|
19. Yüzyıl Öncesi Osmanlı İmparatorluğu’na Genel Bakış
Osmanlı Devletinde Üretim İlişkileri
Osmanlı tarihini açıklayan bakış açılarının ve bunlardan
kaynaklanan, tarihi dönemselleştirme çabalarının
hemen hepsinde “devlet” aygıtı rol almaktadır.
Burada yükselen ve gerileyen, genişleyen ve küçülen
daima devlettir ve en önemlisi de devlet, toplumu
olduğu kadar kendi aygıtını da modernleştirmekte
başrol oynar. Ne var ki tarihsel olarak “devlet”
fenomeni, daima “devlet-dışı” oluşumları da
beraberinde getirmiştir. Osmanlı İmparatorluğunda,
özellikle de 19. yüzyıl öncesinde, orta sınıf ya da
sivil toplum yapılanmaları devlet tarafından
şiddetle bastırılmıştır. 19. yüzyıla kadar klasik
Osmanlı yönetimi, bütün geleneksel imparatorluklar
gibi demokrasiye uzaktı. Geleneksel devlette adalet
ve iyi yönetim kavramı yönetilenlerin yönetime
katılmasıyla ilgisiz bir içerik ve anlam taşırdı.
Yönetici sadece yönetilenin can ve mal güvenliğini
gözetmek zorundaydı. Yönetilen de yönetime karşı
görevlerini vergi ve bazı ahvelde bedeni hizmet ile
yerine getirecekti.
Nitekim, çok geniş bir coğrafi alana yayılmış olan Osmanlı için,
taşrada idari ve mali görevlerin yerine
getirilmesinin oldukça zor olduğu söylenebilir. Bu
nedenle klasik dönem Osmanlı İmparatorluğunda halk,
vergilerin saptanıp toplanması gibi konularda
merkezi hükümete yardım ediyordu.
Osmanlı’da toplumsal tabakalaşma kabaca, yöneten
(askeri zümre) ve yönetilen (reaya) olarak
belirlenmişti. Askeri zümre, kendilerine tımar
kesiminden, hazineden veya vakıflardan gelir ayıran
zümredir. Bu kesim, sosyal tabakalaşmada üst sırada
yer alıyordu. Reaya ise, askeri zümre dışındaki
üretici olan veya ticaretle uğraşan, vergi veren
yerleşik veya yarı yerleşik halk kesimidir.
Üretimi yapan ve devlete vergisini veren ise reaya kesimi idi.
Reaya, üretimin art ı değer denen parçasının
karşılığını devlete vermeye mecburdu.
Kural olarak ülkenin en zengini padişah, ikinci en zengini sadrazam
olurdu. Ticaretle uğraşan insanlardan çok
zenginleşen olduğu zaman da müsadere sistemi devreye
girip mallarına devlet tarafından el koyulurdu.
Yönetenlerin diğer bir ayrıcalıkları da vergiden
muaf tutulmuş olmaları idi.
Yönetilenler (reaya) ise üretimden sorumlu kesimdi. Aynı zamanda
savaş işine de yardımcı olurlardı. Vergi, reayaya
ait bir yükümlülüktü. Tarih çalışmalarıyla bilinen
Akşin’e göre, Osmanlı devleti “platonik” bir devlet
olduğu için, yönetenlerin, yönetilenlere göre daha
müreffeh (gönençli) bir hayat yaşamaları asıldı.
Devlet yönetilenler için değil, yönetenler içindi.
Reaya sınıfı ise, lonca esnafları, tüccar ve sarraflar, köylüler ve
göçebelerden oluşmaktaydı. Loncalar çok sıkı bir
şekilde kurallara bağlı esnaf birlikleriydi. Osmanlı
devleti loncaların büyüyüp gelişmemesine dikkat
ediyordu. Osmanlıların kapitalist sisteme uzak
kalmalarının bir nedeni de lonca örgütlerinin
bulunmasıydı. Lonca sisteminin büyük çaplı işlere
olanak tanımaması dolayısıyla, tüccar ve sarraf
kesimi oluşmuştu. Osmanlı şehirleri arasında ve
uluslararası alanda daha kapsamlı faaliyet gösteren
tüccar ve sarraflar, lonca sistemi dışında yer
alıyordu. Ancak yukarıda da değinildiği üzere,
devlet aygıtının politikası olarak, tüccar ve
sarrafların büyük çaplı işler yapmalarına rağmen çok
zenginleşmelerine de müsaade edilmezdi.
