1998 YILINDA GERÇEKLEŞTİRİLEN VERGİSEL
DÜZENLEMELERİN DEĞERLENDİRİLMESİ
Ülkemizde şimdiye kadar yapılan vergisel
değişikliklerle, kamu ekonomisinin temel
fonksiyonlarından önemli sapmalara yol açılmıştır.
Benzer olumsuzluklar en son gerçekleştirilen
vergisel değişiklikler nedeniyle de yaşanmaktadır.
Ne var ki, 1998 yılında yapılan düzenlemelerle,
gelirin tanımı genişletilerek H. Simon'un kamu
ekonomisinde temel alınan tanımına
yaklaşılmaktadır. Kayıtdışı ekonominin
daraltılmasına yönelik bu gelir tanımı oldukça
önemli bir yenilik olarak değerlendirilmelidir. Ne
var ki, kapsamlı vergilemeyi sağlayacak biçimde oto
kontrol, genel denetim ve servet vergilemesi
alanlarında gerekli düzenlemelere gidilmediğinden,
kayıtdışı ekonominin daraltılması amacına pek
ulaşılamayacağını söyleyebiliriz. Öte yandan, vergi
değişikliklerine ilişkin olarak, TOBB'nin
görüşlerinin neredeyse temel alınması ise,
vergilemede adalet, ayırma ilkesi ile yatay ve
dikey eşitlikten önemli ölçüde sapıklığını
göstermektedir. Aşağıdaki açıklamalarımız ise, 1998
yılı vergisel düzenlemelerin kamu ekonomisi ilkeleri
yönünden bir değerlendirmesiyle ilgili
bulunmaktadır.
a) Düzenlemelerin Olumlu Yönleri
1) Gelir tanımının değiştirilerek, harcama ve
tasarrufların kaynaklarını içerecek biçimde
genişletilmesi, kayıtdışı ekonomiyi daraltma
yönünden atılan önemli bir adımdır. Ne var ki,
etkin denetim araçları sisteme sokulmadıkça, basan
şansı oldukça azalmaktadır. Ayrıca, sonraki yıllarda
kapsamlı vergileme anlayışından önemli ölçüde
sapılmıştır.
2) Emlak vergisi oranlarının (meskenlerde %4'den
l'e; binalarda 5'den 2'ye) düşürülmesi ile
gayrimenkul alım satım harcının (%4.8'den l'e)
indirilmesi, kuşkusuz ki mükellefin doğru beyanda
bulunmasına yardımcı olacaktır. Ne var ki, rant
ekonomisini daraltıcı önlemler alınmadığından
(Örneğin, İngiltere'de olduğu gibi 2'nci konut
alımının sınırlandırılması ve oldukça ağır bir
biçimde vergilendirilmesi gibi) bu düzenlemelerin
gelir dağılımını iyileştirici etkisi yok gibidir.
3) Geçici verginin 3 er aylık dönemlerde %15
oranından cari yıl kazancı üzerinden ödeneceğine
ilişkin düzenleme, vergisi stopaja tabi olan
çalışanlarla vergilerini 1.5 yıl sonra ve
taksitlerle ödeyen mükellefler arasında, yatay
eşitliği bozucu uygulama az da olsa düzeltilmiştir.
4) Götürü usulün kaldırılması, esnaf muafiyetinin
koşullara bağlanması, kırtasiyeciliğin azaltılması,
maliyenin haksız olarak aldığı vergiye iade
sırasında faiz ödemesi, kurum kazancının %5 ine
kadar kamuya yararlı derneklere bağış yapılabilmesi
ve futbolculara tanınan vergi istisnasının
kaldırılması gibi benzeri düzenlemeler ise, olumlu
olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, bu
düzenlemelerin etkisi yapısal nitelikte
olmadığından iyileştirici etkisi sınırlı olmuştur.
b) Düzenlemelerin Olumsuz Yönleri
1)
Gayrimenkul sermaye gelirlerinin minimum düzeyde
(0,
%6,
12
gibi oranlar üzerinden) vergilendirilmesi ve bu tür
gelirlerin endeksleme-ye tabi tutularak, önemli bir
bölümünün vergiden istisna edilmesi ayırma ilkesine
tamamen ters bir uygulamadır. Örneğin, 1998 yılında
enflasyondan arındırma oranının %70 olduğunu
düşünelim. Bu durumda 8 milyar tutarındaki bir
menkul sermaye iradının 3.5 milyarı geçmeyen bölümü
vergilendirilmeyeceğinden, endekslenme nedeniyle
reel gelir 1.4 milyara düştüğünden, mükellef hiç
vergi ödemeyecektir. Buna karşın, emek geliri elde
eden bir işgören ise, elde edebileceği 8 milyar
tutarındaki geliri için yaklaşık olarak 3 milyar
kadar bir vergi ödeyecektir.
2) Düşük gelirliler için ilk gelir diliminin vergi
oranı %25 den %15'e indirilirken; yüksek gelirliler
için son gelir diliminin vergi oranı %55'den %40'a
indirilmektedir. Böylece, gelir vergisinin yeni
tarifesinin gelir dağılımını bozucu etkisi önemli
ölçüde artmıştır. Bununla beraber, düşük gelirliler
için 10 puanlık bir oransal düşüşün nisbi bir
iyileşme sağlayabileceğini söyleyebiliriz. Ne var
ki, üst gelir dilimlerindeki aşırı düşme, vergileme
ile gelir dağılımının iyileştirileceğine ilişkin
ilkeye ters düşmektedir. Bu nedenle, sözkonusu
oransal düzenlemelerin uzun dönemde gelir
dağılımını reel anlamda bozacağını söyleyebiliriz.
