|
BORÇLANMA SINIRININ AŞILMASI
Ne var ki, Türkiye'de borç stokunun gayri safi milli
hasılaya oranının bazı gelişmiş ülkelere göre daha
düşük olduğu ileri sürülerek; henüz daha borçlanma
sınırına ulaşılmadığı görüşü ileri sürülerek
borçlanmaya devam etmede ısrar edildiği
görülmektedir. Gerçekten, Belçika, İtalya, Danimarka
ve Yunanistan gibi ülkelerin borç stoklarının gayri
safi milli hasılaya olan oranı %100'lere yaklaşmakta
olup, Türkiye'ye göre daha yüksektir. Ne var ki, bu
ülkelerde faiz ve enflasyon oranlarının Türkiye ile
karşılaştırılamayacak derecede düşük düzeyde olduğu
gözardı edilmektedir. Şöyle ki, adı geçen ülkelerde
faiz oranı %10'ları geçmemekte olup, ayrıca devlete
borç verenlerin elde ettikleri faiz gelirleri
üzerinden, aynen diğer gelirlerde olduğu gibi vergi
alınmaktadır. Bu nedenle, bazı gelişmiş ülkelerde
devlet borçlarının artmasına karşılık, borç
faizlerinin konsolide bütçe içindeki payı reel
anlamda %5'i geçmemektedir. Bu açıklanan nedenlerle,
ülkemizde özellikle çok sayıda bilim adamı ve
politikacı tarafından savunulan bu tür
yaklaşımların ülkeyi bir tür borç krizine soktuğunu
söyleyebiliriz.
Ülkemizde borçlanma sınırının aşılması nedeniyle,
kamu ekonomisinin temel amaçlarından, önemli ölçüde
sapıklığı da açıkça görülmektedir. Örneğin, borç
vermelerini teşvik etmek amacıyla, faiz ve menkul
kıymet geliri elde edenler uzun süre boyunca, bu tür
spekülatif kazançları nedeniyle ya hiç
vergilendirilmemişler ya da son yıllarda olduğu gibi
sembolik düzeyde vergilendirilmişlerdir. Böylece,
vergilerin yatay ve dikey eşitlik ilkelerine aykırı
olarak, vergilemede adaletten dramatik bir biçimde
sapılmasına yol açılmıştır. Bu uygulama nedeniyle
bozuk olan gelir dağılımı daha da bozularak, ciddi
sosyo ekonomik sorunların yaşanmasına neden
olunmuştur. Böylece, %20'lik üst gelir grubunun
ulusal gelirden aldığı pay %55'e çıkarken; %20'lik
alt gelir grubunun payı %4.9'a inerek, adaletsizlik
katsayısı ll'e yükseltilmiştir. Bu katsayı gelişmiş
ülkelerle karşılaştırılamayacak derecede yüksek ya
da adaletsiz bir gelir dağılımını göstermekte olup,
dünya ortalamasına göre de, ülkemizin gelir
dağılımı en bozuk olan ülkelerin başlarında yer
almasına neden olmuştur. Bilindiği gibi, gelir
dağılımının bozukluğu, sadece ciddi sosyal sorunlar
yaratmakla kalmamakta ayrıca, piyasa ekonomisinin
satın alma gücü yetersizliği nedeniyle çarpık
işlemesine de yok açmaktadır. Bu nedenle,
Türkiye'de 500 büyük firma, üretimde bulunmayarak,
gelirlerinin %50'sine yakın bir bölümünü devlet
borçlarından elde ettikleri faiz geliri biçiminde
sağlamışlardır.
Ülkemizde borçlanma sınırının aşılması sonucu
olarak, kamu ekonomisi alanında kaynak ayınım
amacından da önemli ölçüde sapılmış bulunmaktadır.
Şöyle ki, borç faizi ödemelerinin vergi gelirlerinin
yansını geçmesi sonucu olarak, konsolide bütçeden
borç servisi giderleri için ayrılan ödenekler de
hızla artarak, son yıllarda %40'lara ulaşmış
bulunmaktadır. Bu olumsuz gelişme nedeniyle,
devletin sosyal ve ekonomik alt yapıyı oluşturan
bakanlıklara ve yönetimlere vermesi gereken
ödenekler de, dramatik bir biçimde azalmıştır.
