Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

İKTİSAT TARİHİNDE NÜFUS/EKONOMİ İLİŞKİSİ 

Dünya iktisat tarihi geleneksel ve modem olarak iki bölüm halinde incelendiğinde ekonomik yapı ve nüfus arasındaki ilişkilerin farklılaştığı ve teknolojiye, sosyal ilişkilere, coğrafyaya, kültürel-dinsel yapılara koşut ola­rak değişik etkileşim biçimlerinde ortaya çıktığı görülmektedir. Geleneksel ekonomilerde kapital/nüfus ve toprak/nüfus oranları, ulusal güvenliğin sağ­lanması ve sınırların korunması, dinsel inançlardan kaynaklanan kaygılar, köleliğe kadar uzanan bir dünya görüşünün nüfus üzerindeki etkisi söz konu­sudur. Sanayi toplumlarında ise insan hakları paradigmasının güçlenmesi ile birlikte insan unsuru bir sermaye olarak algılanmış ve yukarı­daki unsurlar yerini yenilerine terk etmeye başlamışlardır. 

Modern toplumlarda büyük kara ordularına gerek yoktur. Dünyadaki tüm topraklar sahiplerini bulmuş olduğundan toprak/nüfus oranı küçülmek­tedir ve dolayısıyla ne nüfus artışı taraftar bulabilmekte, ne de yeni toprakla­rın üretime katılması ile ortaya çıkması beklenen Ricardian süreç belirtmek­tedir. Bu nedenle, teknolojik gelişmeye paralel olarak geleneksel ekonomile­rin hemen tümünde problem olan kentlerin ve ülkenin beslenebilmesi, dünya dış ticaretindeki dönüşüm nedeniyle (biraz da dış ticaret hadlerinin tarımsal ürün üreten ülkeler aleyhine dönmesi ile) farklı bağımlılık ilişkileri ile örgülenmiştir. 

Sanayi Devrimi sonrasına gelinene değin Antik Yunan şehir ekono­milerinde, feodal Avrupa'da ve Osmanlı ekonomisinde nüfus ve ekonomik yapı etkileşim içinde olmuşlardır. Teorisyenler bu ilişkiye tutarlı teorik açık­lamalar getirmeye başladıklarında artık iktisatçı için sorun pratik gelişmelere teorik bir açıklama getirebilmek şekline dönüşmüştür. 

İktisat tarihindeki nüfus hareketliğinin açıklanmasında geliştirilen ve kullanılan teori nüfus dönüşümü (Demographic Transition Theory) teorisidir. Bu teoriye göre nüfus hareketliliği tarihsel süreçte dört temel aşamadan geçmiştir. İlk aşama yüksek doğum ve ölüm oranlarını, ikinci aşama ölüm oranlarında düşüşü, üçüncü aşama doğum oranlarında düşüşü ve son aşama durağan bir nüfusu oluşturmaktadır. Başka bir şekilde ifade etmek gerekirse Nüfusun Dönüşüm Teorisi, yüksek doğum ve yüksek ölüm oranları sonucun­da nüfusun sabit kaldığı aşamadan, yüksek doğum ve düşük ölüm oranları ile temsil olunan hızlı nüfus artışı aşamasına, oradan da doğum ve ölüm oranla­rının düşük olduğu yavaş nüfus artışı aşamasına gelinmesi olarak tanımlana­bilir. Bu dönüşüm, ifade edilen dört ayrı aşamada gerçekleşmektedir (Nafziger-Wayne 1997: 216-224). 