Çünkü, dolaysız vergi gelirlerindeki azalış tüketim
vergilerinin artışı ile giderileceğinden, düşük
gelir grubundakilerin reel vergi yükü daha da
artacaktır.
3) Dolaysız vergi gelirlerindeki azalış, KDV
oranının %17 ye çıkarılması ve diğer ek ve geçici
vergilerle de yapılan artışlarla karşılanmaya
çalışılmışta. Böylece, vergi adaletsizliği daha da
artmıştır.
4) Öte yandan, hisse senetlerinin 1 yıldan daha
fazla bir süre boyunca elde tutulması durumunda,
borsa geliri ne kadar olursa olsun
vergilendirilmemektedir. Böyle bir uygulamada,
ayırma ilkesi ile vergilemede yatay ve dikey
eşitlik kurallarına tamamen ters düşmektedir.
5) En yüksek düzeyde ödeme gücüne sahip olan B tipi
yatırım fonları, devlet tahvili ve hazine bonosu
faiz gelirleri sıfır oranı üzerinden
vergilendirilmektedir. Bu durum sadece vergi
adaletsizliğine yol açmakla kalmamış ayrıca alt ve
orta gelir grubundan devlet borçlanması yoluyla
gelir transferi yapılmasına yol açmıştır.
6) Bilanço esasına göre defter tutan gelir ve
kurumlar vergisi mükellefleri sabit kıymetlerin
amortismanının hesaplanmasına ilişkin olarak,
"yeniden değerleme oranı'ndan yararlanarak,
enflasyona karşı korunmaları sağlanırken; aynı
olanaktan diğer çalışanlar yararlanamamaktadır.
2000 yılı için 4 kişilik bir ailenin aylık geçim
gideri yaklaşık 700 dolar hesaplanırken; asgari
ücret düzeyi 150 dolar kadar saptanmıştır. Ne var
ki, asgari ücretli enflasyona karşı korunmazken
ayrıca vergi ödeme durumunda kalmaktadır. Buna
karşın, hazine bonosu ve devlet tahvili geliri
tutarı ne olursa olsun vergi ödenmemektedir.
7) Binek otomobili ve amortismanın tamamen gider
yazılması ve KDV nin tamamının indirilmesi de
yukarıdaki adalete ilişkin ilkelere ters
düşmektedir.
Ülkemizde vergi yasalarında önemli değişiklikler
yapılırken, Türkiye ekonomisinin geçmiş 50 yıldan
beri devam eden ve kamu ekonomisinin temel
ilkelerine ters düşen yapılanması gözönünde
bulundurulmadığından, gerçek anlamda bir vergi
reformu yapılamamaktadır. Gerçekten, Türkiye'de kamu
sektörü Avrupa Birliği ülkelerindeki kamu
harcamalarındaki yapısal değişmeyi ve büyüme
trendini yakalayamadığı halde, bu ülkelerdeki
vergisel reform ilkeleri benimsenmektedir. Öte
yandan, ülkemizde ekonomik istikrarın genellikle
para politikası önlemleriyle sağlanmasına
çalışılması ise, vergi düzenlemeleri sırasında
kaynak ayırımında etkinliğin ve gelir dağılımı
adaletinin gözardı edildiğini göstermektedir. Bu
nedenle, en yüksek reel gelir elde eden borsa
kazançları, baskı gruplarının da etkisiyle ya hiç
vergilendirilmemekte, ya da minimum düzeyde
vergilendirilmektedir. Öte yandan, borsada
fiyatların, banka faizlerinin ve döviz kurlarının
birbirine bağımlı bir biçimde kontrollü olarak
saptanması ise, piyasa ekonomisi kurallarının
işlemesini önleyerek ve ayrıca sıcak para girişini
teşvik ederek, ülkenin reel borç yükünü daha da
artırmaktadır.
Vergisel teşvik önlemlerinin etkilerine ilişkin
Türkiye ve dünya uygulaması, bu politikanın kaynak
ayırımında etkinliği bozması nedeniyle, ulusal
geliri artırmadığını göstermektedir. Örneğin,
Japonya ve Güney Kore'de teşvik edilen alt
sektörlerin kısa bir zamanda battıkları; borsa
gelirlerine sıfır vergi uygulayan uzakdoğu
ülkelerinin ise, ciddi finansal bunalım içine
düştükleri açıkça görülmektedir. 50 yıldan beri
oldukça kapsamlı bir biçimde uygulanan vergisel
teşvik önlemlerinin ise, ülkemizde ulusal geliri
reel anlamda beklenen düzeyde artırmadığı ise, ayrı
bir gerçektir. Bu açıklanan nedenlerle,
gerçekleştirilen vergi reformlarının kamu
ekonomisinin adil gelir dağılımı, kaynak ayırımı ve
istikran sağlama fonksiyonlarına uygun olarak
yapılmaması nedeniyle; ülkemizin sosyo ekonomik ve
siyasal nitelikli sorunlarının daha da artacağım
söyleyebiliriz.
|