|
19. Yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda Ekonomik Yapı ve Dış
Ticaret
Ekonomik Yapı
19. yüzyıl, yalnızca Osmanlı’da değil, dünya çapında büyük
değişimlere şahit olmuştur. Özellikle sanayi
devrimi, teknolojiyle birlikte çok hızlı toplumsal
dönüşümlere yol açmıştır. Üretim eskilere nazaran
bir hayli artmış, artı değer üretiminin neticesi
olarak da tüketim alışkanlıkları değişmeye
başlamıştır. Söz konusu dönemde Amerika Birleşik
Devletleri ve batı toplumlarında meydana gelen bu
gelişmeler, bu toplumların günümüzde bile devam eden
hegemonyalarına yol açmıştır. Hiç kuşkusuz bu
gelişmeler aslında siyasi/ekonomik ideolojilerle iç
içe yaşanmıştır.
Wallerstein’ın ifadesine göre, dünyada 19. yüzyılda üç büyük siyasi
ideoloji -muhafazakarlık, liberalizm ve sosyalizm-
ortaya çıktı. Muhafazakar ideoloji, modernliğin
gelişine bir tepki olması ve kendisini, durumu
tamamen tersine çevirme ya da zararı sınırlama ve
yaklaşmakta olan değişiklikleri mümkün olduğunca
engelleme amaçlarından birisine adamıştır.
Liberaller ilerlemenin kaçınılmaz olsa bile, biraz
insan çabası olmadan, bir siyasi program olmadan
gerçekleşemeyeceğine inanıyorlardı. Liberaller daima
reformcu, yasallığı savunan ve bir ölçüde özgürlükçü
olan liberal devletin, özgürlüğü garanti edebilecek
tek devlet olduğunu iddia etmişlerdir. Katı
liberallere göre devleti, ekonomik yaşamın dışında
tutmak ve geneldeki rolünü en aza indirmek yaşamsal
önem taşır: “Bırakın Yapsınlar!” (Laissez-faire)
jandarma devlet doktrinidir. Aslında siyasi bir
program ve dolayısıyla bir ideoloji olarak
sosyalizmi liberalizmden özellikle ayıran nokta,
ilerlemenin gerçekleştirilmesinin büyük bir yardımcı
ele ihtiyaç duyduğu, bu olmaksızın çok yavaş bir
süreç olacağı kanaatidir.
Wallerstein’a göre, sol ideolojilerle sağ
ideolojiler, aslında aynı temelden besleniyorlardı.
Kimi zaman biraz farklı bir dille ifade etseler de,
en azından başlıca altı programda ve dünya görüşünde
hemfikirdiler: (1) Ulusların kendi kaderini
tayini ilkesini desteklemekteydiler; (2)
tüm devletlerin ekonomik kalkınmasını
savunuyorlardı; bununla tünelin ucundaki refah ve
eşitlikle birlikte kentleşme, ticarileşme,
proleterleşme ve sanayileşmeyi de kastetmekteydiler;
(3) tüm insanlara eşit olarak uygulanan evrensel
değerlerin varlığına ilişkin bir inancı dile
getirmekteydiler; (4) teknolojik gelişmenin tek
rasyonel temeli olarak (özellikle Newtoncu
biçimdeki) bilimsel bilginin geçerliliğine olan
güvenlerini dile getirmekteydiler; (5) insanın
ilerlemesinin hem kaçınılmaz hem de arzu edilir
olduğuna ve bu ilerlemenin gerçekleşmesi için güçlü,
istikrarlı, merkezi devletlerin var olması
gerektiğine inanmaktaydılar; (6) halk yönetimine
-demokrasiye- inançlarını beyan ediyorlar, fakat
demokrasiyi aslında akılcı reform uzmanlarının temel
siyasi kararları almasına cevaz verilen bir durum
olarak tanımlıyorlardı.
