988: 16-21).
Böylece teorik açıdan kalkınma teorileri, aynı
dönemde genel modernleşme teorisinin bir alt
versiyonu olarak tamamlanmış olmaktadır.
iktisat Teorisi
Klasik iktisat
Kalkınma iktisadı, sosyoloji,
antropoloji, tarih, siyaset bilimi ve iktisat
bilimi içinde saklı kalan, belirli bir statüsü
olmayan ve disipline olmamış bir alan olmuştur.
Bununla birlikte kalkınma sorunu iktisat bilimi
içinde tamamen ihmal edilmiş değildir. Farklı bakış
açıları sergilemiş olsalar da, klasik iktisatçılar
(A. Smith, D. Ricardo, T. Malthus, I.S. Mill ve K.
Marx) ekonomik ilerlemenin nedenleri ve sonuçları
hakkında ilk düşünceleri oluşturmuşlardır.
Söz konusu iktisatçılar çok farklı yollardan bu
günün gelişmekte olan ülkelerinde yer alan kalkınma
sorunlarına benzer sorunlarla ilgilenmişlerdir.
Örneğin ilk kez 1776' da yayınlanmış olan ünlü
Ulusların Zenginliğinin Doğası ve Nedenlerine
İlişkin Bir Soruşturma (An Inquiry into the Nature
and Cazıses of the Wealth of Nations) adlı eserinde,
Smith'in (1904) amacı ekonomik kalkınmanın doğası ve
nedenlerine ilişkin yasaları bulmaktan başka bir
şey değildi. Benzer şekilde l817'de yayınladığı
Siyasal İktisat ve Vergilemenin ilkeleri (Principles
of Political Economy and Taxation) adlı kitabında
Ricardo'nun ana hedefi, Smith'i izleyen bir
anlayışla, ekonominin işleyişindeki temel hareket
yasalarını bulmaktı. Kısaca bir bütün olarak
aydınlanma döneminin akılcı, evrenselci ve
pozitivist yaklaşımı etkisinde bulunan klasik
iktisatçılar ve Marx, Batı'da ortaya çıkan büyük
endüstriyel dönüşümle ilgili olarak, bütün toplumlar
için geçerli doğal ve evrensel yasaJarı ortaya
koymayı amaçlamışlardı. Bu bağlamda, Batı toplumları
toplumsal gelişme veya evrimin daha önceki
aşamalarını geçerek belli bir düzeye ulaşmıştır.
Batılı olmayan diğer toplumlar da zamanla bu evrim
sürecine dahil olacaklardır.
Bununla birlikte, söz konusu iktisatçılar başta
İngiltere olmak üzere sanayi devrimi ortamında
gelişmiş ülkeleri referans almış ve doğal olarak
daha çok kendi çağdaş dönemlerini yorumlamışlardır.
Bu yüzden klasik iktisatçıların doğrudan doğruya
şimdiki gelişmiş ulusların kalkınma deneyimlerine
yönelik gözlemlerine dayalı olarak ders çıkarmak
yetersiz kalmaktadır. Her şeyden önce klasiklerin
şahit olduğu Batı deneyimi kalkınmanın kendine özgü
uzun bir süreç olduğunu göstermektedir. Kalkınma
iktisadı ise, çoğunlukla bu sürecin alacağı zaman
ölçüsü ile ilgilenmekte ve kalkınma sürecinin nasıl
hızlandırılacağı ve böylece bu kalkınma süresinin
nasıl kısaltılacağı sorusuna cevap bulmaya
çalışmaktadır.
Ayrıca klasik iktisatçılar, piyasa güçlerinin
serbest işleyişi sonucunda sosyal yararın maksimize
edileceğine inanarak, piyasa mekanizmasına müdahale
etmeye genellikle karşı çıkmışlardır. Oysa 1929
dünya ekonomik krizi sonrasında, başta batı dünyası
olmak üzere dünya genelinde pratik hükümet
politikalarında piyasanın tamamen kendi işleyiş
sürecine bırakılması yerine, devletin aktif
müdahalelerde bulunması gerektiği düşünülmeye
başlanmıştı. Bu değişimin paralelinde, iktisat
biliminin klasik ve neo-klasik teorik geleneği
içinde önemli bir değişim yaşanmıştır. Başta
Keynesyen ekonomi olmak üzere, 1930'lu yıllarda bu
tür devletçi politika uygulamaları ve teorilerde
meydana gelen değişim kalkınma iktisadı için de
önemli bir temel teşkil etmiştir.
