Türkiye Ekonomisi

Dünya Ekonomisi

Osmanlı Ekonomisi

Finansal Ekonomi

İşletme Ekonomisi

Hizmet Ekonomisi

Kalkınma Ekonomisi

Tarım Ekonomisi

Borsa ve Yatırım

Ekonomi Sözlüğü

Ekonomi Ders Notları

Ekonomi Düşünürleri

Genel Ekonomi Soruları

Özel İstatistik Arşivi

Özel İktisat Konuları

Açık Öğretim İktisat

Ekonomi Kurumları

Kamu Yönetimi

Kamu (Devlet) Maliyesi

Sigortacılık Konuları

Türkiye İktisat Tarihi

Yeraltı Ekonomisi

Kredi Kartı Piyasası

Gelişmekte Olan Ülkeler

Finansal Piyasalar

Kent Ekonomisi

Liberalizm

Forex Piyasaları

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

BORÇLANMA SINIRININ AŞILMASI

Ne var ki, Türkiye'de borç stokunun gayri safi milli hasılaya oranı­nın bazı gelişmiş ülkelere göre daha düşük olduğu ileri sürülerek; henüz daha borçlanma sınırına ulaşılmadığı görüşü ileri sürülerek borçlanma­ya devam etmede ısrar edildiği görülmektedir. Gerçekten, Belçika, İtalya, Danimarka ve Yunanistan gibi ülkelerin borç stoklarının gayri safi milli hasılaya olan oranı %100'lere yaklaşmakta olup, Türkiye'ye göre daha yüksektir. Ne var ki, bu ülkelerde faiz ve enflasyon oranlarının Türkiye ile karşılaştırılamayacak derecede düşük düzeyde olduğu gözardı edilmektedir. Şöyle ki, adı geçen ülkelerde faiz oranı %10'ları geçmemekte olup, ayrıca devlete borç verenlerin elde ettikleri faiz gelirleri üzerinden, aynen diğer gelirlerde olduğu gibi vergi alınmaktadır. Bu nedenle, bazı gelişmiş ülkelerde devlet borçlarının artmasına karşılık, borç faizlerinin konsolide bütçe içindeki payı reel anlamda %5'i geçmemektedir. Bu açıklanan nedenlerle, ülkemizde özellikle çok sayıda bilim adamı ve po­litikacı tarafından savunulan bu tür yaklaşımların ülkeyi bir tür borç krizine soktuğunu söyleyebiliriz. 

Ülkemizde borçlanma sınırının aşılması nedeniyle, kamu ekonomi­sinin temel amaçlarından, önemli ölçüde sapıklığı da açıkça görülmek­tedir. Örneğin, borç vermelerini teşvik etmek amacıyla, faiz ve menkul kıymet geliri elde edenler uzun süre boyunca, bu tür spekülatif kazanç­ları nedeniyle ya hiç vergilendirilmemişler ya da son yıllarda olduğu gibi sembolik düzeyde vergilendirilmişlerdir. Böylece, vergilerin yatay ve di­key eşitlik ilkelerine aykırı olarak, vergilemede adaletten dramatik bir bi­çimde sapılmasına yol açılmıştır. Bu uygulama nedeniyle bozuk olan ge­lir dağılımı daha da bozularak, ciddi sosyo ekonomik sorunların yaşan­masına neden olunmuştur. Böylece, %20'lik üst gelir grubunun ulusal gelirden aldığı pay %55'e çıkarken; %20'lik alt gelir grubunun payı %4.9'a inerek, adaletsizlik katsayısı ll'e yükseltilmiştir. Bu katsayı ge­lişmiş ülkelerle karşılaştırılamayacak derecede yüksek ya da adaletsiz bir gelir dağılımını göstermekte olup, dünya ortalamasına göre de, ülke­mizin gelir dağılımı en bozuk olan ülkelerin başlarında yer almasına ne­den olmuştur. Bilindiği gibi, gelir dağılımının bozukluğu, sadece ciddi sosyal sorunlar yaratmakla kalmamakta ayrıca, piyasa ekonomisinin satın alma gücü yetersizliği nedeniyle çarpık işlemesine de yok açmakta­dır. Bu nedenle, Türkiye'de 500 büyük firma, üretimde bulunmayarak, gelirlerinin %50'sine yakın bir bölümünü devlet borçlarından elde ettik­leri faiz geliri biçiminde sağlamışlardır. 

