|
İKTİSAT TARİHİNDE
NÜFUS/EKONOMİ İLİŞKİSİ
Dünya iktisat tarihi geleneksel ve
modem olarak iki bölüm halinde incelendiğinde
ekonomik yapı ve nüfus arasındaki ilişkilerin
farklılaştığı ve teknolojiye, sosyal ilişkilere,
coğrafyaya, kültürel-dinsel yapılara koşut olarak
değişik etkileşim biçimlerinde ortaya çıktığı
görülmektedir. Geleneksel ekonomilerde kapital/nüfus
ve toprak/nüfus oranları, ulusal güvenliğin
sağlanması ve sınırların korunması, dinsel
inançlardan kaynaklanan kaygılar, köleliğe kadar
uzanan bir dünya görüşünün nüfus üzerindeki etkisi
söz konusudur. Sanayi toplumlarında
ise insan hakları paradigmasının güçlenmesi ile
birlikte insan unsuru bir sermaye olarak algılanmış
ve yukarıdaki unsurlar yerini yenilerine terk
etmeye başlamışlardır.
Modern toplumlarda büyük kara ordularına gerek
yoktur. Dünyadaki tüm topraklar sahiplerini bulmuş
olduğundan toprak/nüfus oranı küçülmektedir ve
dolayısıyla ne nüfus artışı taraftar bulabilmekte,
ne de yeni toprakların üretime katılması ile ortaya
çıkması beklenen Ricardian süreç belirtmektedir. Bu
nedenle, teknolojik gelişmeye paralel olarak
geleneksel ekonomilerin hemen tümünde problem olan
kentlerin ve ülkenin beslenebilmesi, dünya dış
ticaretindeki dönüşüm nedeniyle (biraz da dış
ticaret hadlerinin tarımsal ürün üreten ülkeler
aleyhine dönmesi ile) farklı bağımlılık ilişkileri
ile örgülenmiştir.
Sanayi Devrimi sonrasına gelinene değin Antik Yunan
şehir ekonomilerinde, feodal Avrupa'da ve Osmanlı
ekonomisinde nüfus ve ekonomik yapı etkileşim içinde
olmuşlardır. Teorisyenler bu ilişkiye tutarlı teorik
açıklamalar getirmeye başladıklarında artık
iktisatçı için sorun pratik gelişmelere teorik bir
açıklama getirebilmek şekline dönüşmüştür.
İktisat tarihindeki nüfus hareketliğinin
açıklanmasında geliştirilen ve kullanılan teori
nüfus dönüşümü (Demographic Transition Theory)
teorisidir. Bu teoriye göre nüfus hareketliliği
tarihsel süreçte dört temel aşamadan geçmiştir. İlk
aşama yüksek doğum ve ölüm oranlarını, ikinci aşama
ölüm oranlarında düşüşü, üçüncü aşama doğum
oranlarında düşüşü ve son aşama durağan bir nüfusu
oluşturmaktadır. Başka bir şekilde ifade etmek
gerekirse Nüfusun Dönüşüm Teorisi, yüksek doğum ve
yüksek ölüm oranları sonucunda nüfusun sabit
kaldığı aşamadan, yüksek doğum ve düşük ölüm
oranları ile temsil olunan hızlı nüfus artışı
aşamasına, oradan da doğum ve ölüm oranlarının
düşük olduğu yavaş nüfus artışı aşamasına gelinmesi
olarak tanımlanabilir. Bu dönüşüm, ifade edilen
dört ayrı aşamada gerçekleşmektedir (Nafziger-Wayne
1997: 216-224).
Nüfus Dönüşüm Teorisi'ne göre hem gelişmiş, hem de
azgelişmiş uluslar bu aşamaları farklı zaman
dilimlerinde yaşamışlardır. Örneğin gelişmişler
kategorisine dahil olan Avrupa ülkeleri açısından
bakıldığında ilk aşama 1800 öncesine, ikinci aşama
1800- 1860 dönemine, üçüncü aşama 1860-1980 arasına
ve dördüncü aşama 1980 sonrası döneme karşılık
gelirken, azgelişmiş uluslar için ilk aşama 1900
öncesine, ikinci aşama 19001950 arasına, üçüncü
aşama 1980-2000 arasına karşılık gelmektedir.