Nüfus Dönüşüm Teorisi'ne göre hem gelişmiş, hem de azgelişmiş uluslar bu aşamaları farklı zaman dilimlerinde yaşamışlardır. Örneğin geliş­mişler kategorisine dahil olan Avrupa ülkeleri açısından bakıldığında ilk aşama 1800 öncesine, ikinci aşama 1800- 1860 dönemine, üçüncü aşama 1860-1980 arasına ve dördüncü aşama 1980 sonrası döneme karşılık gelir­ken, azgelişmiş uluslar için ilk aşama 1900 öncesine, ikinci aşama 1900­1950 arasına, üçüncü aşama 1980-2000 arasına karşılık gelmektedir. Dör­düncü aşama henüz birçok azgelişmiş ülkede gözlenmemiştir (Nafziger­Wayne 1997: 216-224). Ancak bu teorinin oluşmasında yol gösterici olan söz konusu nüfus trendlerinin neden bu şekilde oluştuğu farklı bir araştırma­nın konusudur. 

C. Cipolla'ya göre hem Ziraat Devrimi'nde (MÖ. 10.000), hem de Sanayi Devrimi'nde (1750-1850) dünya nüfusunda bir patlama söz konusu­dur ve bunlar değişik nitelikler göstermektedir. Öncelikle devrimle yayıldık­ları için bunlar, dünya ölçüsünde yaygınlık kazanan değişmelerdir. İkinci olarak, bunlar son derece yoğun ve büyük boyutlu değişmelerdir. Her iki devrimde de nüfus adeta kontrolden çıkmışçasına büyümüştür. Bu patlama­lar mevcut denge mekanizmasının artık işlememesinden doğmuş sayılabilir. Bozulan eski denge yerine yenisi yerleşineeye kadar geçen zaman içinde, nüfus kontrolden çıkmış ve aşırı şekilde büyümüştür (CipolIa, 1980: 86). Ziraat Devrimi sonucunda nüfusun yerleşikleşmesi, fazla nüfusun beslene­bilmesi için gerekli ürün fazlasının sağlandığı ve insanın doğa ile olan ilişki­sinin farklı şekillerde geliştiği düşünülebilir.

Sanayi Devrimi ve nüfus ilişkisi sonraya bırakılmak üzere, Antik Yunan' a gelene değin dinsel etkiler altında kalan toplumların, nüfus artışını benimsedikleri ve nüfus ile ekonomi arasında doğrusal bir ilişki kuramadık­ları görülür. Musevilik çocuğu olmayan kadını hor gören ve kadının kısırlı­ğının, talihin kadınlara musallat edebileceği bir zillet olarak değerlendirir­ken, İncil birinci nüfus artışını desteklemiştir. Protestanizmle birlikte bir değişiklik olmamış ve aynı düşünce devam etmiştir. İslam Dini de fazla nüfusa bir sorun olarak bakma­mış ve değişik hadislerde nüfusun artması yolunda tavsiyelerde bulunulmuş­tur (Özoğuz, 1973: 50-51). Bunların pratikteki yansıması nüfusun öncekine oranla daha fazla artışını sağlamış olması olarak düşünülebilir. Bunun top­lumlar üzerinde bir iktisadi baskı oluşturmama nedeni kapalı üretim tarzının söz konusu olduğu ekonomilerde, toprak/emek oranında, toprağın temel üretim faktörü olarak nüfustaki her artışa cevap vermesi ve insan ihtiyaçları­nın, talebin artarakçeşitlenmesine olanak vermeyecek derecede sınırlı olma­sında aranmalıdır. Ticaretin ve yaygın mübadeleye izin verecek düzeyde pazarın ve paranın bulunmayışı resmi tamamlamıştır.