J.M. Keynes
Kalkınma sorununun ekonomik sorunlarla birlikte
düşünüldüğü diğer bir dönem 1929 ekonomik bunalımı
olup, başta J.M. Keynes olmak üzere pek çok
akademisyen bu sorunla ilgilenmiştir. Söz konusu
bunalım ortamında gelişmiş ülkeler için her hangi
bir çözümsüzlük bulunmuyordu; çünkü teoriyle pratik
çözüm arasında talep yetersizliğine dayalı Keynesyen
teoriyi geliştirmiş olmak yeterli olmuştur. Keynes
eksik istihdamda dengenin sağlanabileceğini ileri
sürerken, durgunluktan çıkabilmek için otonom
yatırımların talep yaratıcı rolünü önemle
vurgulamış ve teorik devlet müdahalesi önerisiyle
sorunu çözmüştür. Bu çözümlemede Keynes azgelişmiş
Ülkeler özelinde her hangi farklı bir çözüm önermiş
değildir. Bununla birlikte Keynes'in bir devlet
müdahalesinin gerekliliğine yönelik tespiti,
kalkınma iktisadının modernleşme teorisinden almış
olduğu "müdahale" kavramına iktisat bilimi açısından
meşru bir dayanak sağlamış oluyordu.
Belirtmek gerekir ki, Keynes, klasik
ve neoklasik gelenekten önemli ölçüde farklı olmakla
beraber, piyasanın işleyişini tamamen ikame
etmeyeceği düşünülen bir müdahale düşüncesini ileri
sürmektedir: "Kuşkusuz tam istihdamı sağlamak için
gerekli yönetimin merkezi organlarının bulunuşu,
devletin geleneksel fonksiyonlarında büyük bir
gelişmeye neden olacaktır. Zaten modern klasik teori
de ekonomik güçlerin serbestçe uygulanmasını
ılımlaştırmanın ya da yönetmenin gerekli olabileceği
çeşitli durumlara dikkat çekmiştir" (Keynes, 1980:
404). A. Lewis de "Keynescilik neo-klasisizm için
bir dipnottan ileri geçemez" (Lewis, 1954: 90)
yorumunu yapmaktadır. Kalkınma iktisadına içerilen
müdahale kavramı da, piyasayı ikame etme amacıyla
değil, sadece kalkınma sürecini hızlandırmak
amacıyla klasik geleneğe konulan bir istisna olarak
kabul edilmiştir.
Keynesyen teorinin
kalkınma iktisadına bir temel ve dayanak
oluşturmanın ötesinde tek başına azgelişmiş
ülkelerin kalkınması için yeterli bir teorik çerçeve
sunmadığı belirtilmelidir. Keynes ve aynı dönemde
yaşayan bir çok iktisatçı özellikle gelişmiş
ülkelerin durgunluk ve işsizlik sorunu ile
ilgilenirken, sömürge ülkelerdeki ekonomik geri
kalmışlık sorununu ihmal etmişlerdir. Azgelişmiş
ülkelerde Keynesyen anlamda otonom yatırımlar devlet
eliyle yapılacak olsa da, büyüme ve kalkınmanın her
türde kaynak miktarı ve niteliğindeki artışlara
bağlı olacağı bir gerçektir. Azgelişmiş ülkelerin
yoksul olmasının nedeni kaynak eksikliği veya
kaynakları kullanıma sokmada arzu veya yetenek
eksikliğidir. Azgelişmiş ülkelerde bu güne kadar
olduğundan daha hızlı bir ekonomik gelişme
olasılığını arttıracak bir kaynak tahsisi ve
planlama yapmak gerekmektedir. Bu açılardan
Keynesyen teori azgelişmiş ülkelerin kalkınma
sorunlarını çözmede önemli ölçüde yetersiz
kalmaktadır.
Kaynak: Sami Taban
ve Muhsin Kar'ın (2003) "Kalkınma Ekonomisi Seçme
Konular"
(Bursa: Ekin Yayınevi) adlı edit kitabından
alınmıştır.
|