Dördüncü aşama henüz birçok azgelişmiş ülkede
gözlenmemiştir (NafzigerWayne 1997: 216-224). Ancak
bu teorinin oluşmasında yol gösterici olan söz
konusu nüfus trendlerinin neden bu şekilde oluştuğu
farklı bir araştırmanın konusudur.
C. Cipolla'ya
göre hem Ziraat Devrimi'nde (MÖ. 10.000), hem de
Sanayi Devrimi'nde (1750-1850) dünya nüfusunda bir
patlama söz konusudur ve bunlar değişik nitelikler
göstermektedir. Öncelikle devrimle yayıldıkları
için bunlar, dünya ölçüsünde yaygınlık kazanan
değişmelerdir. İkinci olarak, bunlar son derece
yoğun ve büyük boyutlu değişmelerdir. Her iki
devrimde de nüfus adeta kontrolden çıkmışçasına
büyümüştür. Bu patlamalar mevcut denge
mekanizmasının artık işlememesinden doğmuş
sayılabilir. Bozulan eski denge yerine yenisi
yerleşineeye kadar geçen zaman içinde, nüfus
kontrolden çıkmış ve aşırı şekilde büyümüştür (CipolIa,
1980: 86). Ziraat Devrimi sonucunda nüfusun
yerleşikleşmesi, fazla nüfusun beslenebilmesi için
gerekli ürün fazlasının sağlandığı ve insanın doğa
ile olan ilişkisinin farklı şekillerde geliştiği
düşünülebilir.
Sanayi Devrimi ve nüfus ilişkisi sonraya bırakılmak
üzere, Antik Yunan' a gelene değin dinsel etkiler
altında kalan toplumların, nüfus artışını
benimsedikleri ve nüfus ile ekonomi arasında
doğrusal bir ilişki kuramadıkları görülür.
Musevilik çocuğu olmayan kadını hor gören ve kadının
kısırlığının, talihin kadınlara musallat
edebileceği bir zillet olarak değerlendirirken,
İncil birinci nüfus artışını desteklemiştir.
Protestanizmle birlikte bir değişiklik olmamış ve
aynı düşünce devam etmiştir. İslam Dini de fazla
nüfusa bir sorun olarak bakmamış ve değişik
hadislerde nüfusun artması yolunda tavsiyelerde
bulunulmuştur (Özoğuz, 1973: 50-51). Bunların
pratikteki yansıması nüfusun öncekine oranla daha
fazla artışını sağlamış olması olarak düşünülebilir.
Bunun toplumlar üzerinde bir iktisadi baskı
oluşturmama nedeni kapalı üretim tarzının söz konusu
olduğu ekonomilerde, toprak/emek oranında, toprağın
temel üretim faktörü olarak nüfustaki her artışa
cevap vermesi ve insan ihtiyaçlarının, talebin
artarakçeşitlenmesine olanak vermeyecek derecede
sınırlı olmasında aranmalıdır. Ticaretin ve yaygın
mübadeleye izin verecek düzeyde pazarın ve paranın
bulunmayışı resmi tamamlamıştır.
Antik Yunan site devletlerinde nüfusun ekonomiye
baskısı üretim yapılacak yeterli miktarda toprak
bulunmamasından (coğrafi zorlama) dolayı ortaya
çıktığında imdada kolonizasyon ve dış ticaret
yoluyla gerekli maddeleri sağlama yetişmiştir.