Teknolojik ve endüstriyel süreçlerle iç içe gelişen kapitalist
üretim biçimi kendine özgü bir sınıf yapısına
sahiptir. Her şeyden önce tarihsel bir kategori olan
işçi sınıfının ortaya çıkıp gelişmesinin kaynağında
endüstri devrimi ve endüstrileşme süreçleri bulunur.
Endüstri toplumları, (1) iş gücünün önemli bir
çoğunluğunun ikincil ve üçüncül sektörlerde, başka
bir deyişle sanayide ve hizmetlerde yoğunlaştığı,
(2) geleneksel toplumların statik karakteri
karşısında verimlilik artışına yönelik dinamik bir
ilerleme düşüncesini içselleştirmiş bulunan, (3)
teknolojik yeniliklerin artış oranının daha önce
görülmediği derecede yüksek bir seyir izlediği
toplumlar olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla
kapitalist üretim biçimi de “manifaktür üretim”
tarzı döneminden “makineli üretim” tarzı dönemine
geçiş ile bağdaştırılabilir.
Ya da merkantilizm sonrası yapılanma ile de
açıklanabilir. Weber, merkantilizmi, dış ilişkilerde
sermaye birikimi açısından devletin elini
güçlendiren bir iktisadi politika olarak görmüştür.
15. ve 18. yüzyılların hakim iktisadi politikası
merkantilizm, ticari kapitalizm ile ticaret
burjuvazisinin sınıfsal gelişimini sağlama
şeklindeki tarihi misyonunu yerine getirerek, 19.
yüzyılın başında tarih sahnesinden çekilmiş;
merkantil politikalar ve sömürge sisteminin deniz
aşırı ülkelerden sağladığı yararlar, Batı Avrupa
ülkelerinde yoğun sermaye birikimine neden olmuş, bu
da sanayileşmenin itici gücünü oluşturmuştur.
Avrupalı tacirler aracılığıyla Afrika, Asya ve
Amerika'daki ticaret üzerinde kurulan ticaret
tekelleri döneminde, bir yandan sömürge ülkelerin
zenginlikleri altın, gümüş ve değerli eşya şeklinde
Avrupa'ya akarken; diğer yanda da meta-para
ilişkileri gelişmeye başlamış, kapitalist üretimin
gelişme ve yoğunlaşmasının başlangıcı da bu yolla
gerçekleşmiştir. Sanayi devrimi bu safhada, tek tek
Batı Avrupa ülkelerinde sanayi burjuvazisinin,
kapitalist sistemdeki yeni ve gelişen, dolayısıyla
-daha sonraki bir safhada- hakim sınıfı olacağının
habercisi olmuştur. Denilebilir ki 18. yüzyılda
yaşanan süreç, ticari sermaye ile sanayi sermayesi
arasındaki ilişki ve çelişkilerin gelişme ve dönüşme
sürecidir.
Çelişkinin 1800'lü yılların başında çözümlenmesi, merkantil
politikaların yerini, dünya ölçeğinde serbest dış
ticareti öngören “laisser faire”nin alması biçiminde
gerçekleşmiştir. Sanayi devrimini tamamlamış
İngiltere ve Fransa'nın, bu iktisadi politikadan
beklentileri, hammadde ve pazar sorununun
çözümlenmesiydi. Çevre ülkelerinde hammadde ve pazar
arayışı, bu soruna çözüm olmak bakımından, serbest
ticaretin erdemlerinin de öne çıkarılarak
sürdürüldüğü bir genel iktisat politikası şeklinde
19. yüzyıla damgasını vurmuştur.
Yani Kazgan’ın da ifade ettiğine göre, liberal iktisadi düşünce,
sanayi kapitalizminin bir doktrini şeklinde, ticari
kapitalizmin iktisadi düşüncesi olan merkantilizme
bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.
