BİR
"REFAH DEVLETİ" OLARAK OSMANLI DEVLETİ
Yalnız bir güç ve kudret devleti olma amaçlarıyla
çelişkili gibi gözükse de, İslim devletinde
topluluğun refahı kaygısı yine de ağır basıyor ve
bu, bir bolluk ekonomisine bağlılığı gerektiriyordu.
Katıksız bir İslam geleneğinde devlet, İslami
ideolojiyi yayma aracından başka bir şey olamazdı.
İslam şeriat hukukunu kuran kadim büyük imamların
görüşlerinden ve belki bir parça da Max Weber'in
kazandırdığı perspektiflerden yola çıkan çağdaş
Müslüman bilginleri, ekonomik faaliyetin, bir bütün
olarak Müslüman cemaatinin ortak refahını her şeyin
üstünde tutan İslami değerler sistemince
belirlendiğini savunurlar. Batıya özgü homo
economicus kavramını eleştirerek, İslami dünya
görüşünün dünya ile ahiretin birliğine dayandığına,
zira insan hayatının tek bir nihaı hedefe: "Allah'ın
rızasını almaya" yönelik uyumlu bir bütün olarak
düşünüldüğüne dikkat çekerler. Asıl "ekonomik"
amaçlar, yoksul ve muhtaçları gözetmek, gelecek
nesillerin refahına kaynak tahsis etmek ve cemaat
yaşantısını iyileştirmeye çalışmaktır. "Üretim ve
kar amaç değil, araçtır," der M. al-Mubarak. "Çağdaş
sistemlerin itici gücünün kar olmasına karşılık,
İslami bir sistemde gaye insanların refahıdır."2 Ama
tabii, bu İslami teorilerin nerede, ne zaman hayata
geçirilebilmiş olduğu, ayrı bir tartışma konusudur.
Hatta aslında, İslami ideal ile günlük uygulama
arasındaki çatışma İslam toplumlarında hiç eksik
olmamıştır denilebilir.3 Bütün İslam devletlerinde
gayet gelişkin gayri-İslami vergi sistemlerine
rastlanması olgusunu tamamen hiçe sayan dar-hukukçu
ortodoks görüş, İslam'ın malı sisteminin, "her bir
ferdin asgari geçimliğini teminat altına almayı" ve
ekonomik kaynakların cemaatin maddi refahı yararına
üretken kullanımını sağlamayı amaçlayan İslamı hayır
anlayışına dayandığını öne sürer. Burada esas
yönelim, "cemaatin gelirinin varsıllarla yoksullar
arasında karşılıklı olarak bölüşülmesi"dir. Ne varki
özel mülkiyet de İslamın dini bakımdan dokunulmaz
ilkeleri arasındadır.
Öte yandan, klasik Müslüman fakihlerinin
geliştirdiği bir teoriye göre, gerçek ihtiyaç
maddeleri ile lüks eşya arasında bir ayırım
yapılmalıdır. Buna göre pratikte, çoğu tüccar
tarafından ithal edilen lüks emtianın devletin fiyat
denetimi kapsamına girmemesine karşılık, günlük
pazarda satılan ihtiyaç maddeleri ile yerel ürünler,
devletin atadığı muhtesib'in (çarşı müfettişinin)
sıkı denetimi altındadır.4 Bu ihtiyaç maddelerine
uygulanacak narh (azami fiyat) sistemi ile çarşıdaki
fiyat, ölçü ve ağırlıkların sürekli denetlenmesi,
cemaatin başı olarak sultanın veya yerel kadının en
önemli sorumlulukları arasındadır ve gerçekten de
Osmanlı sultanlarının bu görevi son derece ciddiye
aldıkları görülmektedir. İsIam kentlerinde ekmek
yüzünden çıkan halk ayaklanmalarının hayli sık
görülmesi nedeniyle, buna belki bir politik kaygı
boyutu da eklenebilir. Her halükarda, temel ihtiyaç
maddelerinin darlığını önlemek ve bir bolluk
ekonomisini teminat altına almak, sultanın en önemli
sorumlulukları arasında sayılmıştır Arşiv belgeleri,
bu ilkelerin Osmanlı devlet görevlilerinin ekonomik
faaliyetle ilgili bütün kararlarında etkili olduğuna
tanıklık etmektedir.
