İKTİSADİ KALKINMADA PARA VE SERMAYENİN YERİ
Giriş
Ekonomik kalkınma süreci, yurtiçi ve yurtdışı
kaynakların kullanılması ile finanse edilebilir.
Özellikle 1970'li yıllarda ve 80' lerin başında,
gelişmekte olan ülkelerin çoğu kalkınma uğraşılarını
temel olarak uluslararası bankacılık sektöründen
borç alarak finanse etmeye çalışmışlardır (Önder vd.,
1993:71; Hermes, 1994:3). 1980'li yılların başında
aşırı şekilde borçlanan bu ülkelerin finansal
problemleri oldukça açık bir hale gelmiştir. Bu
gelişmelerin bir sonucu olarak, gelişmekte olan
ülkelerin büyük bir çoğunluğu yurtiçi finansman
kaynaklarını aramayı ve geliştirmeyi öncelikli bir
politika haline getirmişlerdir. Bu bağlamda,
gelişmekte olan ülkelerde yurtiçi finansal
piyasaların organizasyonunun, çalışmasının ve
finansal kurumlardaki gelişmelerin ekonomik
büyümeyi etkilediği görüşüyle finansal politikalar
bu doğrultuda geliştirilmeye başlanmıştır. Ancak,
1970'li yıllardan ve özelliklede 1980'li yıllardan
sonra uygulanan ve özünde neo-liberal olan bu
politikaların yarattığı makroekonomik
istikrarsızlık ve dolayısıyla daha sıkça
karşılaşılan finansal krizler, bu politikaların
teorik tutarlılığını ve gelişmekte olan ülkelere
uygunluğunu hem politika yapıcıları hem de akademik
çevrelerin gündemine gelmesine katıda bulunmuştur.
İktisadi kalkınmada, finansal sistem ve ekonomik
politikalar merkezi bir öneme sahiptir. Bu bağlamda,
finansal sistem modem bir ekonominin ihtiyacı olan
hizmetlerin sunumuna katkıda bulunmaktadır. Örneğin,
endüstriyel ve tarımsal çıktı, yalnızca yatırımlar
için yeterli kaynağın varlığına değil, aynı zamanda
bu fonları yatırımlara kanalize edecek
mekanizmaların varlığına da bağlıdır. Diğer bir
ifadeyle, finansal kaynakların transferi ve
geliştirilmesi reel sektördeki ekonomik gelişme
hızını etkilemektedir. Ayrıca finansal kaynakların
etkin kullanımı, ekonominin diğer sektörlerinin
gelişimine de katkıda bulunabilir.
Bu bölümün amacı, birinci olarak iktisadi kalkınma
sürecinde para ve sermayenin yerini teorik bir
çerçevede ele almaktır. Bu bağlamda 1970 sonrası
literatürü ve politikaları derinden etkileyen ve
iktisadi kalkınmada para ve sermayeye öncekilerden
oldukça farklı bir bakış açısı getiren finansal
liberalizasyon okulunu daha iyi anlayabilmek için,
para ve sermayeye klasik ve keynesyen yaklaşımların
bakış açısı çok kısa bir şekilde ortaya konacaktır.
Finansal liberalizasyon hipotezinin ve bu yaklaşımı
geliştiren modellerin teorik çerçevesini takiben, bu
yaklaşıma karşı geliştirilen keynesyen ve yapısalcı
eleştiriler ele alınacaktır. Aynı şekilde büyüme
teorilerinin para ve sermaye konusuna nasıl
yaklaştıkları da incelenecektir. Bu teorik
çerçevenin ardından bir çok gelişmekte olan ülkede
çeyrek asırdan fazla uygulanan finansal
Iiberalizasyon politikalarının hangi kanallar ile
istikrarsızlığa yol açtığı ortaya konmaya
çalışılacaktır.
KLASİK VE KEYNESYEN YAKLAŞIMDA PARA VE SERMAYENİN
YERİ
Klasik yaklaşıma göre, ekonominin tam istihdam
hasıla düzeyinde daima denge de olduğu kabul
edilmektedir. Fiyatların esnekliği de bir diğer
temel varsayımı oluşturmaktadır. Ayrıca cari faizin
yatırım ve tasarruf eşitli ğini sağladığı
varsayılmaktadır. Klasik durumda parasal bir
değişikliğin reel bir değişiklik yaratması (parasal
bir değişikliğin refah düzeyini etkilemesi) söz
konusu olmadığı için, bu durum paranın yansızlığı
olarak nitelendirilmektedir. Diğer bir ifadeyle,
toplam hasıla düzeyi toplam arz tarafından, fiyat
düzeyi ise toplam talep tarafından belirlenmekte ve
para sadece bir "örtü" olarak görülmektedir.
