Osmanlı İmparatorluğu
Döneminde Bankacılık (1847-1923)
Ortaçağda gelişmeye başlayan
sarraflık mesleğini, Osmanlı Devleti’nde genellikle
azınlıklar yürütmüştür. Bu dönemde Türklerin şerefli
saydıkları askerlik ve idarecilikle uğraşmaları,
ticaret, sarraflık ve faizcilik gibi mesleklerin
azınlıklar eliyle yürütülmesi sonucunu doğurmuştur.
Ayrıca İslam dininin faiz almayı yasaklaması da,
Türklerin bu mesleklere esasen itibar etmemelerinin
en geçerli sebeplerinden biriydi (Yazgan, 1969).
Topluma egemen olan değer
yargılarıyla birlikte bankacılığın doğup gelişmesi
için yeterli koşulların olmaması Osmanlı Devleti’nin
tazminata kadar olan döneminde bugünkü anlamda
bankacılık faaliyetlerine olanak vermemiştir. Ancak
XIX. yüzyılın ikinci yarısından önce Galata
Bankerleri olarak adlandırılan kişilerin bankacılık
faaliyetine benzer işler yaptığının görüldüğü
Osmanlı Devleti’nde bankacılığın doğuşu Batılı
ülkelere göre tamamen farklı etmenlerin sonucudur.
Batı ülkelerinde sanayi devriminin
gerçekleştirilmesi, dış ticaret ve sömürgecilik
yoluyla sağlanan servet birikiminin sanayi sektörüne
kredi olarak aktarılması bankacılığın gelişmesine
yol açtığı halde, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Hazine’nin borç para gereksiniminin karşılanması
bankacılığın kurulmasında başlıca etken olmuştur (Akgüç,
1989).
19. yüzyılın ikinci yarısına kadar,
bankacılık faaliyetlerine benzer işlemler yapan
sarraf veya bankerler genel olarak; Hazine ve saraya
ödünç para vermek, çeşitli paraları birbiriyle
değiştirmek, senet alım-satımı yapmak, başkalarına
ait paraları işletmek, vergilerin iltizamını almak,
devlet adamlarına ait malların gelir yönetimini
yapmak gibi işlerle uğraşmışlardır (Yazgan, 1973).
1760’lardan itibaren Osmanlı
Devleti’nin malî durumunun bozulması, devlete
doğrudan borç veren sarrafların önemini artırmıştır.
Avrupa finans çevreleriyle olan ilişkileri sayesinde
sarraflar, Osmanlı Devleti için Avrupa
piyasalarından kısa vadeli borçlar bulmuşlardır.
Ayrıca sarraflar, Fransız Devrimi’nden sonra
İstanbul’daki Fransız tüccarların yerlerini alarak,
poliçe ticaretinin önemli bir bölümünü ellerine
geçirmişlerdir. Böylece, para ve kredi işlerinde
uzmanlaşan sarraflar, ülkeler arası bağlantılarını
kurmuş, İstanbul’da bir finans burjuvazisinin
çekirdeğini oluşturacak, büyük ölçekli
sermayedarlara dönüşmüşlerdir. Sarrafların önde
gelenleri, para işleri ve maliye alanında önemli
faaliyetlerde bulunan Darphane-i Âmire’nin
yöneticiliği gibi Osmanlı Devleti içinde en önde
gelen görevlere atanmışlardır (Pamuk, 2003).
19. yüzyılın ortalarından itibaren
Batı Avrupa ülkeleri sanayi ürünlerine pazar bulmak
amacıyla, Osmanlı Devleti’ne borç vererek;
taşımacılık, ticaret ve bankacılık alanlarında
yatırımlara girişmişlerdir. Başlattıkları çabalar
özellikle İstanbul’da belirli bir büyüklükte para ve
sermaye piyasasının meydana gelmesine yardım
etmiştir. Öte yandan 1839 yılında ilan edilen
Tanzimat’ın ortaya çıkardığı zorunlu giderler, zaten
para darlığı çekmekte olan Hazine’yi daha da zor bir
duruma düşürmüştür. Bu nedenle 1840 yılında “Kaime”
adı altında ilk Osmanlı parası çıkarılmıştır.