Toprakların küçük ve verimsiz olması, bazı ailelerin
çok küçük ve hatta bazılarının hiç toprağa sahip
olmamaları sonucunda yükselen sosyal tansiyon
kolonizasyonu beraberinde getirdi (McKay-Hill vd.,
2000: 113). Korent ve Atina gibi ithal mallarına
gittikçe daha bağımlı hale gelen siteler
kolonilerden aldıkları mallar-hammadde ler
karşılığında mamul maddeler ihraç etmek yoluyla
ayakta kalabilmişlerdir (Heaton, Cl, 1985: 25). Kimi
zaman ise fazla nüfus ana siteyi ve kolonileri
korumak için gerekli görülmüştür. Fazla nüfusun
baskısını azaltmada Eflatun, yeni siteler kurularak
fazlalığın göçmen haline dönüştürülmesini isterken,
Aristo Malthusyen bir tutumla mülkiyetin değil ama
nüfusun sınırlandırılması gerektiği üzerinde
durmuştur (Savaş, 1999: 47 ve 55
Roma İmparatorluğu savaşçı karakterinin de gereği
olarak hızlı bir nüfus büyümesi ve kölelerin
üretimde kullanılmasına ek olarak ithalatçı yapısı
ile karakterize edilebilir. R. Cameron'a göre Roma
Barışı (Pax Romana) döneminde tüm imparatorluğun
nüfusu 60 ile 100 milyon arasında değişmektedir.
Marcus Aurelius zamanındaki (MÖ. 180) nüfus Julius
Ceasar (MÖ. 44) zamanında iki katına ulaşmıştır. Bu
artışın temelindeki dinamik, Roma Barışı'nın ticaret
yolları üzerinde sağladığı güvenliğe ek olarak
Roma'nın Afrika ve Asya'daki verimli topraklar
üzerindeki egemenliği olarak belirtilebilir. Nüfus
artışına koşut olarak zanaatkarların yaşam standardı
da yükselmiştir. Hatta C. Clark'a göre tipik bir
özgür Romalı zanaatkarın gerçek ücreti 1850
İngiltere' sindeki bir işçinin ücretine yakın
olmaktadır (Cameron, 1997: 39).
Roma'nın köleci üretim sistemi, savaşlar ve zirai
üretim arasında sıkışan Romalı köylüleri hızla tarım
dışına irmekte, maliyetleri düşürmekte ve marjinal
köle maliyeti marjinal köle veriminden düşük olduğu
sürece ekonomideki köle arzı artırılmaktaydı.
Toprakların marjinal büyüklüğe ulaşması bir yandan
köle arzı kaynağının tükenmesi ile sonuçlanırken
hızla yok olan küçük Romalı çiftçiler dışarıdan
gelen tahılın rekabetine karşı koyamamışlar,
borçlanma yoluyla artan bağımlılık ilişkilerine ek
olarak, devletin artan savunma ve ithalat maliyeti
ekonomik yapının bozulmasına neden olmuştur. Koloni
sisteminin geliştirilip, Romalı vatandaşların ve
kölelerin bir kimlik değişimine uğrayarak Ortaçağ'ın
serfliğini oluşturmaları bilinen ama incelenmesi
ayrı bir çalışmayı gerektirecek kadar da karmaşık
bir süreçtir (Güran, 1988: 20).
Roma İmparatorluğu'nun yıkılışından Ortaçağ'ın
sonuna değin, nüfus hareketlerinin incelenmesi,
nüfus ile ekonomik yapı arasındaki ilişkinin
güçlenmeye başladığının belirtilerini taşımaktadır.
Ortaçağ tarihçisi M. M. Postan Ortaçağ nüfus
hareketlerini üç dönem içinde ele almaktadır. a)
Erken Ortaçağlarda nüfus aşağı yukarı kararlıdır. b)
10. ve ll. yüzyıldan 13. yüzyılın sonlarına doğru
genelde artan bir nüfus söz konusudur. c) 14.
yüzyıldan 16. yüzyıla kadar önce azalan, sonra
dalgalanan ve 15. yüzyılın sonlarına doğru yükselme
eğilimine giren bir nüfus gözlenmektedir. Burada
önemli olan Postan'ın nüfus hareketlerini
açıklarken, nüfus değişmeleri ile genel olarak
ekonomik gelişme, özel olarak da ticaretin
genişlemesi ve gelişmesi arasında kurmak istediği
neredeyse birebir ilişkidir (Üşür, 1992: 462).