Ülkemizde borçlanma sınırının aşılması sonucu olarak, kamu ekono­misi alanında kaynak ayınım amacından da önemli ölçüde sapılmış bu­lunmaktadır. Şöyle ki, borç faizi ödemelerinin vergi gelirlerinin yansını geçmesi sonucu olarak, konsolide bütçeden borç servisi giderleri için ayrılan ödenekler de hızla artarak, son yıllarda %40'lara ulaşmış bulun­maktadır. Bu olumsuz gelişme nedeniyle, devletin sosyal ve ekonomik alt yapıyı oluşturan bakanlıklara ve yönetimlere vermesi gereken öde­nekler de, dramatik bir biçimde azalmıştır. Böylece, eğitim, sağlık ve sos­yal güvenlik gibi temel sosyal hizmetlerin serbestleştirilmesi (deregule edilmesi) yoluna gidilmekte ya da kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle soruna çözüm aranmaktadır. Ne var ki, her iki yöntemin de Türki­ye'nin içinde bulunduğu borç krizini çözme yerine, uzun dönemde daha da yapısal sorunlara yol açacağını söyleyebiliriz. Şöyle ki, sosyal hizmet­lerin deregülasyonu üst gelir grubunun daha kaliteli hizmetlerden ya­rarlanmasına olanak sağlarken, düşük gelir grubundaki çok sayıdaki vatandaşların daha kalitesiz ya da yetersiz bir biçimde sunulan hizmet­lere ulaşabilmelerini bile engelleyici rol oynayacaktır. Bu durum ise, sos­yal hizmetlerin birlikte ve eşit bir biçimde yararlanılması gereken kamu­sal mallar olduğu gerçeği ile bağdaşmamaktadır. Bu olumsuzluk, ülke­mizde kalitesiz taşımacılık, eğitim ve sağlık hizmetleri biçiminde görül­mektedir. Kamu iktisadi kuruluşlarının özelleştirilmesine ilişkin yoğun çabaların da, kaynak ayırımı üzerindeki olumsuz etkileri nedeniyle, borç sorununu çözeceğini düşünmemek gerekir. Bu alandaki yolsuzluklar, kötü yönetim ve gerçek değerinin çok altında ki satışlar gibi uygulama­lar sonucu, elde edilecek özelleştirme gelirinin devlet borçlan toplamı ile karşılaştırılamayacak derecede küçük olduğu görülmektedir. Kaldı ki, özelleştirme devlet borçlarının ödenmesi amacıyla değil, kaynak ayırı­mında etkinliği sağlamak için başvurulan bir yöntemdir. 

Ülkemizde, özellikle 1980'li yıllarda sosyal faydası az olan, otoyollar ve telekomünükasyon gibi alanlara yapılan yatırımların genellikle dış borçlarla finansmanı yönteminin, reel borç yükünü artıncı bir etki yap-tığı görülmektedir. Buradaki borç yükü kavramı ile dış borçların gayri safi milli gelire olan oranını değil, ülkeden borç veren yabancılara yapı­lan gelir transferi nedeniyle, toplum refahındaki reel anlamdaki azalma­yı kastetmekteyiz. Bilindiği gibi, alınan dış borcun ülke refahını yükselt­mesi için, borcun ulusal gelirde yol açtığı artışın ödenilen borç faizinden yüksek olması gerekmektedir. Bu ilişki borçlanma nedeniyle marjinal prodüktivite artışının borç faizinden fazlalığı biçiminde de formüle edil­mektedir. Bu açıdan ele alındığında, dış borçlanma nedeniyle ulusal ge­lir artışı yerine düşme olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki, otoyollara yapı­lan yatırımların reel milli geliri artırma yerine azalttığı da gözlemlenmek­tedir. Örneğin, Ankara-İstanbul ve İzmir Çeşme arasındaki otoyolların kapasitelerinin sırasiyle %20 ve %3 oranlariyle kullanıldığı görülmekte­dir. Eğer, fayda-maliyet analizlerine uygun alternatif yatırımlardan, sosyal faydası en yüksek olanının seçimine göre yatırım kararlan alınsaydı, bu çarpık sonuç elde edilmeyecekti. 

Yukarıdaki örnekte olduğu gibi, kamu yatırımlarının bilimsel olma­yan kriterler yerine siyasal tercihlere dayandırılması nedeniyle, diş borç­lanmanın refah düşürücü etkisi önemli boyutlara ulaşmış bulunmakta­dır. Öte yandan, sıcak paraya sağlanan aşın faiz elde etme olanakları da, reel borç yükünü daha da artırmıştır. Buna göre, son yıllarda sıcak pa­ranın %40'ın üzerinde borsadan elde ettiği reel faizden dış borç için öde­nilen faiz düştükten sonra elde edilen reel kârlılık oranı yönünden, Tür­kiye'nin dışanya transfer ettiği ulusal gelirin ne kadar fazla olduğu açık­ça görülmektedir. Bu açıklanan biçimde dış borçlar ve ona bağlı olarak borç servisi arttıkça, ülkemizin fakirleşme süreci de hızlanmaktadır. Eğer, 1980'li yıllarda otoyollara ve telekomünükasyon alanlarına yatırılan 20 milyar dolan geçen dış borçların önemli bir bölümü, demiryollarının iyileştirilmesi ya da hızlı tren projelerinin realize edilmesi amacıy­la kullanılsaydı, fakirleşme etkisi tersine işleyerek ülkenin zenginleşme­sine önemli katkıda bulunulacaktı. Ayrıca, reel borç yükü de yukarıda anlatılan biçimde artmayarak, önemli ölçüde düşecekti.

 

 

Anasayfa - İktisat - Makale - Ekonomi - Borsa - İstatistik - Türkiye Ekonomisi - Ekonomi Sözlüğü - Gizlilik Politikası

Sağlık Bilgileri