Ergin’e göre 19. yüzyıl, Osmanlı’da, yönetimde
değişiklikleri getirmiş ve İmparatorlukta anayasal
hareketler baş göstermiş ve 1839’da Tanzimat
Fermanı’ndan sonra 1876 Kanuni Esasi’nin kabulü,
ikinci meşrutiyet gibi olgular batının İmparatorluk
üzerindeki zorlayıcı etkileri ile tek adamlık ve
mutlak yönetim ilkesinin terk edilmesine neden
olmuştur. Ancak bir fakla, batıda siyasi
değişimlerin, endüstri devriminin başlangıcı ve
sanayileşme süreci içinde ortaya çıkan toplumsal
hareketler sonucu olduğu ve sınıfsal bir mücadelenin
sonucu olarak ortaya çıktığı halde, Osmanlı’da bu
hareketlerin sınıfsal bir nitelikten yoksun olduğu
görülmektedir.
19. yüzyıl başlarında Osmanlı ekonomisi, geleneksel yapısını
korumaktaydı. Yüzyıl başlarında da, geçen yüzyılda
olduğu gibi himayeci politikalar egemen olmuştur. İç
ve dış ticaret devletin gözetim ve denetimi altında
sürdürülebilmiş; üretim ve tüketim de esnaf
loncaları aracılığı ile denetlenmiştir. Ancak dış
ticarette kaçakçılık büyük boyutlara ulaşmış, yasal
yollarla yapılanlar da bilgi ve denetim yetersizliği
neticesinde gerekli ilerlemeyi kaydedememiştir.
Avrupa devletlerine tanınan ticaret
kolaylıklarındaki denge 18. yüzyılın başlarından
itibaren Osmanlı aleyhine bozulmuştu.
Çadırcı’nın ifadesine göre, 19. yüzyılın ortalarına
doğru klasik Osmanlı ekonomik zihniyeti de yavaş
yavaş değişmeye, liberalizme doğru yol almaya
başladı. Osmanlı İmparatorluğu’nun hemen her alanda,
bu yüzyılda geçirdiği değişimin yönünü, büyük ölçüde
uluslararası ekonomi belirlemiştir. Başta Batı
Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere
dünya ekonomisi bu yüzyılda çok büyük bir ilerleme
kaydetmiştir. Kol gücü yerine buhar gücünün
kullanılmaya başlaması ve teknolojik ilerlemelerle
üretimde büyük artışlar elde edilmiştir. Tarım ve
hayvancılıkta da teknolojiden yararlanılmaya
başlanmıştır
19. yüzyıl batı dünyasına bakıldığında sanayi, tarım ve ulaşım
alanlarında büyük ilerlemeler olduğu görülmektedir.
Sanayide yeni makineler icat edilmiştir. Yeni tip
matbaa makinelerinin icadı, giyim sanayisinde çığır
açan dikiş makinesi, inşaat alanında demir, metal
iskelet ve kiriş kullanılması, ağaç işleme
sanayiinin gelişmesi, makine yapımının mekanik
usullerle gerçekleşmesi, vs. Tarım alanında da tabii
ve kimyasal gübrenin kullanılmasıyla birim alan
üzerinde randıman yükselmiş, ekin, hasat ve harman
gibi büyük tarımsal faaliyetlerde elverişli
makineler icat edilmiştir. Ulaştırma alanında da
demiryolları ve deniz nakliyatını mümkün kılan
gelişmeler yaşanmıştır.
Dünya ticareti bu yüzyılda reel fiyatlara göre 50 kat artarak büyük
bir şekilde genişledi. Sınai verimlilikteki büyük
artışlar, mamul malların fiyatlarını devamlı surette
düşürdü ve yaygın bir fiyat deflasyonuna sebep oldu.
Fiyat bakımından 19. yüzyıl bir deflasyon çağıydı.
Fiyatlar genel olarak %50 oranında düştü.
Sanayileşmemiş ülkelerde eşya fiyatlarının ve dış
ticaret hadlerinin (ihraç/ithal fiyat oranı) düşmesi
ve harici sermeye akımlarının kesilmesi ciddi mali
istikrarsızlıklara yol açtı. 1880 yıllarına kadar
Avrupa, Osmanlı topraklarında çok az yatırım yaptı.