Postan'ın Ortaçağ nüfus hareketleri ve ekonomik
yapı arasında kurmaya çalıştığı ilişkiyi H. J.
Habakkuk ve D. North'da da bulmak olanaklıdır.
Habakkuk'a göre 19. yüzyıl öncesi İngiliz tarihinde
gözlemlenen fiyatlardaki, gelir dağılımındaki,
yatırımlardaki, gerçek ücretlerdeki ve göçlerdeki
uzun dönemli hareketler nüfus artışındaki değişmeler
tarafından yönlendirilmiştir. Artan nüfus, yükselen
fiyatlar, yükselen tarımsal karlar, nüfusun
çoğunluğu açısından düşük gerçek gelirler,
sanayinin aleyhine dönen ticaret hadleri anlamına
gelir (Üşür, 1992: 422). D. North ve R. Thomas'a
göre de, nüfus artışı ticareti artırdı. Artan
ticaret ise bölgesel ve bölgelerarası pazarın
kurulması koşullarını yarattı. Sonuçta büyüyen
manor ekonomisinin büyüme sınırlarının sonuna
gelindiğinde ilkin manorda azalan verimler, ikincil
olarak ise nüfusun manor ekonomisi dışına çıkması
gerçekleşti (North ve Thomas, 1971: 791). North ve
Thomas'a göre sonuçta, nüfus değişmesi dışsal bir
faktör olarak toprak/emek oranını bozdu. Bozulan bu
oran fiyatlar yoluyla ekonomideki temel
değişimlerin nedeni oldu (North ve Thomas, 1971:
782; Bkz. North ve Thomas, 1973). Nüfusun kendi
dinamikleri ile artıp azalması yanında iklim
değişimi, veba, yangınlar ve savaşlar gibi dışsal
faktörler altında da sayısal büyüklüğünün değişmesi,
bu değişim sonucunda yine üretim tüketim-bölüşümde
meydana gelen değişimlerin bunları izlemesi söz
konusu olmaktadır. Nitekim artan nüfus, artan talep,
artan ticaret, para ve pazar ekonomisinin
genişlemesi, kentleşmenin artması, yeni toplumsal
sınıfların oluşması ve kadim feodal ilişkilerin
bunlara kayıtsız kalmayarak çözülmeleri zincirleme
bir etki ile feodalizmin sonunu hazırladı (Bkz.
Lerner-Meacham vd., 1988: 379-380).
Osmanlı Devleti'nde ise kuruluş dönemi olan 14.
yüzyıldaki iktisadi durgunluk ortamında nüfusun,
kıtlıklar, salgınlar ve savaşlar nedeniyle çok az
olduğu bilinmektedir. Bunun en önemli göstergesi mal
fiyatlarındaki düşüklüktür. Zira üretimde bir
artışı gerektiren hiçbir gelişmenin olmadığını
bildiğimiz bu dönemde nüfus ve dolayısıyla talep,
yukarıda belirtilen neden[erden dolayı toplam arzın
çok gerisindeydi. Bu nedenle 14. yüzyılda Anadolu
nüfusunun 4-5 milyon dolayında olduğu tahmin
edilebilir (Tabakoğlu, 2000: 138). 1500'lü yıllar
için F. Braudel ve Ö. L. Barkan'ın hesaplamalarına
göre bugünkü Türkiye sınırlarında 12-13 milyon insan
yaşamaktadır. Barkan'a göre 16. yüzyılın sonlarına
doğru ise devletin sahip olduğu bütün topraklarda
nüfus en azından 30-35 milyona ulaşmış olmalıdır.
Braudel'in ise aynı yıllar bağlamında ileri sürmüş
olduğu rakam 16 milyondur. Bu nedenle Braudel' e
göre Barkan' ın tahminleri biraz iyimser tahminler
olarak dikkati çekmektedir (Tabakoğlu, 2000: 139).