Kaimelerin çok geçmeden değerinin düşmeye başlaması
üzerine, hükümet en tanınmış iki Galata Bankeri ile
bir sözleşme yapmıştır. Sözleşmeye göre hükümet
bankerlere yılda iki milyon Kaime verecek ve
bankerler de bir yıl süreyle İngiliz sterlinini 110
kuruştan Londra ve Paris üzerine poliçe satmayı
üstlenecektir. Sözleşmenin başarıya ulaşması üzerine
bu iki banker, devletin de yardımıyla, 1847 yılında
İstanbul Bankası adı altında ilk bankayı
kurmuşlardır. Bankanın kambiyo kurlarını sabit
tutarak önemli bir hizmet görmesine karşın ödeme
gücünü aşan işlemlere girişmesi ve spekülasyon
yapması 1852 yılında iflas etmesine neden olmuştur (Ekren,
1986).
Tanzimat Fermanı’ndan hemen önce 1838
yılında İngiltere ile imzalanan Balta Limanı Ticaret
Antlaşması ile Osmanlı Devleti serbest dış ticaret
politikası izlemeye başlamıştır. Daha sonra diğer
Avrupa devletleri ile de imzalanan serbest dış
ticaret antlaşmaları sonucunda ithalat beş misli
artarken, ihracatın bunun yalnızca yarısı kadar
artması sonucunda Osmanlı Devleti ciddi dış ticaret
ve ödemeler dengesi açığı sorunuyla karşılaşmıştır (Kazgan,
2004). Bu sorunu gidermek amacıyla da 1847 yılında
ilk banka İstanbul’da Bank-ı Dersaadet (İstanbul
Bankası-
Banque
De Constantiople)
ismiyle kurulmuştur. Gerçekte bu bankanın belirli
bir sermayesi bulunmamakta olup, kurucuların ticari
itibarları nedeniyle çektikleri poliçeler kabul
görmüştür. Bir yıl sonra Fransa’daki devrim
hareketleri bankayı olumuz etkilemiş, buna rağmen
faaliyetlerine 1852 yılına kadar devam etmiştir.
Banka Kırım Savaşı öncesinde yaşadığı finansman
sorunu nedeniyle iflas etmiş ve Osmanlı Hazinesi’ni
önemli zarara sokmuştur (Tekeli, 1997).
Türk bankacılığı açısından ilk önemli
hukuki metin ise, faiz oranlarını sınırlayarak
tefeciliği önlemek amacıyla 1852 yılında çıkartılan
Murabaha Nizamnamesidir. Birçok değişikliğe uğrayan,
Cumhuriyet döneminde de uygulanan nizamname
01/01/1957 tarihinde Türk Ticaret Kanununun
yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kaldırılmıştır (Işıktaç,
2009).
Kırım Savaşı (1853-1856) Rus
Çarlığına karşı İngiltere ve Fransa’yla Osmanlı
İmparatorluğunun ittifakını ve bununla birlikte
savaşın artırdığı askeri harcamaların karşılanması
sorununu getirdi. Osmanlı İmparatorluğu Kırım
savaşıyla birlikte 1854’de dış borca açıldı (Kazgan,
2004).
Kırım savaşını izleyen yıllarda dış
borçlanmayı sağlayacak bir yabancı bankanın
kurulması gereği ortaya çıkmıştır. Şubat 1856’da
yayımlanan Islahat Fermanında da yer alan bir banka
kurulması önerisi, aynı yıl İngiliz sermayesi ile
merkezi Londra olan Bank-ı Osmani-i’nin kurulması
ile sonuçlanmıştır (Ulutan, 1957).
1863’te kendisini feshederek Fransız
sermayesinin ortaklığı ile Bank-ı Osmani-i Şahane
adıyla yeniden kurulan, 1875’te Avusturya sermayesi
ortak edilen Osmanlı Bankası imparatorlukta faaliyet
göstermiş olan diğer bankalardan farklı olarak 1863
yılında ilk olarak 30 yıl için verilmiş ve daha
sonra uzatılmış olan para basma ayrıcalığına sahip
olmuş ve bu ayrıcalığını TC Merkez Bankası
kuruluncaya kadar Cumhuriyet döneminde de
sürdürmüştür. Bankanın sahip olduğu ayrıcalıkların
en önemlisi ise Hazine’ye kısa vadeli avans verme
yükümlülüğü karşılığı verilmiş olan bütçeyi
denetleme yetkisidir (Öncü, 2011).
Banknot çıkarma ayrıcalığı ile
donatılan Osmanlı Bankası aynı zamanda ülkemizin ilk
emisyon bankasıdır. Bankanın kurulmasıyla varlığını
ve sömürüsünü uzun yıllar sürdürecek borçlanma
bankacılığı özelliğinde olan yabancı bankalar dönemi
başlamıştır (Ulutan, 1957).