Yatırımların en büyük kısmı dış ticaretle meşgul
olan işletmelerdeydi. Demiryolları için yapılan
yatırımlar, yabancı sermayenin belki üçte ikisini
teşkil ediyordu: %10 limanlara ve kamu servislerine
vakfedildi. 1840 ile 1913 yılları arasında kişi
başına Osmanlı ihracatı “kişi başına dünya ticareti
ve kişi başına merkez-çevre ticaretinin” büyüme
oranınkinden çok daha yavaş arttı. 1850’den sonra
Osmanlı İmparatorluğunun ticaretinin gelişmesi,
sanayileşmiş ülkelerin ve hatta tropik diye
adlandırılan ülkelerinkinin bile gerisinde kaldı.
Sanayi ve çalışma durumlarına bakıldığı takdirde, iş
hayatını düzenleyen ve dengeleyen kuruluş olan
loncalar, güçlü bir gelenek ve disiplini ifade
etmekle beraber bir çeşit “tekel” anlamına da
geldiği söylenebilir. İşçiler, ustalarla çalışıp,
onların gösterdikleri şekilde iş yapmakla yükümlü
bulunuyorlardı. Ustalık kolay elde edilmiyordu.
Bundan ötürü üretme yöntem ve kurallarını
değiştirmek ya da düşünmek olanaksızdı. Bu durumun,
Osmanlı sanayisinin de yıllarca geleneksel yapısını
korumasında önemli bir etken olduğu ifade
edilmektedir.
Engelhardt, endüstriyel üretim sürecine geçişi makine gücüne
bağlayarak, bu ekonomik reformun Osmanlı’da
eksikliğinden dolayı, kısa süre içinde el tezgahı
üretimi iflas etmiş, yerine makineleşme
getirilemediği için de ülke, batı kapitalizminin
pençesine düşmüştür. Antlaşmalarla yabancılara
tanınan ayrıcalıklar ve yüklü dış borç tutarları da
ödenemez hale gelmiştir.
19. yüzyıldaki Osmanlı ekonomisini kavrayabilmek için mali yapıya
değinmek gerekmektedir. Osmanlı maliyesinde
yenileşme çabaları, II. Mahmut zamanında görülmüş,
Tanzimat sonrası uygulanacak yeni vergi için gerekli
tahrir çalışmaları başlamıştır. Tanzimat dönemi
(1839-1876) boyunca, mali idarede, bütçe ve mali
hukuk alanında, devlet gelir ve giderlerinin tür ve
niteliklerinde batı etkisinde düzenlemeler
yapılmıştır. 1840’da da Meclis-i Muhasebe-i Maliye
kurulmuştur.160 Bu kuruluş, vergilerin
yeniden tespiti, tahsilinin sağlanması,
anlaşmazlıkların önlenmesi amacıyla kurulmuştur.
Güran’a göre, sağlam bir bürokratik temele sahip olan Osmanlı mali
idaresinin Tanzimat’la birlikte kazandığı yeni
eğilim ve arayışların en belirgin sonuçlarından
birisi de, mali sistemin temelini oluşturan modern
bir bütçe geleneğinin doğmasıdır.
Bütçe kavramından tam olarak neyin kastedildiği konusunda farklı
farklı görüşler mevcuttur. Ancak, Tanzimat dönemi
mali yapıda da yoğun reformların yaşandığı bir dönem
olduğu için Tanzimat’la birlikte bütçeler ilk kez
hukuki bir metin niteliği arz etmiştir.
19. yüzyıl bir önceki bölümde de değinildiği üzere,
Osmanlı’da yoğun savaş ve isyanlar dönemidir.