Böylece, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi
temel sosyal hizmetlerin serbestleştirilmesi (deregule
edilmesi) yoluna gidilmekte ya da kamu
kuruluşlarının özelleştirilmesiyle soruna çözüm
aranmaktadır. Ne var ki, her iki yöntemin de
Türkiye'nin içinde bulunduğu borç krizini çözme
yerine, uzun dönemde daha da yapısal sorunlara yol
açacağını söyleyebiliriz. Şöyle ki, sosyal
hizmetlerin deregülasyonu üst gelir grubunun daha
kaliteli hizmetlerden yararlanmasına olanak
sağlarken, düşük gelir grubundaki çok sayıdaki
vatandaşların daha kalitesiz ya da yetersiz bir
biçimde sunulan hizmetlere ulaşabilmelerini bile
engelleyici rol oynayacaktır. Bu durum ise, sosyal
hizmetlerin birlikte ve eşit bir biçimde
yararlanılması gereken kamusal mallar olduğu
gerçeği ile bağdaşmamaktadır. Bu olumsuzluk,
ülkemizde kalitesiz taşımacılık, eğitim ve sağlık
hizmetleri biçiminde görülmektedir. Kamu iktisadi
kuruluşlarının özelleştirilmesine ilişkin yoğun
çabaların da, kaynak ayırımı üzerindeki olumsuz
etkileri nedeniyle, borç sorununu çözeceğini
düşünmemek gerekir. Bu alandaki yolsuzluklar, kötü
yönetim ve gerçek değerinin çok altında ki satışlar
gibi uygulamalar sonucu, elde edilecek özelleştirme
gelirinin devlet borçlan toplamı ile
karşılaştırılamayacak derecede küçük olduğu
görülmektedir. Kaldı ki, özelleştirme devlet
borçlarının ödenmesi amacıyla değil, kaynak
ayırımında etkinliği sağlamak için başvurulan bir
yöntemdir.
Ülkemizde, özellikle 1980'li yıllarda sosyal faydası
az olan, otoyollar ve telekomünükasyon gibi alanlara
yapılan yatırımların genellikle dış borçlarla
finansmanı yönteminin, reel borç yükünü artıncı bir
etki yap-tığı görülmektedir. Buradaki borç yükü
kavramı ile dış borçların gayri safi milli gelire
olan oranını değil, ülkeden borç veren yabancılara
yapılan gelir transferi nedeniyle, toplum
refahındaki reel anlamdaki azalmayı kastetmekteyiz.
Bilindiği gibi, alınan dış borcun ülke refahını
yükseltmesi için, borcun ulusal gelirde yol açtığı
artışın ödenilen borç faizinden yüksek olması
gerekmektedir. Bu ilişki borçlanma nedeniyle
marjinal prodüktivite artışının borç faizinden
fazlalığı biçiminde de formüle edilmektedir. Bu
açıdan ele alındığında, dış borçlanma nedeniyle
ulusal gelir artışı yerine düşme olduğunu
söyleyebiliriz. Şöyle ki, otoyollara yapılan
yatırımların reel milli geliri artırma yerine
azalttığı da gözlemlenmektedir. Örneğin,
Ankara-İstanbul ve İzmir Çeşme arasındaki
otoyolların kapasitelerinin sırasiyle %20 ve %3
oranlariyle kullanıldığı görülmektedir. Eğer,
fayda-maliyet analizlerine uygun alternatif
yatırımlardan, sosyal faydası en yüksek olanının
seçimine göre yatırım kararlan alınsaydı, bu çarpık
sonuç elde edilmeyecekti.
Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kamu yatırımlarının
bilimsel olmayan kriterler yerine siyasal
tercihlere dayandırılması nedeniyle, diş
borçlanmanın refah düşürücü etkisi önemli boyutlara
ulaşmış bulunmaktadır. Öte yandan, sıcak paraya
sağlanan aşın faiz elde etme olanakları da, reel
borç yükünü daha da artırmıştır. Buna göre, son
yıllarda sıcak paranın %40'ın üzerinde borsadan
elde ettiği reel faizden dış borç için ödenilen
faiz düştükten sonra elde edilen reel kârlılık oranı
yönünden, Türkiye'nin dışanya transfer ettiği
ulusal gelirin ne kadar fazla olduğu açıkça
görülmektedir. Bu açıklanan biçimde dış borçlar ve
ona bağlı olarak borç servisi arttıkça, ülkemizin
fakirleşme süreci de hızlanmaktadır. Eğer, 1980'li
yıllarda otoyollara ve telekomünükasyon alanlarına
yatırılan 20 milyar dolan geçen dış borçların önemli
bir bölümü, demiryollarının iyileştirilmesi ya da
hızlı tren projelerinin realize edilmesi amacıyla
kullanılsaydı, fakirleşme etkisi tersine işleyerek
ülkenin zenginleşmesine önemli katkıda
bulunulacaktı. Ayrıca, reel borç yükü de yukarıda
anlatılan biçimde artmayarak, önemli ölçüde
düşecekti.
|