PARA VE
KREDİ
Kıymetli metallerin piyasadaki arzının kısıtlı olması
sonucu, altın ve gümüş sikke bulmak kolay
olmadığından, özellikle 1580'Ierde Batı'dan gelen
bir gümüş seli Osmanlı İmparatorluğu'nu basıncaya
kadar alım satım işlemlerinin büyük bölümü kredi
veya takas yoluyla gerçekleştiriliyordu. Takas
kırsal alanlarda da çok yaygındı: köylüler, muhtaç
oldukları mal ve hizmetlerden (örneğin köy imamının,
kır bekçisinin ve çobanların hizmetlerinden) çoğunun
karşılığını buğdayla ödüyorlardı. Keza takas, büyük
yerli ve yabancı tüccar arasında da yaygındı.
Özellikle, İranlı ipek tüccarı, Bahreyn'den ithal
edilen incilerle ödeme yapılmasını seve seve kabul
ediyordu, çünkü hem küçük, hem çok pahalı olan
incilerin taşınması da, gümrük görevlilerinden
kaçırılması da kolaydı
Satılan mallar için açılan krediler, alıcının
malları elden çıkarmasına ve borcunu ödeyecek nakdi
toplamasına olanak tanıyacak şekilde, genellikle
dört, altı ay veya bir yıl vadeli olurdu. Daima
kefil aranıp gösterilir ve kadı sicillerine
titizlikle kaydedilirdi. Örneğin, 1485'te
Muslihüddin adında bir Bursalı sarraf, Tebrizli
tacir Muzaffer'e 64.500 akçe değerinde yakut
ve inciyi altı ay vadeyle satmış, bu kredili işlem
için Muzaffer'e başka bir Tebrizli tacir kefil
olmuştu.2 Faizi gizlemek için, gerçek kredi miktarı
faiz eklenmek suretiyle şişirilir ve tamamı baştan
kredi gibi gösterilirdi. Bu miktar dönem sonunda
ödenmediği takdirde, borç faiziyle birlikte
yenilenirdi. II. Mehmed döneminde, dolaşımdaki bütün
Osmanlı gümüş sikkelerinin toplanıp yeni kestirilen
sikkelerle değiştirilmesi emredildiğinde, bu yolla
elde edilen toplam gümüş sikke stoku 218 milyon
akçe'yi bulmuştu. Dolaşımdaki sikkelerin hatırı
sayılır bir bölümünün değiştirilmek üzere darphaneye
getirilmediğini hesaba kattıktan sonra dahi bu
rakam, piyasadaki toplam gümüş stokunun ne kadar
sınırlı olduğunu yansıtmaktadır. Her ne kadar büyük
miktarda bakır sikke de çıkartılıyor ve halkın
günlük çarşı-pazar ihtiyaçlarını karşılıyorduysa da,
tüccar arasındaki işlemlerde bunlar asla
kullanılmıyordu.
Kapsamlı fiyat listelerinin derlenip yayınlanmamış
olması nedeniyle, gerek Osmanlı İmparatorluğu'nun
belli başlı ticaret bölgeleri, gerekse Avrupa
ülkeleri ile Osmanlı İmparatorluğu'nda fiyat
yapıları arasındaki farklara ilişkin soruları
cevaplandırmak bugün için olanaksızdır. Bu gibi
materyaller olmadan, Osmanlı-Avrupa ticaretinin
örüntüleri, üretimdeki kaymalar, yaşam
koşullarındaki değişiklikler, devletin vergi
politikaları ve genel olarak ekonomik koşulların
değişimi gibi konularda kesin sonuçlara varılamaz.
Ö. Barkan ile Berov'un bu alandaki öncü çalışmaları
Osmanlı arşivlerindeki uçsuz bucaksız malzeme
deryasının sistematik kullanımı yoluyla
genişletilebilir. Barkan sadece yiyecek maddelerini
ele aldığından, fiyat değişikliklerine ilişkin
hesaplamaları Berov’unkileri tam tutmamaktadır.
Doğu-Batı ticaret dengesini belirleyen temel
faktörlerden biri olarak fiyat yapısındaki
değişikliklere eğilen Berov, onbeşinci yüzyıl ile
onaltıncı yüzyılın ilk yarısında, kara taşıma
maliyetlerinin yıldırıcı boyutları nedeniyle
--buğday, et, yün, deri ve balmumu gibi-- bir kısım
temel yiyeceklerin ve hammaddelerin İstanbul
fiyatlarının, Balkanlardaki fiyat düzeyini katladığı
savındadır. İstanbul, bu mallar için Avrupa'yla
rekabet halinde olan başlıca Osmanlı pazarıydı.