Osmanlı Bankası tarafından çıkartılan
kâğıt paranın halk tarafından benimsenmemesi
nedeniyle banka, ekonominin likidite ve kredi
hacminin belirlenmesinde etkin bir rol
oynayamamıştır (Işıktaç, 2009).
1863 yılında yapılan anlaşma ile
Osmanlı Devleti, gelirlerini Osmanlı Bankası’na
yatırmayı, ödemelerini de bu banka aracılığıyla
yapmayı, iç ve dış borçlanma tahvillerini Osmanlı
Bankası aracılığıyla çıkarmayı; her yıl bütçenin bir
örneğini bankaya vermeyi ve olağanüstü durumlar
dışında bütçede yer alan harcamaların üstünde
harcama yapmamayı kabul etmiştir. Yanı sıra, bankaya
devlet bütçesini denetleme yetkisi de verilmiştir.
Bütün bunların karşılığında banka, hükümete teminat
karşılığı kısa vadeli avans vermekle yükümlü
tutulmuştur (Akgüç, 1989).
1850’lerden itibaren Avrupa banka
çevreleri ya kendi şubelerini açarak ya da Osmanlı
Hükümeti’nden alınan ayrıcalıklara dayalı yeni
bankalar kurarak Osmanlı Devleti’nde doğrudan
çalışmaya başlamıştır (Şahin, 1993). Kırım
Savaşı’ndan sonra 1856-1875 yılları arasında,
Osmanlı Devleti’ne borç vermek, faiz geliri elde
etmek amacıyla yabancı sermayeli 11 banka
kurulmuştur (Akgüç, 1989).
Daha sonra, 1860'lı yıllarda tarım
finansmanının sağlanması için Avrupa'daki gibi düşük
faizle borç veren bankaların bulunmadığı dikkate
alınarak 1863 yılında çiftçilere kredi kaynağı
yaratma girişimlerine başlanmış, bugünkü Ziraat
Bankası'nın temelini oluşturan Memleket Sandıkları
kurulmuştur (Babuşçu, 2003).
Mithat Paşa tarafından 1863 yılında
Bulgaristan’ın Pirot kasabasında kurulan Memleket
Sandıkları ulusal bankacılığımızın başlangıcı
olmuştur. Ulusal bankacılık hareketinin ortaya
çıkmasındaki temel amaç halka ticari kredi, esnaf
kredisi, tarımsal kredi, emlak kredisi ve tüketim
kredisi gibi kredi türleri vererek ülke içinde
birikmekte olan sermayeyi ulusal ticareti
geliştirmek amacıyla kullanmaktır. Kurulan ulusal
bankaların kredi uğraşları daha çok bu alanlarda
verilmiştir. Memleket Sandıkları’nın sermayesi
başlangıçta imece usulüyle, ardından da köylünün mal
varlığı ile orantılı olarak sandığa buğday
verilmesiyle sağlanmaya çalışılmıştır (Artun, 1983).
15-20 yıl kadar kuruluş amaçlarına
uygun olarak faaliyetlerine devam etmişlerdir. Daha
sonra bu sandıklarda biriken paraların Hazine
ihtiyacı için kullanılması ve iade edilememesi,
açılan kredilerin vadesinde tahsil edilememesi,
genel bir düzenlemeye tabi olmamaları nedeniyle
farklı ve geleneksel yöntemlerle çalışmaları
sonucunda önemini yitirmiş ve kendilerinden beklenen
işlevleri yerine getiremez olmuşlardır. Memleket
Sandıklarını yeniden organize etmek amacıyla 1883
yılında Aşar Vergisi 1/10 oranında artırılarak,
sermaye oluşturulması hedeflenmiştir. Bu yapılan
artışa menafi hissesi adı verildiğinden, bu tarihten
sonra Memleket Sandıkları’na, Menafi Sandıkları adı
verilmiştir. Ancak bu düzenlemede beklenilen
sonuçları vermemiş, 1888 yılında yapılan bir
düzenleme ile merkezi İstanbul’da bulunan Ziraat
Bankası kurulmuştur. Menafi Sandıkları’nın hak ve
görevlerini devralan Ziraat Bankası’nın sermaye
kaynağı Menafi Sandıklarında olduğu gibi Menafi
hisseleridir. Daha sonra bankaya mevduat toplama
yetkisi verilmiştir. Ziraat Bankası ilk ulusal
bankamız olarak tanımlanmaktadır (Selvi, 2010)
Mithat Paşa tarafından kurulan bir
başka ulusal finansman kurumu İstanbul Emniyet
Sandığı’dır. Dar gelirli halkın elindeki küçük
birikimleri devletin kefaleti altında bir araya
getirerek ihtiyaç sahiplerine sunmak ve halka
tasarruf alışkanlığı kazandırmak amacıyla 1868
yılında İstanbul Emniyet Sandığı faaliyete
geçirilmiştir. Sermayesiz olarak kurulan Emniyet
Sandığı, Batı ülkelerindeki tasarruf bankalarına (mutual
saving bank) benzetilebilir. 1907’de Ziraat
Bankası’na bağlanan sandık, 1984 yılında Ziraat
Bankasına tümüyle katılmış ve tüzel kişiliğini
yitirmiştir (Akgüç, 1989).