17. ve 18. yüzyıllar için yeterli veriler
bulunmamakla birlikte yalnızca Anadolu'da erkeklerin
sayıldığı bir sayımda nüfus 7-7,5 milyon dolayında
çıkmıştır. 1844'deki bir sayımda ise tüm ülkenin 36
milyon dolayında, yalnızca Anadolu'nun 11 milyon
dolayında olduğu bulunmuştur. Bütün bunlardan çıkan
sonuç 16. ve 20. yüzyıllar arasında Osmanlı
nüfusunun durağan bir nitelik göstermesidir (Tabakoğlu,
2000: 141). Bu durağanlığın nedeni özellikle 1683
sonrasında başlayan Osmanlı toprak kayıpları ve
geleneksel ekonomilerde nüfusun bir kısmının biraz
da Osmanlının uygulamış olduğu sürgün politikası
sonucundaki hareketliliğine bağlanabilir. H.
İnalcık imparatorluğun nüfus hareketliliğini,
Osmanlının reayaya mali kaygılarla da verdiği önem
sonucunda kendi topraklarına yerleşilmesine izin
verdiği, doğudan batıya sürekli bir göç hareketinin
imparatorluk nüfusunu karakterize edebileceği ve
bunun zaman zaman sorunlara yol açtığı, merkezi
otoritenin gerek gördüğü durumlarda sürgün
politikasının uygulandığı, ve yine zaman zaman baş
gösteren isyanların nüfus üzerinde olumsuz
baskılarının olduğu şeklinde nitelendirmektedir
(İnalcık, 2000: 68-69).
Sanayi Devrimi dönemi Avrupa nüfusu hızlı bir artış
ve yaşam standartlarında yükselme ile
nitelenmektedir (Bkz. Deane, 1994: 17-32 ve 226).
Avrupa nüfusu 1750' den 1950 yılına kadarki 200
yıllık sürede yaklaşık 240 milyondan 1 milyara
yükselirken aynı dönemde dünya nüfusu 900 milyondan
3 milyar dolaylarına yükselmiştir (McKay-Hill vd,
2000: 846).
J. Habakkuk'a göre Avrupa'da Sanayi Devrimi'nden
önce uzun bir müddet nüfus, gerek doğum oranı ve
gerekse ölüm oranı yüksek olmakla birlikte gayet
istikrarlıydı. Kaba doğum oranı ile ölüm oranı binde
30 dolayındaydı. Doğum oranındaki fazlalık,
istisnai durumlarda harp, salgın hastalık ve
kıtlıktan meydana gelen ölümleri karşılamaktaydı.
18. yüzyılın sonun_ da ve 19. yüzyılın başında
iktisadi kalkınma hızlanınca, bu ilkel istikrar, bu
endüstri öncesi denge, ölüm oranında bir değişme
sonucunda bozulmuştur (Habakkuk, 1966: 15). Ancak
yine de Habakkuk'a göre söz konusu dönemdeki nüfus
artışını yalnızca sanayileşme ile açıklamak olanaklı
değildir. Nitekim tüm Avrupa'da sanayileşme
sürecine girilmezden önce de başka faktörlerden
dolayı nüfusun artışı ile karşı karşıya
kalınmaktaydı. Endüstrileşmede pek ileri gidemeyen
Avrupa ülkelerinde bile, hızlı nüfus artışını
destekleyen kuvvetler vardı ve meydana gelen artış
karşısında artış oranına gem vurmaya çalışan karşı
kuvvetler ortaya çıktı. Bu kuvvetler, endüstrileşmiş
toplumlarda da, ilk aşamada, endüstrileşmenin nüfus
artışını teşvik edici nitelikleri, sonraki
safhalarında ise kontrol edici nitelikleri olarak
harekete geçtiler (Habakkuk, 1966: 18-19).
Kaynak: Sami
Taban ve Muhsin Kar'ın (2003) "Kalkınma Ekonomisi
Seçme Konular"
(Bursa: Ekin Yayınevi) adlı edit kitabından
alınmıştır.
|