Dolayısıyla, ağır savaş ve isyanların mali yapıya
getirdiği yük de göz ardı edilmemelidir. 1812
yılında Bükreş ve 1829 Edirne Antlaşması
imzalanmasıyla sona eren savaşlar, Mısır valisi
Mehmet Ali İsyanı sonucu Mısır’ın elden çıkması
dolayısıyla yoksun kalınan gelir ve savaş yükü,
1853-1856 yıllarındaki Kırım Savaşı, 1877-1878
Osmanlı-Rus savaşı gibi bir çok savaş ve isyan,
Osmanlı maliyesine çok derin yükler getirmiştir.
19. yüzyıla gelindiğinde, Osmanlı yönetimi, giderek daha da büyüyen
savunma problemlerinin çözümlenmesinde yeni
arayışlara girdi. Yeni ve modern bir ordu kurma
gayretleri, merkezi hazinenin gelir ihtiyacını daha
da arttırmıştır. Acil gelir ihtiyacını geleneksel
mali yapıda çözmeye çalışan yönetim, müsadere,
tağşiş, miri mubayaa ve ticari tekeller oluşturma
gibi kısa dönemde merkezi hazineye bol gelir
sağlayabilecek, uygulaması kolay mali kaynak yaratma
yöntemlerine başvurdu. Ancak bu uygulamalar, uzun
dönemde başta tarım olmak üzere, ticaret ve sanayi
ile ilgili grupları olumsuz etkileyerek, üretim
faaliyetlerinden büyük ölçüde koparmıştır.
II. Mahmut döneminde, yeni altın ve gümüş paralar tedavüle
çıkarılmıştır. Hazine kaynaklarının dönem içinde
gittikçe yetersiz kalıp azalması nedeniyle de
tedavüle çıkarılan paralar tağşiş edildi. Uygulama
ile tüccar kesiminin, güveni sarsılmış; bu da
enflasyonist bir etki yaratarak uzun dönemde
sakıncalı olmuştur.
Bu çerçevede, Tanzimat’la yeni bir teşkilatlanma ve
yeni bir mali sistemi ülke düzeyinde uygulamak
amaçlanmışsa da, ülkenin bazı uzak bölgelerinde bu
yeni sistemin hemen yürürlüğe girmesi mümkün
değildi. Tanzimat öncesinde, Osmanlılarda devlet
işlerinin görüşüldüğü en üst kuruluş Divan-ı Hümayun
idi. Divan, II. Mahmut döneminde kaldırılmıştır.
Yerini, bakanlar kurulu sayılabilecek olan Meclis-i
Vükela veya Meclis-i Has aldı. Aynı şekilde Divan
üyeliklerini oluşturan birimlerin yerini, Meclis-i
Vükela üyeleri olarak, Avrupa örneğine göre kurulan
nezaretlerin başında bulunan nazırlar aldı. Hariciye
Nezareti ve Dahiliye Nezareti gibi Maliye Nezareti
de ilk kurulan nezaretler arasındadır. Tanzimat’ın
ilk yıllarında 8 muhasebe ve 8 kalem olarak kurulan
Maliye Nezareti teşkilatı, bazı küçük
değişikliklerle devam etmiştir. Taşra mali
idaresinde yapılan ilk ve önemli bir yenilik
muhassıl denilen memurlukların kuruluşudur. 1840
yılı başlarında Tanzimat’ın uygulandığı tüm
bölgelere muhassıl ünvanıyla yeni memurlar
gönderilmiştir. Ancak Şener’e göre
muhassıllar çok başarılı olamamışlardır.
İltizamın kaldırılmasıyla kazanç kapıları kapanan
esnaf ve mültezimler ile vergi muafiyetlerinden
memnun olmayan kimseler bu duruma yol açmışlardır.
Bunun üzerine muhassıllık kaldırılarak, bunların
yetki ve görevleri eyalet valilerinin yetkileri
genişletilerek mülki idare amirlerine verilmiştir.