1870 yılında devletin resmi bankası
olmak amacı ile kurulan Türkiye Bankası ise, ancak
bir yıl faaliyet gösterebildikten sonra iflas
etmiştir. Özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra Osmanlı
Devleti’nin tamamen dış sermayeye açık bir duruma
gelmesi ve dış borçların giderek artması nedeniyle,
birçok yabancı bankanın Türkiye’de kurulabilmesi
mümkün olmuştur (Yazgan, 1969).
Bu sandıklarla başlayan ulusal
bankacılık hareketi özellikleri zamanla zayıflamış,
II. Meşrutiyet’ten sonra hız kazansa da ulusal
bankaların bankacılık sistemi içindeki ağırlığı
oldukça düşük düzeylerde kalmıştır (Aksoy, 1998).
1871 yılından sonra kamusal altyapı
yatırımlarındaki artış nedeniyle Osmanlı sermaye
piyasasında bir hareketlilik başlamış ve bu
canlılığın etkisiyle birçok yabancı banka
kurulmuştur. Bununla birlikte, 1870 yıllarında
Viyana’da borsa buhranının ortaya çıkması ve Osmanlı
Devleti’nin borçlarını ödemeyi durdurması gibi
sorunlar nedeniyle, küçük ölçekli bankalar
faaliyetlerini durdurarak piyasadan çekilmek zorunda
kalmışlardır (Ekren, 1986).
1880 sonrası Osmanlı döneminin
bankacılık açısından özelliği, yabancı bankaların
şube açarak kendi ülkelerinin nüfus, etki alanı
olarak seçtikleri bölgelerden faaliyetlerini
yoğunlaştırmaları olmakla beraber, bu dönemde de
yabancı sermayeli bankaların kurulduğu
görülmektedir. Bu bankaların en uzun ömürlü olanı,
daha sonra unvanı Uluslararası Endüstri ve Ticaret
Bankası ve 1990 yılında da İnterbank olarak
değiştirilmiş olan, 1888 yılında kurulmuş Selanik
Bankası’dır (Akgüç, 2007b).
1881 Muharrem Kararnamesi sonucunda,
ekonomi politikasının ve devletin gelir
kaynaklarının yönetim ve denetimi, Duyunu-u Umumiye
olarak adlandırılan uluslararası bir kuruluşa
bırakılmıştır (Akgüç, 1992). Duyun-u Umumiye
İdaresi’nin görevi, Osmanlı Devleti’nin borçlara
karşılık göstermiş olduğu gelir kaynaklarını
işletmek, sağlanan parayı alacaklılara dağıtmaktır
(Şahin, 1993).
Gelir ve borç yönetiminin
uluslararası bir kuruluşa geçmesi, yabancı sermayeli
bankaların stratejilerinde değişikliğe yol açmıştır.
Giriş yapan yabancı sermayeli bankalar kendi
ülkelerinin çıkarları doğrultusunda ulaşım,
madencilik gibi sektörlerde yatırımlara girişmişler
ve bu alandaki yatırımları desteklemişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi tarım, hammadde ve
sanayi sektörlerinin birbirlerini tamamlayacak
şekilde gelişememesi, ekonomide iç dinamiklerin
kurulamamasına ve dolayısıyla bankacılık sektörünün
gelişememesine sebep olmuştur (Akgüç, 1992).