İktisat çalışmalarıyla tanınan Berkes’e göre,
Osmanlı İmparatorluğunun üretim biçimi ne feodal ne
de kapitalist üretim biçimi idi. Feodal sistemi
öncelikle tanımlamak gerekmektedir. Bu sistemin en
önemli özelliği, üretimi piyasa için değil, mahalli
tüketim ihtiyaçları ölçüsünde yapması, kapitalizme
kıyasla daha geri, daha ilkel bir ekonomi olarak
gözükmesidir. Tarihte tanınmış gerçek feodal düzeni
ağalıktan ayıran nokta, köylü ile toprak-tutma
sahibi arasındaki ekonomi ve güç ilişkisinin,
bunların kendi aralarındaki ilişkilere de
genişletilerek köylüden ayrı bir sınıf
örgütü yaratılmasıdır. Siyasal örgütleniş,
toprak malikliğinin hukuksal bağlantılar şebekesi
haline gelir. Asya’da ve Osmanlılarda olduğu gibi
siyasal güç, bütün güçlerin en tepesinde bir güç
olunca, yani feodal hiyerarşi şebekesini ortadan
kaldırınca klasik anlamında feodal ekonomiye hakim
olur. Feodal sistemdeki serf ile Osmanlılardaki
reaya birbirinden farklıdır. Serf senyöre
bağımlıdır, halbuki reaya kula ya da sipahiye
bağımlı değildir. Dolayısıyla Osmanlı üretim biçimi
feodalizm olarak tanımlanamaz.
Tanınmış Alman iktisatçı Weber’e göre, bugünkü kapitalist ekonomik
düzen, bireylerin içine doğdukları ve yalnız
bireylere, içinde yaşamaları gereken ve değişmez bir
barınak sağlayan uçsuz bucaksız bir evrendir. Bu
sistemde bireyler, alış veriş ilişkileri içinde
oldukları sürece sistem, onları ticari ilişkilerin
kurallarına uymaya zorlar. Max Weber, hem sosyolojik
hem de siyasi yazılarında, bürokratik rasyonalitenin
ilerlemesini kapitalizmin büyümesinin kaçınılmaz bir
bileşeni olarak görüyordu. Modern toplum düzeninin,
yine tanınmış iktisatçı Karl Marx’ın, kapitalist
üretimdeki sınıf sisteminin karakterine bağladığı,
“yabancılaştırıcı” etkileri aslında
bürokratikleşmeden türüyorlardı. Weber’in anlayışına
göre, bir toplumda bireyler, bürokratikleşmenin
getirdiği iş uzmanlaşmasına tabi kılındıkları
takdirde üretim süreçlerine ve üretilen ürünlere
yabancılaşma başlar, üretim seri hale gelir ve söz
konusu toplumda kapitalist ilişkiler yumağından söz
edilir.
Timur’a göre, batılı iktisatçılar, kapitalist üretimi “kapital”le
açıklamışlar; fakat bizzat kapitalin (Marx’ın alaylı
bir biçimde dediği gibi bu “ilkel günah”ın) nasıl
ortaya çıktığını araştırmak gereğini duymamışlardır.
Osmanlı devletinin geri kalışı, yine Timur’a göre,
iktisadi yönüyle, kapitalist ekonomiye geçememek
şeklinde ortaya çıkmıştı. Batıda feodalizmden
kapitalizme geçiş, gerek iç faktörlerin, gerekse
bazı dış faktörlerin etkisiyle gerçekleşmiştir.
Tanınmış iktisatçı Dinler’e göre ise kapitalizm,
üretim ve tüketim mallarında sınırsız mülkiyet
hakkının tanındığı, bireylerin diledikleri konuda
serbestçe mukavele yapabilecekleri bir sistemdir.
Düzenin esası, toplumda kendi çıkarlarını en yüksek
düzeye çıkaracak biçimde hareket eden bireylerin ve
firmaların aldıkları kararlarla, toplum yararının da
en üst düzeye çıkacağıdır.
Osmanlılarda ise üretim basamakları anlamında bürokratikleşmeden
söz edilemeyeceği için devletin, kapitalizme de
mevcudiyet kazandıramamış olduğu dile getirilebilir.