Bunun üzerine, hesap işlerinin yürütülmesi için
gereği kadar katip ve her eyalete bir muhasebeci
tayin edilmiştir. Ancak 1864 sonrasında eyalet
düzeninde yapılan reformlarla vilayetler sancaklara,
sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere, nahiyeler de
köylere ayrılmıştır. Bunun sonucunda da
muhasebecilikler kaldırılarak yerini defterdarlar
almıştır.
Tanzimat yöneticilerinin devlet gelirleriyle ilgili temel hedefi,
ödeme gücünü dikkate almayan geleneksel vergi
sistemi yerine doğrudan geliri ve serveti
vergilendiren, istisna ve muafiyetlere yer vermeden
ödeme gücü olan herkesi vergi yükümlüsü haline
getiren bir mali sistem oluşturmaktı. Tanzimat
yönetiminin başlattığı bu reform süreci, daha sonra
II. Abdülhamit ve İttihat ve Terakki dönemlerinde de
devam etmiştir.
1860 yılında bir düzenlemeye gidilmiştir. Emlak ve temettü
vergileri getirilerek, bina ve arazilerin değerleri
üzerinden binde 4, ayrıca kira geliri olanların
yıllık gelirinden de ek olarak yüzde 4 vergi
alınacaktır. Temettü ise, tüccar ve esnafın yıllık
geliri üzerinden yüzde 3 olarak alınan bir vergi
türüdür. Aşar tarım ürünlerinin onda biri oranında
alınacak, koyun ve keçiler üzerinden alınan ağnam
resmi ise hayvan varlığı değil, gelir üzerinden
alınan bir vergi türüne dönüştürülecektir.
1861 yılında, İhracattan alınan gümrük %8’e
indirilerek her yıl %1 kısıntı ile 7 yıl sonunda
%1’de sabit kalması kararlaştırılmıştır. İthalatta
%5 olan oran %8’e çıkarıldı ve söz konusu mal 6 ay
içinde satılamadığı takdirde tekrar yurt dışına
çıkarılacak olursa transit malı sayılarak, alınan
ithalat vergisinin %7’sinin iadesine hükmedildi.
Transit vergisi ise %7 olarak kararlaştırılıp, 8 yıl
içinde %1’de sabit tutulmak kaydı getirilmiştir.169
Transit vergiler de 1874 yılından it ibaren tümüyle
kaldırılmıştır.
Tahsil edilen cizye vergileri, 1856 Islahat Fermanı ile
gayrimüslimlerin de Müslümanlarla eşit askere
gitmesi hükmü kabul edildiğinden kaldırılıp;
gayrimüslimlerin de askere gitmesi uygun
görülmediğinden yerine askerlik bedeli
getirilmiştir. Buna göre, her askerlik yükümlüsü
için 5.000 kuruşluk bir bedel alınması öngörülmüş,
bu vesileyle toplam 62.500.000 kuruşluk bedel
ödenmesi gerekmiştir. Bu miktar da cizye
uygulamasından sağlanan gelirle hemen hemen aynı
idi.
Diğer önemli gelir kaynakları da Mısır’dan alınan maktu vergidir.
1840’lı yılarda 40 milyon kuruş olan bu vergi,
1866-1867 mali yılından itibaren 75 milyon kuruşa
yükseltilmiştir. Mısır dışında Eflak, Boğdan,
Sırbistan, Sisam ve Aynaroz uzun bir dönem vergi
ödemişlerdir. Bu gelir kalemlerinin dışında bir de
çeşitli mülklerin kiralanmasından, satışından, maden
ve ormanlardan, balık avından, mahkeme harçlarından,
çeşitli sözleşmelerin kaydedildiği kıymetli
evraklardan, devlet işletmelerinden, vb. oluşuyordu.
Devlet giderleri ise savunma, idari harcamalar,
idari birimlerin memur maaşları, vb.’den oluşuyordu.
Zamanla bu harcamalara eğitim, sağlık, ulaşım,
haberleşme, sosyal yardım gibi kalemler de
ekleniyordu.
|