Bu dönemde yabancı sermayeli veya
yabancı sermaye iştiraki ile kurulan bankaların veya
şube açan büyük yabancı bankaların, Hazine’ye borç
verme işlerini sürdürmekle beraber, kendi
ülkelerinin çıkarlarına hizmet ettikleri, Osmanlı
Devleti’nin kendi ülkeleri ile olan ticaretini
geliştirmeye çaba gösterdikleri, ülkemizde
faaliyette bulunan yabancı firmalarla, yabancı
uyruklu iş adamlarını finanse ettikleri, kendi
çıkarları doğrultusunda ulaşım ve madencilik
sektörlerinde yatırımlara giriştikleri ve bu
alanlarda yatırım yapacak yabancı sermayeye aracılık
ettikleri söylenebilir (Akgüç, 1989).
1856-1923 yılları arasında kurulan
bankalarda yabancı sermayeli bankalar çoğunlukta
olmakla birlikte, 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in
ilanı ve milliyetçilik eğilimlerinin artması ile
birlikte ulusal sermaye ile pek çoğu yerel ve tek
şubeden oluşan bankaların kurulma süreci
başlamıştır. Ulusal bankacılık hareketinin ortaya
çıkmasındaki temel neden, ülke içinde birikmekte
olan sermayeyi yabancı ve azınlık bankalarının
elinden almak ve bu sermayeyi ulusal ticareti
geliştirmek amacıyla kullanmaktır. Kurulan ulusal
bankaların verdikleri krediler de daha çok ticari
kredi, esnaf kredisi, tarımsal kredi, emlak kredisi
ve tüketim kredisi biçiminde olmuştur (Artun, 1983).
Ulusal sermayeli bankaların pek
çoğunun kurucusu, Avrupa’ ya hammadde ihraç eden
veya bu ülkelerden sanayi ürünü ithal eden tüccar ve
çiftçilerdir (Akgüç, 1989).
Denilebilir ki İstiklal Savaşı ve
Cumhuriyet’in ilanı ile biten bu dönem, bir tecrübe
dönemi olmuştur. Bu dönemde milli bankacılığın önemi
ve devlet teşvikinin zorunlu olduğu anlaşılmıştır (Zarakolu,
1973).
20. yüzyılın başlarında ulusal
bankacılığın geliştirilmesi yönünde çaba gösterilmiş
ve bölgesel bankaların geliştirilmesine çalışılmış
ancak bu girişimler sınırlı kalmıştır (Kepenek ve
Yentürk, 2005).
Osmanlı döneminin son döneminde
faaliyet gösteren bankalara baktığımızda, toplam 19
adet yabancı, 23 adet yalnızca şubesi bulunan
yabancı, 11 adet Galata Bankerleri tarafından ve 28
adette milli sermaye ile kurulan ulusal ve yerel
çapta banka olduğunu görüyoruz. Sonuç olarak,
Osmanlı dönemi bankalarının çoğu yabancı sermayeli
ya da yabancı sermaye ortaklığı ile kurulan
bankalardır (Erdem, 2010).
Osmanlı İmparatorluğu döneminde banka
hukukundan söz etmeye imkân yoktur. Bankalar,
özellikle yabancı sermayeli olanlar, tam bir
serbesti içinde ve tamamen ticari kredi esasına göre
çalışmışlardır. Sanayileşmeye yönelik bir kredi
politikasının uygulanması için elverişli bir ortam
hazırlanmamıştır. Çünkü kredi sistemi sadece faiz
oranlarının tespitinden ibaret sayılmış ve 1852
yılında çıkartılan Murabaha Nizamnamesinin sorunu
çözebileceği düşünülmüştür. Osmanlı Bankasının
merkez bankası olarak çalışması da önemli olumsuz
sebeplerden birini teşkil etmiştir. Dönemin bir
diğer özelliği de kredi işlemleri (özellikle devlete
borç verme) öne çıkarıldığından mevduat ve mevduat
sahibine önem verilmemesidir (Işıktaç, 2009).
Sonuç
itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu zamanındaki
yabancı sermayeli bankacılık faaliyetleri, banka
kurma ve yönetme konusunda Türk bankacılığına
öğretici olmakla birlikte, kapitülasyonlarla
tanınmış avantajları ve ülke geneline yayılmış
yatırımlarının sağladığı rekabet üstünlüğünü
kullanan yabancı sermaye gücü, yerli piyasaların,
yabancı bankaların tahakkümü altında kalmasına ve
Türk bankacılığının istenildiği derece
gelişememesine sebep olmuştur.
|