Berov, bu dönemde "buğday ve diğer en önemli
maddelerin gümüş ağırlığı olarak hesaplanan
fiyatlarının, aynı malların İtalya, Fransa,
İngiltere ve Hollanda gibi Türkiye'yle ticaret yapan
belli başlı ülkelerdeki fiyat düzeylerine nisbeten
yakın olduğu" sonucuna varır. Dolayısıyla, der Berov,
sözkonusu dönemde imparatorluğun Avrupa ile
ticareti bir bütün olarak azalmış olmalıdır. Ne var
ki, grafiklerine yakından bakıldığında, Osmanlı
fiyatlarının, örneğin 1570'li yıllarda ve 1610 - 20
arasında olduğu gibi, daha keskin zigzaglar
çizmelerine karşın, genellikle en düşük Avrupa
fiyatları düzeyinde kaldığı görülür. Genel olarak
1550 - 1640 döneminde buğday fiyatlarında sürekli
bir artış söz konusudur. Buna rağmen Osmanlı buğday
fiyatları İtalya'dan hayli düşük kaldığındandır ki,
1560'tan sonra ve özellikle l580'li yıllarda
Türkiye'nin ihracatı "hatırı sayılır bir artış"
göstermiştir. Zeytinyağı ve pirinç ihracatının karlı
hale gelmesi de, gene aynı nedenledir. İmdi,
ihracatın ancak Türkiye ile İtalya arasındaki fiyat
farkı l'e 2 düzeyine yükseldiğinde kar getirdiğini
biliyoruz. İhracatçı ülkenin (düşük) fiyat
düzeyinin, taşıma maliyetlerinin, vergi ve
resimlerin, nihayet ya sigortanın ya da korsanlığın
yol açtığı zararın eklenmesini kaldırabilmesi için,
böyle bir marj gerekliydi. Bu faktörler, özellikle
hacimli malların ihracı açısından önem taşıyordu.
Berov, her 10 kilo malın kara yoluyla 100 km
taşınmasının ortalama nakliye ücretinin 5 ile 47
gram gümüş arasında oynadığını söylüyor; oysa çoğu
zaman bu maliyet 100 ila 120 gram gümüşü buluyordu.
İstanbul'dan İtalya'ya sırf nakliye masrafı kilo
başına 10-15 gram gümüştü ve vergilerle resimler de,
kilo başına bir 7-29 gram gümüş daha ekliyordu.
Sonuçta, onaltıncı yüzyılın ikinci yarısı ile on
yedinci yüzyılın başlarında -diyor Berov- Osmanlı
İmparatorluğu'nun Avrupa ile ticareti "başlangıçtaki
canlılığını yavaş yavaş yitirdi On yedinci yüzyılın
başlarında Türkiye'deki fiyatlar rekor düzeye ulaştı
ve Avrupa'ya yaklaştı. Dolayısıyla, Türkiye'nin
özellikle yün, deri, balmumu ve ipek açısından
ihracat olanakları olumsuz yönde değişime uğradı."
Öte yandan, Osmanlı İmparatorluğu'nun görece düşük
nüfus yoğunluğunun, toprak bolluğunun ve ucuz
işgücünün, Batı'da kapitalist ekonominin
yükselişiyle birlikte ticarete belirli bir yapılanma
kazandırdığı; bu yapılanmanın temelinde, Doğu'nun
Batı'ya yiyecek ve hammadde satıp karşılığında kumaş
ve metaller almasının yattığı öne sürülmüştür.2
Başka bir deyişle, iki bölgenin farklı toprak
rantları ve emek maliyetleriyle belirlenen fiyat
düzeyleri arasındaki açıklık, Doğu ile Batı arasında
bir tür işbölümü yaratmış olmaktadır. Ne var ki
Avrupa, imparatorluğun kuzeybatı Karadeniz bozkırı,
batı Anadolu, Tesalya ve Mısır'dan oluşan tahıl
ambarından ithalat için İstanbul'la rekabet etmek
zorundaydı. Bu bölgelerin hepsi İstanbul'a deniz
yoluyla bağlıydı. İstanbul'un ve ordunun ikmalini
bir ölüm-kalım meselesi olarak gören imparatorluk
bürokrasisi, özellikle büyük mülk ve
vakıfların kontrolünü elinde bulunduran askeri
sınıftan spekülatörlere cazip gelen yüksek Avrupa
fiyatlarına karşı sürekli mücadele halindeydi.
Özellikle Ege adalarındaki yaygın kaçakçılık
faaliyetine karşı yasaklamalar etkisiz kalıyordu.
Bir tür kredi mektubu, havale olarak
biliniyordu. Havale, uzak bir gelir
kaynağından, yazılı emirle bir fon tahsisi demekti.
Bu yöntem gerek devletin, gerekse özel kişilerin
malı işlerinde, nakit naklinden doğması kaçınılmaz
tehlike ve gecikmeleri bertaraf etmek için
kullanılıyordu. Arapça'da suftace veya
sakk denilen gerçek bir kredi mektubu ise,
İslamiyet'in ilk yüzyıllarında bilinmekte ve
kullanılmaktaydı. Ortodoks görüşteki Müslüman
fıkıhcılar, taşıdığı spekülasyon ve haksız kazanç
potansiyeli nedeniyle bunu meşru ve yasal kabul
etmekten kaçınmışlardı. Ancak kadı'dan alınan bir
belgeyle uzak yerlerde yaşayan kişilerin
birbirlerine olan borçlarını ödeyip alacaklarını
temizlemek, yani kredi transfer etmek mümkündü ve bu
yöntem Osmanlılarca kullanılıyordu. Sahillioğlu,
Bursa kadı sicillerinden örneklerle bu kadı
belgesinin bir çeşit kredi mektubu olduğunu ortaya
koymuştur.
Bu son uygulamanın çok sık görülmemesine karşılık,
birbirinden uzak yerlerde oturan tacirler arasında
vekiller aracılığıyla ödeme genel bir nitelik
kazanmıştı. On yedinci yüzyıl ortalarından itibaren
ise, İtalyanca polizza'dan Türkçede poliçe denilen
kredi mektupları, tüccar arasında ve hükümet
ödemelerinde artık yaygın olarak kullanılıyordu.