Antik Yunan site devletlerinde nüfusun ekonomiye baskısı üretim yapılacak yeterli miktarda toprak bulunmamasından (coğrafi zorlama) dolayı ortaya çıktığında imdada kolonizasyon ve dış ticaret yoluyla gerekli madde­leri sağlama yetişmiştir. Toprakların küçük ve verimsiz olması, bazı ailelerin çok küçük ve hatta bazılarının hiç toprağa sahip olmamaları sonucunda yük­selen sosyal tansiyon kolonizasyonu beraberinde getirdi (McKay-Hill vd., 2000: 113). Korent ve Atina gibi ithal mallarına gittikçe daha bağımlı hale gelen siteler kolonilerden aldıkları mallar-hammadde ler karşılığında mamul maddeler ihraç etmek yoluyla ayakta kalabilmişlerdir (Heaton, Cl, 1985: 25). Kimi zaman ise fazla nüfus ana siteyi ve kolonileri korumak için gerekli görülmüştür. Fazla nüfusun baskısını azaltmada Eflatun, yeni siteler kurula­rak fazlalığın göçmen haline dönüştürülmesini isterken, Aristo Malthusyen bir tutumla mülkiyetin değil ama nüfusun sınırlandırılması gerektiği üzerin­de durmuştur (Savaş, 1999: 47 ve 55 

Roma İmparatorluğu savaşçı karakterinin de gereği olarak hızlı bir nüfus büyümesi ve kölelerin üretimde kullanılmasına ek olarak ithalatçı ya­pısı ile karakterize edilebilir. R. Cameron'a göre Roma Barışı (Pax Romana) döneminde tüm imparatorluğun nüfusu 60 ile 100 milyon arasında değiş­mektedir. Marcus Aurelius zamanındaki (MÖ. 180) nüfus Julius Ceasar (MÖ. 44) zamanında iki katına ulaşmıştır. Bu artışın temelindeki dinamik, Roma Barışı'nın ticaret yolları üzerinde sağladığı güvenliğe ek olarak Ro­ma'nın Afrika ve Asya'daki verimli topraklar üzerindeki egemenliği olarak belirtilebilir. Nüfus artışına koşut olarak zanaatkarların yaşam standardı da yükselmiştir. Hatta C. Clark'a göre tipik bir özgür Romalı zanaatkarın ger­çek ücreti 1850 İngiltere' sindeki bir işçinin ücretine yakın olmaktadır (Cameron, 1997: 39). 

Roma'nın köleci üretim sistemi, savaşlar ve zirai üretim arasında sıkışan Romalı köylüleri hızla tarım dışına irmekte, maliyetleri düşürmekte ve marjinal köle maliyeti marjinal köle veriminden düşük olduğu sürece ekonomideki köle arzı artırılmaktaydı. Toprakların marjinal büyüklüğe u­laşması bir yandan köle arzı kaynağının tükenmesi ile sonuçlanırken hızla yok olan küçük Romalı çiftçiler dışarıdan gelen tahılın rekabetine karşı ko­yamamışlar, borçlanma yoluyla artan bağımlılık ilişkilerine ek olarak, devle­tin artan savunma ve ithalat maliyeti ekonomik yapının bozulmasına neden olmuştur. Koloni sisteminin geliştirilip, Romalı vatandaşların ve kölelerin bir kimlik değişimine uğrayarak Ortaçağ'ın serfliğini oluşturmaları bilinen ama incelenmesi ayrı bir çalışmayı gerektirecek kadar da karmaşık bir süreç­tir (Güran, 1988: 20). 

Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından Ortaçağ'ın sonuna değin, nü­fus hareketlerinin incelenmesi, nüfus ile ekonomik yapı arasındaki ilişkinin güçlenmeye başladığının belirtilerini taşımaktadır. Ortaçağ tarihçisi M. M. Postan Ortaçağ nüfus hareketlerini üç dönem içinde ele almaktadır. a) Erken Ortaçağlarda nüfus aşağı yukarı kararlıdır. b) 10. ve ll. yüzyıldan 13. yüzyı­lın sonlarına doğru genelde artan bir nüfus söz konusudur. c) 14. yüzyıldan 16. yüzyıla kadar önce azalan, sonra dalgalanan ve 15. yüzyılın sonlarına doğru yükselme eğilimine giren bir nüfus gözlenmektedir. Burada önemli olan Postan'ın nüfus hareketlerini açıklarken, nüfus değişmeleri ile genel olarak ekonomik gelişme, özel olarak da ticaretin genişlemesi ve gelişmesi arasında kurmak istediği neredeyse birebir ilişkidir (Üşür, 1992: 462). Pos­tan'ın Ortaçağ nüfus hareketleri ve ekonomik yapı arasında kurmaya çalıştığı ilişkiyi H. J. Habakkuk ve D. North'da da bulmak olanaklıdır. Habakkuk'a göre 19. yüzyıl öncesi İngiliz tarihinde gözlemlenen fiyatlardaki, gelir dağı­lımındaki, yatırımlardaki, gerçek ücretlerdeki ve göçlerdeki uzun dönemli hareketler nüfus artışındaki değişmeler tarafından yönlendirilmiştir. Artan nüfus, yükselen fiyatlar, yükselen tarımsal karlar, nüfusun çoğunluğu açısın­dan düşük gerçek gelirler, sanayinin aleyhine dönen ticaret hadleri anlamına gelir (Üşür, 1992: 422). D. North ve R. Thomas'a göre de, nüfus artışı ticare­ti artırdı. Artan ticaret ise bölgesel ve bölgelerarası pazarın kurulması koşul­larını yarattı. Sonuçta büyüyen manor ekonomisinin büyüme sınırlarının sonuna gelindiğinde ilkin manorda azalan verimler, ikincil olarak ise nüfu­sun manor ekonomisi dışına çıkması gerçekleşti (North ve Thomas, 1971: 791). North ve Thomas'a göre sonuçta, nüfus değişmesi dışsal bir faktör olarak toprak/emek oranını bozdu. Bozulan bu oran fiyatlar yoluyla ekono­mideki temel değişimlerin nedeni oldu (North ve Thomas, 1971: 782; Bkz. North ve Thomas, 1973). Nüfusun kendi dinamikleri ile artıp azalması ya­nında iklim değişimi, veba, yangınlar ve savaşlar gibi dışsal faktörler altında da sayısal büyüklüğünün değişmesi, bu değişim sonucunda yine üretim ­tüketim-bölüşümde meydana gelen değişimlerin bunları izlemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim artan nüfus, artan talep, artan ticaret, para ve pazar eko­nomisinin genişlemesi, kentleşmenin artması, yeni toplumsal sınıfların o­luşması ve kadim feodal ilişkilerin bunlara kayıtsız kalmayarak çözülmeleri zincirleme bir etki ile feodalizmin sonunu hazırladı (Bkz. Lerner-Meacham vd., 1988: 379-380).