Osmanlı toplumsal düzeninde, ticari faaliyetlere
önem verilmesine rağmen, hiçbir dönemde kapitalist
iktisadi siyasetin tam olarak uygulanmadığı; en
azından özel mülkiyet kavramı gelişmediği, toprağın
devlet mülkiyetinde olduğu söylenebilir.
İktisat tarihi çalışmalarıyla bilinen Tabakoğlu’na göre tımar
sistemi, klasik Osmanlı ekonomisinde zirai
faaliyetlerin ve toprağın hukuki çerçevesini
oluşturmaktaydı. Dolayısıyla Osmanlı ekonomisinin
temel taşını tımar sistemi oluşturur. Sistem,
tamamıyla devlet mülkiyetinde olan toprağın,
yalnızca kullanım hakkına sahip köylüler tarafından
işletilmesi esasına dayanmakta idi. Sipahiler de
toprağın kullanılıp işletilmesini devlet adına
düzenliyor ve reayadan vergileri tahsil ediyordu.
Sipahilerden, kendi çalışanlarını, atlarını ve
ordularını yetiştirmeleri bekleniyordu. Denetleme
işini de kadılar yapıyordu. Toprağı üç yıl üst üste
işlemeyen köylülerin elinden bu toprakları alınıp
bir başkasına devredilirdi. Yönetilenler sınıfına
dahil olmamakla birlikte tımarlı sipahiler, denetim
ve devlete asker sağlamak açısından oldukça
etkiliydiler. Sipahiler de, savaşta gösterdikleri
yararlılıklara mükafat olmak üzere vergi vermezler
ve dirlik olarak kendilerine tahsis edilen ve
köylüler tarafından ekilen, biçilen tımar ve
zeametin öşürlerini alırlardı.
Berkes’e göre böyle bir devlet, kendi hazinesi için
tarımsal üretimi kontrolü altına alınca, seferleri
için ordusuna malzeme ve teçhizat sağlamak için
zanaat piyasasına hakim olunca, cami, medrese, han,
hamam, çeşme, köprü, su yolu, tersane, liman, gemi,
yelken, çadır, kılıç, zırh gibi zenaat işlerinin
üretimi piyasasına girince, mücevherat, altın,
gümüş, değerli taşlar, ipekli, kürk ve daha bir çok
lüks giyimin ve süslenme eşyasının en büyük ve tek
müşterisi olunca, kısaca hem tarım hem şehir
ekonomisini kendine bağımlı hale getirirse, hatta bu
ekonomilerin piyasasının tek-el yönleyicisi olursa
orada ne feodal ekonomiden, ne de serbest piyasa
mekanizmasına göre işleyen emtia üretimi
kapitalizminden söz etmek mümkün olur.
Dolayısıyla Berkes’e göre, Osmanlı sisteminde, 19. yüzyıl
öncesinde, Avrupa’daki 14.
yüzyıldan önceki yüzyıllarda olduğu gibi siyasi anlamda feodalizm
yok; ekonomik anlamda feodal üretim biçimi ise
kısmen var, kısmen yok. Kısmen var olduğu kesimlerde
“tüketim için üretim yapan” kapalı bir ekonomi devam
ediyordu. Fakat kısmen yok olduğu kesimlerde devlet
için emtia üretimi yapan şehir ekonomisini, nakdi ve
ayni gelirleri ve harcamalarıyla devlet hazinesi
yolu ile finanse eden bir ekonomi vardır. Fakat bu
emtia ekonomisi “kapitalist ekonomi” olmaktan çok
uzaktır; kapitalist ekonomi olmaya doğru her eğilimi
burada devlet, daha tomurcukta iken budamaktadır.
Kişilerin servetlerine “müsadere” yoluyla el
koyulması, hiç kimsenin sadrazamdan daha zengin
duruma gelmesine müsaade edilmemesi, narh sistemi
(fiyat tespiti) gibi önlemlerle kapitalizmin
yerleşmesi engellenmiş olabilir.
Dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik üretim
biçiminin, kendine özgü yönleri olan, tam olarak
feodal ya da kapitalist olarak tanımlanamayacak bir
sistem olduğunu kabul etmek ve kendine özgü bu
yapıyı detayları ile incelemek gerekmektedir.
|