Klasik yaklaşımın gelişmiş bankacılık sistemine
sahip bir ekonomiye uygun biçimde genişletilmesi
çabası olarak görülen ödünç verilebilir fonlar
teorisi, para ve sermayenin iktisadi kalkınmadaki
rolüne ilişkin literatürün temelini oluşturmaktadır
(Studart, 1993:279). Bu teoride de mal, para ve
sermaye piyasaları arasında uzun dönemde net ayırım
öngören klasik geIenek sürdürülmektedir. Tasarruf,
hane halklarının dönemler arası tercihleri
tarafından belirlenmektedir ve faiz oranı ile
doğrudan ilişkilidir. Yatırımlar ise, sermayenin
getiri oranının doğrudan fonksiyonudur ve diğer
şeyler sabit iken, faiz oranı ile ters ilişkilidir.
Dolayısıyla, denge, tasarruflara verilen faiz oranı
ile sermayenin getirisinin eşitlendiği noktada
sağlanmaktadır. Bu insanların dönemler arası
faydasını maksimize etmeleri için, yüksek faiz
oranlarında düşük faiz oranına göre daha çok
tasarruf yapacakları anlamına geImektedir.
Tasarrufların yatırımları yönlendirdiği öngörülen bu
teorik çerçevede, arzulanan yatırımın sıkı para ve
yüksek faiz oranları ile gerçekleştirilebileceği
anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, Keynesyen teori ise, düşük faiz
oranları politikasını savunmaktadır. Faiz oranları,
para piyasasında para arz ve talebi tarafından
belirlenirken, yatırım tasarruf eşitliği gelir
seviyesini belirlemektedir. Keynesyenlere göre, para
arzındaki bir artış ekonomik birimlerinde
ellerindeki nakitleri artıracak ve insanlar
ellerindeki nakit fazlası ile bono satın
alacaklardır. Bu bono fiyatlarını artırırken
faizlerin düşmesine neden olacaktır. Faiz
oranIarındaki bir düşüş ise, yatırımları uyaracak ve
artan yatırımlar ise gelir düzeyini çarpan yoluyla
yükseltecektir. DoIayısıyIa, artan para arzı, gelir
seviyesini, ekonominin tam istihdam gelir
seviyesinin aItında olduğu durumlarda, fiyatları
etkilemeden artırmaktadır. Ekonominin tam istihdam
seviyesinde olduğu durumda ise, para arzındaki bir
artış klasik yaklaşımda olduğu gibi fiyatların
yükselmesine neden olacaktır.
FİNANSAL LİBERALİZASYON YAKLAŞIMINDA PARA VE
SERMAYENİN YERİ
1970'li yıllarda, iktisadi kalkınma sürecinde para
ve sermaye, finansal gelişme modelleri içerisinde
yer almıştır. Finansal gelişme modelleri,
varsayımlarını gelişmekte olan ülkelerin finansal
özelliklerine ve finansal sektör politikalarına
dayanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerin büyük bir
kısmında, hükümetler finansal sektör üzerinde
doğrudan kontrole sahip olduklarından bir çok
kısıtlama (restrktion) ve kontrol mekanizmaları
geliştirdiler. Diğer bir ifadeyle, gelişmekte olan
ülkelerde uygulanan iktisat politikalarının ortak
yönlerinden birisini finansal piyasalara müdahale
oluşturmaktadır (Galbis, 1977). Çünkü bu ülkeler
bir açmaz içerisinde kalmış bulun maktadırlar. Bir
yandan, ekonomik kalkınmayı hızlandırmak için daha
büyük yatırımlara gereksinim duyarken, diğer
yandan, finansal kaynakların yetersiz olması bu
ülkelerin böyle büyük yatırım planlarını
gerçekleştirmeleri önündeki en büyük engellerden
birini oluşturmaktadır.
Bu politikaların uygulanmasının hem politik hem de
ekonomik nedenleri bulunmaktadır. Bunlardan en açık
şekilde destek bulan ve keynesyen görüş diye kabul
edilen teoriye göre, düşük faiz politikaları
yatırımları artıracaktır. Bu sebeple bir çok
gelişmekte olan ülke sermaye birikimini uyarmak
için düşük ve sonuçta reel olarak negatif faiz
politikalarını sürdürdüler. Yine aynı şekilde seçici
kredi politikaları, sübvansiyonlar genel olarak
uygulanan diğer bazı kısıtlayıcı politikaları
oluşturmaktadır.
Piyasada arz ve talebe göre değerini alması gereken
faizlere, hükümetler tarafından bilinçli olarak
müdahale edilmiş ve faiz oranları enflasyonun
altında kalarak reel olarak negatif bir değer
almışlardır. Genelde finansal sektördeki her tür
kısıtlamayı, müdahaleyi kapsayacak şekilde de
kullanılan, özelde negatif reel faiz politikaları
şeklinde uygulanan iktisat politikalarını, McKinnon
(1973) ve Shaw (1973)'den sonra, 'finansal baskı (financial
repression)' olarak adlandırmak literatürde gelenek
olmuştur. Bu spesifik tanım, daha sonraları finansal
sektöre yapılan her türlü müdahaleyi ve
kısltı ifade etmek için kullanılmıştır.