Osmanlı Devleti'nde ise kuruluş dönemi olan 14. yüzyıldaki iktisadi durgunluk ortamında nüfusun, kıtlıklar, salgınlar ve savaşlar nedeniyle çok az olduğu bilinmektedir. Bunun en önemli göstergesi mal fiyatlarındaki dü­şüklüktür. Zira üretimde bir artışı gerektiren hiçbir gelişmenin olmadığını bildiğimiz bu dönemde nüfus ve dolayısıyla talep, yukarıda belirtilen neden­[erden dolayı toplam arzın çok gerisindeydi. Bu nedenle 14. yüzyılda Anadolu nüfusunun 4-5 milyon dolayında olduğu tahmin edilebilir (Tabakoğlu, 2000: 138). 1500'lü yıllar için F. Braudel ve Ö. L. Barkan'ın hesaplamaları­na göre bugünkü Türkiye sınırlarında 12-13 milyon insan yaşamaktadır. Barkan'a göre 16. yüzyılın sonlarına doğru ise devletin sahip olduğu bütün topraklarda nüfus en azından 30-35 milyona ulaşmış olmalıdır. Braudel'in ise aynı yıllar bağlamında ileri sürmüş olduğu rakam 16 milyondur. Bu nedenle Braudel' e göre Barkan' ın tahminleri biraz iyimser tahminler olarak dikkati çekmektedir (Tabakoğlu, 2000: 139). 17. ve 18. yüzyıllar için yeterli veriler bulunmamakla birlikte yalnızca Anadolu'da erkeklerin sayıldığı bir sayımda nüfus 7-7,5 milyon dolayında çıkmıştır. 1844'deki bir sayımda ise tüm ülkenin 36 milyon dolayında, yalnızca Anadolu'nun 11 milyon dolayın­da olduğu bulunmuştur. Bütün bunlardan çıkan sonuç 16. ve 20. yüzyıllar arasında Osmanlı nüfusunun durağan bir nitelik göstermesidir (Tabakoğlu, 2000: 141). Bu durağanlığın nedeni özellikle 1683 sonrasında başlayan Os­manlı toprak kayıpları ve geleneksel ekonomilerde nüfusun bir kısmının biraz da Osmanlının uygulamış olduğu sürgün politikası sonucundaki hare­ketliliğine bağlanabilir. H. İnalcık imparatorluğun nüfus hareketliliğini, Os­manlının reayaya mali kaygılarla da verdiği önem sonucunda kendi toprakla­rına yerleşilmesine izin verdiği, doğudan batıya sürekli bir göç hareketinin imparatorluk nüfusunu karakterize edebileceği ve bunun zaman zaman so­runlara yol açtığı, merkezi otoritenin gerek gördüğü durumlarda sürgün poli­tikasının uygulandığı, ve yine zaman zaman baş gösteren isyanların nüfus üzerinde olumsuz baskılarının olduğu şeklinde nitelendirmektedir (İnalcık, 2000: 68-69). 

Sanayi Devrimi dönemi Avrupa nüfusu hızlı bir artış ve yaşam stan­dartlarında yükselme ile nitelenmektedir (Bkz. Deane, 1994: 17-32 ve 226). Avrupa nüfusu 1750' den 1950 yılına kadarki 200 yıllık sürede yaklaşık 240 milyondan 1 milyara yükselirken aynı dönemde dünya nüfusu 900 milyon­dan 3 milyar dolaylarına yükselmiştir (McKay-Hill vd, 2000: 846). 

J. Habakkuk'a göre Avrupa'da Sanayi Devrimi'nden önce uzun bir müddet nüfus, gerek doğum oranı ve gerekse ölüm oranı yüksek olmakla birlikte gayet istikrarlıydı. Kaba doğum oranı ile ölüm oranı binde 30 dola­yındaydı. Doğum oranındaki fazlalık, istisnai durumlarda harp, salgın hasta­lık ve kıtlıktan meydana gelen ölümleri karşılamaktaydı. 18. yüzyılın sonun_ da ve 19. yüzyılın başında iktisadi kalkınma hızlanınca, bu ilkel istikrar, bu endüstri öncesi denge, ölüm oranında bir değişme sonucunda bozulmuştur (Habakkuk, 1966: 15). Ancak yine de Habakkuk'a göre söz konusu dönem­deki nüfus artışını yalnızca sanayileşme ile açıklamak olanaklı değildir. Ni­tekim tüm Avrupa'da sanayileşme sürecine girilmezden önce de başka fak­törlerden dolayı nüfusun artışı ile karşı karşıya kalınmaktaydı. Endüstrileş­mede pek ileri gidemeyen Avrupa ülkelerinde bile, hızlı nüfus artışını des­tekleyen kuvvetler vardı ve meydana gelen artış karşısında artış oranına gem vurmaya çalışan karşı kuvvetler ortaya çıktı. Bu kuvvetler, endüstrileşmiş toplumlarda da, ilk aşamada, endüstrileşmenin nüfus artışını teşvik edici nitelikleri, sonraki safhalarında ise kontrol edici nitelikleri olarak harekete geçtiler (Habakkuk, 1966: 18-19).

Kaynak: Sami Taban ve Muhsin Kar'ın (2003) "Kalkınma Ekonomisi Seçme Konular" (Bursa: Ekin Yayınevi) adlı edit kitabından alınmıştır.

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri