AVRUPA
MERKANTİLİZMİ KARŞISINDA OSMANLI BOLLUK EKONOMİSİ
Osmanlıların Avrupa ile ekonomik ilişkilerinin,
Batılı ulusların Levant da (yani Doğu Akdeniz,
Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinde) faaliyetleriyle
birlikte belirli bir değişime uğraması ve doğrudan
doğruya kapitülasyonlar rejiminin de bu arada yeni
bir yönelime girmesi kaçınılmazdı. Ulus çapında bir
anonim şirket gibi düşünülen ve yönetilen ulusal
ekonomi kavramından yola çıkan Batı merkantilizmi,
İtalya'daki ilk filizlerine kıyasla kapitalizmin
daha ileri bir biçimini temsil ediyordu.
Merkantilizm, Osmanlıların ekonomik anlayışıyla tam
bir tezat teşkil ediyordu. Batı ekonomileri,
Osmanlıların ekonomiye ilişkin bu anlayışlarından
azamı ölçüde yararlanarak kendi merkantilist
politikalarını geliştirip kendi kapitalist
çıkarlarına avantaj sağladılar.
Görünüşe bakılırsa, merkantilist teorilerin
kaynağında, gerek Batı ve gerekse Doğu'da yaygın
birtakım popüler inanışları, yani ortak bir ortaçağ
mirası yatıyordu. Örneğin Doğulular da siyasal
iktidarın, hükümdarın merkezı bir imparatorluk
hazinesinde ne kadar altın ve gümüş
biriktirebildiğine bağlı olduğunu; dolayısıyla vergi
yükümlülerinin zenginleşip o hazineyi besleyecek
duruma gelebilmeleri amacıyla korunmaları
gerektiğini kabul ediyorlardı. Ne var ki
merkantilistler buna yeni bir fikir ekleyerek, altın
ve gümüş birikiminin yerli sanayilerde ve ihracatta
sürekli bir büyümeyle. Sağlanacağı alışverişli bir
ticaret dengesine bağlı olduğunu öne sürdüler. İşte
bu fikir Batı'yı özellikle onsekizinci yüzyılda Doğu
ekonomilerinden farklılaşmaya, sanayi devrimine ve
serbest piyasa ekonomisine götürdü.
Merkantilistler kadar Doğulular da, kıymetli
madenlerin ihracını önleme ve ithalini serbest
bırakma politikasından yanaydılar. Osmanlı
Devleti'nin, altın ve gümüş ithalatını gümrük
vergilerinden muaf tutmasına karşılık ihracatını
yasakladığını biliyoruz. Ortaçağ' da Doğu'da bir
ülkenin refahı, genellikle piyasadaki altın ve gümüş
bolluğu ve edinilebilirliğiyle ölçülüyordu. Altın ve
gümüş darlığı ise, ticarette ve vergi ödemede
zorluklara' yol açtığından kınanıyor ve sıkıntı
hükümdarın hazinesine altın ve gümüş yığmadaki
açgözlülüğüne bağlanıyordu.
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nda sultan sık sık
tahıl ile pamuk, ham yün ve deri gibi hammaddelerin
ihracatını yasaklıyordu ki, bu da Batı'da
merkantilistlerin savunduğu bir politikaydı. Ne
varki, Osmanlı yönetiminin kitlelerin zorunlu
ihtiyaç maddelerinde herhangi bir darlığın baş
göstermesini önlemek amacıyla böyle bir politika
izlemesine karşılık, merkantilist bir ekonomide bu
tür politikalarla güdülen esas amaç, emeği ucuz
tutup sanayide dünya pazarı için ucuz fiyatlarla
ihraç ürünleri üretmeyi sağlamaktı.
Aradaki benzerliklere karşın, Osmanlılar ile
merkantilistler arasındaki temel fark, Batı'da bir
ülke ekonomisinin global olarak bir anonim şirket
gibi düşünülmeye başlaması, bilanço toplamının ülke
lehine olmasına önem verilmesi ve bunun kıymetli
madenler ile dayanıklı mallar olarak hesaplanır hale
gelmesiydi. Aslında bu net ticaret dengesi fikri,
ilk defa, Levant ticaretiyle zenginleşen İtalyan
tüccar cumhuriyetlerinde kendini göstermiş ve daha
sonra onlar Batı'da yeni yükselen ulus-devletlere
bir model oluşturmuştu. Öte yandan böyle bir
rejimde, herhangi bir kentin ya da ülkenin
zenginliğinin ticaret yollarını koruma kabiliyetine
bağlı olduğuna da inanılıyordu. Venedik'in Levant
ticaretindeki üstünlüğünde deniz gücünün oynadığı
kilit rol, daha sonra Batılı ulus-devletler de devam
etti ve gerileme döneminde Osmanlı deniz ulaşımı
büyük ölçüde Batı denizciliğine bağlı hale geldi.
Osmanlı devletinin ticaret yollarının güvenliğine
yaşamsal bir ilgi duyduğu ve korsanlara karşı
sürekli bir mücadele verdiği su götürmez. Ayrıca,
daha II. Mehmed döneminde Mısır ile olan deniz
trafiğinde devlete ait gemiler kullanılıyordu. Ancak
bütün bu çabalar salt fiskal (gelirci) çıkarlardan,
ya da iç piyasada talebi karşılamak, özellikle
kalabalık nüfusuyla imparatorluk başkentinin gıda ve
hammadde ikmalini teminat altına almak ihtiyacından
kaynaklanmaktaydı. Fiskalizm ve piyasada arzı yüksek
tutmaya dönük çabalar Batı merkantilizminde de
görülmekle birlikte, ekonomiyi bir bütün olarak
görme ve rakip uluslara karşı ister fiziksel, ister
ekonomik açıdan koruma fikri, onsekizinci yüzyıldan
önce Osmanlıların hiç aklına gelmemiş gibidir. Yerli
sanayi yabancı ürünlere karşı korunma kaygısının,
hatta Bursa'daki Osmanlı ipek imalathaneleri gibi
yerleşmiş bir geleneğe sahip sanayi için dahi söz
konusu olmadığı anlaşılmaktadır. Gerçekte, (van
Klaveren'in bu gibi ekonomiler için kullandığı
deyimle), Osmanlı "sözde merkantilizm"i, sonraları
Batılı tüccarın imparatorluk ekonomisinin altını
oyduğu, onsekizinci yüzyılın ikinci yarısında
pamuklu dokumalar gibi kitlesel tüketim mallarında
artık iyice belirgin hale gelinceye kadar yerli
sanayiinin himayesiyle ilgilenmedi.
Önceliği
pazarda düşük fiyatların ve çeşitliliğin hakim
olmasına veren Osmanlı yöneticileri, ipekli lüks
emtianın yabancı ülkelere ihracından hoşlanmadığı
gibi, Venedik, Floransa, Cenova ve daha sonra da
Fransız ipeklilerinin kapitülasyonlar çerçevesinde
imparatorluğa ithalini teşvik de etti. Avrupa
sanayileri Osmanlı ürünlerini önce taklit edinceye
ve sonra geçinceye kadar, Osmanlı ipekli, pamuklu ve
sofları Avrupa'ya Osmanlı ihracatının oldukça önemli
bir bölümünü oluşturuyordu. Osmanlıların kumaş
ihracatına müdahale etmemelerinin nedeni, geleneksel
olarak yalnızca zorunlu ihtiyaç maddelerinin
ticaretinde devlet müdahalesini öngörmeleri, oysa bu
dokumaların kar amacı güden bir özel sektörce
üretiliyor olmasıydı. Buna karşılık temelde
Osmanlılar, Batı merkantilizmi gibi, bütünlüğü
içinde ülke ekonomisini sistematik olarak
düzenlemeyi öngören bir ekonomik doktrine hiçbir
zaman ulaşamamışlardı. Ödemeler dengesi, sanayi
üretiminin korunması, ya da emek-yoğun ürünlerin
tarım ürünleriyle değişimi yoluyla emeğin korunması
gibi bir ekonomik kaygı olmaksızın, ithalat, pazarda
mal bolluğu sağlamak açısından yararlı görülüyordu.
Bu zihniyet çerçevesinde Osmanlılar, ticaret
imtiyazlarını, yani kapitülasyonları imparatorluk
için yararlı saymakta; imparatorluğun çıkarına
olduğu gerekçesiyle bu tür imtiyazları merkantilist
Avrupa ülkelerine seve seve tanımaktaydılar.
Kaldı ki, Osmanlı İmparatorluğu'ndaki devlet
müdahalesi biçimleri, yani gümrük ve lonca üretimi
düzenlemeleri, fiyatlara üst sınır getirilmesi,
malların kalite ve ölçülerinin pazarda denetlenmesi,
nihayet bazı zorunlu ihtiyaç maddelerinin imalat ve
satışına konan kontrol ve kısıtlamalar, merkantilist
bir devletin düzenleyiciliğinden öz olarak da, amaç
bakımından da farklıydı. Osmanlılar açısından esas
kaygı, daima devletin fiskal (gelirci) çıkarları ile
iç pazardaki tüketicilerin korunmasıydı; oysa
merkantilist ekonomilerde rekabete dayalı bir
uluslararası piyasanın icapları, ekonomik
düzenlemeleri belirleyici Son tahlilde bu uçurum,
otoriter bir hükümdarın kontrolündeki bir statü
toplumunun sosyal yapısı ile, serbestce oluşmuş
sınıflardan meydana gelen bir yapıya erişmiş ve
burjuva sınıfının iktidarı paylaştığı bir sivil
toplum arasındaki tezattan doğmuş Avrupa'nın ortaçağ
ekonomisini geride bırakmasını ve Asya
ekonomilerinden yapısal olarak farklılaşmasını
açıklarken, şu nokta üzerinde durmalıdır: Onbeşinci
yüzyılda Avrupa "esas olarak doğal bir ekonomiden
parasal bir ekonomiye" evrilmiş, oysa Osmanlı Doğu
ticaretinde takasa ve uzun vadeli kredi
anlaşmalarına dayalı işlemler hakim olmuş; durum
onaltıncı yüzyıl boyunca devam etmiş ve durum ancak
1580'li yıllardan itibaren Batı gümüş paralarının
imparatorluğu istila etmesiyle silinmeye yüz
tutmuştur.
Ayrıca, Osmanlıların zenginliği, yeni teknolojiler
sayesinde tarımın, çeşitli sanayi ve ticaret
gelirinin azamiye çıkarılması gibi entansif
yöntemlerden değil, fetih yoluyla ilhak edilen
topraklardaki yeni vergi kaynaklarından
bekliyorlardı.
Gerçi Osmanlıların kendi alışılmış yöntemlerine
bağlı kalmaları her zaman sebepsiz değildi. Devlet,
kalkınma veya toprağı tarıma açma projelerine
doğrudan taraf olmuyordu. Ölü veya çorak arazinin
tarıma açılması teşvik ediliyorduysa da, bu, esas
olarak fiskal nedenlere bağlıydı. Bent, kanal veya
sulama göleti yapımında Osmanlı devleti ancak çok
acil bazı durumlarda insiyatifi ele alıyor; sonunda
elde edeceği vergi gelirleri açısından yaklaştığı bu
gibi girişimlerde, daha çok özel katılımı
özendirmeyi tercih ediyordu. Buna karşılık iktisat
tarihçilerince çözümlendiği üzere, Avrupa'da, görece
küçük devlet yapıları arasındaki şiddetli rekabetin
nüfus baskısı ile birleşmesi, Avrupalıları entansif
tarıma, dış ticarette merkantilizme ve ülke içinde
emeğin daha entansif kullanımına yöneltecekti.
Özetle, Osmanlı toplumu, "tarımsal bir temel
üzerinde sınai, ticarı ve denizci bir üstyapının
yükselmesine ve aynı zamanda, uluslararası ticaret
karlarının büyük bir bölümünü kendi halkına alıkoyma
çabasının belirginleşmesine götüren bir gelişme"nin
koşullarını gerçekleştiremedi. Osmanlı yönetiminin
ekonomik önlemleri, Batıdaki gibi tutarlı ve
sistematik bir teoriden değil, bütün diğer alanlarda
olduğu gibi, çok daha basit biçimde, Orta Doğu
toplumu ve kültürünün yüzyıllarca sınanmış gelenek
ve uygulamalar mirasının devralınıp izlenmesinden
kaynaklanıyordu.
Bu
tezadın en belirgin olduğu alan, Osmanlı gümrük
politikası ve kapitülasyonlar rejimidir. Olanca
ticari genişleme vurgusuyla Batı merkantil sistemi,
Levant ticaretine sıkı sıkıya bağlıydı ve Batı
monarşileri bu yönde de İtalyanların izinden
gidiyordu. Merkantilist Avrupa'da ekonomik temelini
genişletmeğe çabalayan her ulusal monarşi, önce
Osmanlı hükümetinden bir kapitülasyon alıp kendi
Levant kumpanyasını kurmaya çalışıyordu. Levant
ticareti ve kumpanyaları, Avrupa merkantilizminin
başarısının zorunlu bir vasıtası konumundaydı.
Ortaçağın başlarından itibaren, ilkin Avrupa'nın
Levant ile, sonra Levant'ın Doğu (Hindistan) ile
ticaretinde ortaya çıkan açıkların yapısal bir
karaktere dönüşü, dolayısıyla batıdan doğuya sürekli
bir gümüş akımının baş gösterdiği konusunda görüş
birliği mevcuttur.3 Levant'ın, yani bir bütün olarak
Doğu Akdeniz, Balkanlar ve Karadeniz bölgelerinin,
merkezi bir imparatorluk tarafından birleştirildiği,
Avrupa ekonomisinin ise bir genişleme sürecinden
geçtiği 1450-1550 döneminde, bu kıymetli maden akışı
iyice yoğunlaştı ve Batılıların hayali EI Dorado,
altın ülkesi arayışına girmelerinde belki de önemli
rol oynadığı Hindistan ve İran, kıymetli maden
stoklarını yenilemek açısından Osmanlı
İmparatorluğu'nun aracı rolüne muhtaç olduklarından,
Osmanlı İmparatorluğu'ndan sağladığı kapitülasyonlar
ve diğer ticaret kolaylıklarıyla Avrupa da, kendi
sanayi ürünlerini Asya'ya kanalize edebilir duruma
geldi.