McKinnon ve Shaw'a göre faiz oranlarına getirilen
tavan uygulaması ekonomide çeşitli olumsuzluklar
meydana getirir (Emek, 2000: 62):
- Düşük faiz oranları, bugünkü tüketimle (cari
tüketim) gelecekteki tüketim karşılaştırıldığında bu
günkü tüketim lehine bir sapma meydana getirir. Bu
durum tasarrufları toplumsal refah açısından optimal
seviyenin altında gerçekleştirir.
- Potansiyel borç verebilecek kesim elde ettikleri
tasarrufları düşük faizli banka mevduatları yerine
doğrudan yatırım yapmaya ya da altın ya da döviz
gibi getirisi daha çok olabilecek üretken olmayan
alanlara yapabilirler.
- Potansiyel ödünç fon alacak yatırımcılar arasına
yüksek faizlerle borçlanmak istemeyen ve daha az
getirili projelere sahip olan girişimciler de
katılabilir.
Diğer bir tartışma ise, finansal baskının gelişmekte
olan ülkelerde kimi girişimciler tarafından daha
düşük krediler kullanabilmelerine olanak sağlarken
diğer girişimcilerin düşük faizle kredi
kullanamamaları ekonomide ikili (dual) bir yapıya
neden olacağı konusundadır. Finansal sektördeki
kredi tayınlaması etkin olmayan alanlara yatırım
yapılmasına yol açmakta ve yük selen enflasyon
nedeniyle negatif getirisi yükselen mevduatlar
kredilerin yatırım için fon ihtiyacını karşılayamaz
hale gelmesine sebep olmaktadır (Toprak, 1993: 20 ).
Bu durum reel tasarruf aracı olarak finansal
sistemin değil de, başka araçların kullanılmasını
özendirmekte (döviz, altın, gayrimenkul v.b.) ve
tasarrufların finansal sisteme dönmesini
engelleyerek sistemin gelişimine sekte vurmaktadır.
Dolayısıyla yatırımlarda etkinliğin optimaldan daha
düşük seviyelerde gerçekleşmesine yol açılmaktadır.
Diğer bir ifade ile, finansal baskının uygulandığı
bir ekonomide; mevduat ve kredi faizleri genellikle
reel olarak negatiftir, krediler rasyonel kriterlere
göre verilmez, yeni finansal aletlerin
geliştirilmesine izin verilmez ve finansal sektöre
giriş oldukça kısıtlamıştır (Fischer, 1993). Collier
ve Mayer (1989), bu finansal politikaların,
kaynakların tahsisini ve kontrolünü iyileştirmek ve
kamu kesimini düşük maliyetle finanse edebilmek için
hükümetler tarafından kullanıldığını
belirtmektedir.
Finansal sektöre müdahale nedenlerinin artmasının
ardında ekonomik ve politik nedenler bulunmaktadır.
Özellikle, talep yönetimi tekniklerinin başarısı ya
da Keynesyen görüş olarak adlandırılan iktisadi
anlayış düşük reel faizleri popüler hale
getirmiştir. B u yüzden bir çok gelişmekte olan ülke
yatırımları artırabilmek için suni olarak düşük faiz
(negatif reel faiz) politikaları uygulamışlardır (Galbis,
1979; Fry, 1978). Bu yaklaşım, seçici (selektif)
kredi kontrolleri ve sübvansiyonlar gibi müdahaleci
politikalara bir zemin oluşturmakta ve devletin
hangi politikaların uygulanacağı, destekleneceği ve
uygunluğu konusunda üstün bir bilgiye sahip olduğunu
kapalı bir anlayışla dile getirmektedir (Kar, 200
la).
Roubini ve Sala-i Martin (1995), finansal baskının
gerekçelerini şu şekilde sıralamaktadırlar.
Birincisi, devlet fahiş faiz oluşumunu engelleme
kanunları çıkarmak zorunda olduğundan faizlerin
piyasa güçleri tarafından belirlenmesi engellenmiş
olabilir. İkincisi, sıkı kontrol ve bankacılık
sistemindeki düzenlenmelerin parasal otoritelere
para arzının kontrol altında tutulmasına daha fazla
olanak tanıyacağına olan anlayıştır. Üçüncüsü,
devletin optimal tasarrufun ne kadar olacağı, hangi
yatırımların yapılacağı gibi konularda piyasalardan
ve özel bankalardan daha üstün bilgiye sahip olduğu
düşüncesidir. Dördüncüsü ise, piyasa güçlerince
oluşacak faiz oranlarının altında bir faiz oranı
şeklinde tanımlanan finansal baskının hükümetin borç
servis maliyetini azaltmasıdır.
Nedeni ve gerekçesi ne olursa olsun, finansal baskı
politikaları McKinnon (1973) ve Shaw (1973)
tarafından ciddi bir şekilde eleştirilmiş ve
finansal sektörde liberalizasyonun
gerçekleştirilmesi önerilmiştir.
Kaynak: Sami
Taban ve Muhsin Kar'ın (2003) "Kalkınma Ekonomisi
Seçme Konular"
(Bursa: Ekin Yayınevi) adlı edit kitabından
alınmıştır.
|