Bu
bağlamda, hayır kavramının İslam hukukundaki yeri ve
önemi de anlamlıdır. Hayırseverlik. Allahın
kullarına cömertçe ihsan ettikleri karşısında
duyulan şükranın ifadesidir; dini sadaka yükümlülüğü
çerçevesinde yorumlanır ve İslam açısından son
derece faziletli bir davranış örneği oluşturur.
Nitekim sultanlar sık sık sadaka vermiş; çeşitli
vesilelerle binlerce koyun kestirip bazen kendi
elleriyle yoksullara dağıtmışlardır. imaret adı
verilen aş dağıtım mutfakları, kentlerde dini
vakıflara bağlı en yaygın kurumlardandır. Bu arada
Osmanlı sultanlarının, oruç tutma ve hayır işleme
ayı olan Ramazan'da İstanbul'un dilenci akınına
uğramasını önlemekte zorlandıklarını da
kaydetmeliyiz. İmparatorluğun dört bir yanında,
özellikle de sınır kalelerinde cami ve mescidler de
binlerce dua güyan (ücretli dua okuyucu), devletten
düzenli maaş alan büyük bir grubu oluşturmaktaydı.
Hayır işlemenin Allah'ı hoşnut kıldığı ve lütfuna
mazhar olduğu inancı, İslam devletlerinde ekonomik
önem taşıyan pek çok temel konuda Müslümanların
davranışlarını belirliyordu ve bu alanda Osmanlılar,
özel bir şevk ve gayret gösteriyorlar da.
Hayır kavramından türeyen kurumlar, servetin toplum
içinde yeniden bölüştürülmesinde çok önemli bir rol
oynuyordu. Osmanlı kent ve kasabalarında kalabalık
yoksul ve işsiz grupları, bu tür hayır kurumlarından
geçiniyordu.2 Seçkinler elinde toplanan servetin
önemli bir bölümü, bazen geçici olarak commenda türü
girişimlere yatırılsa bile, sonunda bu yolla hayır
amaçlı vakıflara aktarılıyordu. Osmanlı toplumunda
bu tür kurumların oynadığı ekonomik rolü
küçümsememek gerekir
Karl Pohinyi, piyasa ekonomilerinden farklı olarak,
"arkaik" veya geleneksel olarak adlandırılan
toplumlardaki ekonomik bütünleşmenin, akrabalık
çevresi, hane(halk!), tapınak, ya da devlet gibi
kurumlaşmalar aracılığıyla düzenlendiğine işaret
eder. Gerçekten de piyasa ekonomilerinin
ücret, maaş ve kar gibi kategorileri, Osmanlı
toplumunda daha çok törensel bir karaktere bürünür.
Yeniden bölüşüm "bir tahsis merkezi"nin varlığını
gerektirdiğinden, bu toplumda sultan çok temel bir
rol oynar. İslam devletinde dini vakıfların,
çok önemli bir toplumsal ve ekonomik bütünleyicilik
işlevini üstlenen, temel bir yeniden-bölüşüm
kurumunu temsil ettiği açıktır.
Öte yandan, özellikle Yeni Yıl (Nevruz) kutlamaları
veya dini bayramlar gibi belirli günler
münasebetiyle rical ve yabancı elçilikler tarafından
sultana hediyeler, ya da pişkeş sunulmasında
somutlanan armağan alışverişi, Osmanlılarca dikkatle
gözetiliyordu. Bu geleneğin de ekonomik sonuçlarını
abartmamak hemen hemen olanaksızdır. Sarayda sultanı
hediyeler hazırlamak için bir saray zanaatkarları
grubu (hiref-i hassa) oluşturulmuştur. Yeniçerilere
periyodik olarak yünlü kumaş dağıtılması, İstanbul
ve Selanik'te yaygın bir yünlü dokuma sanayiinin
gelişmesine yol açmıştır. Aşağı kademelerdekiler
hediye, bahşiş ve hizmet ödüllerini neredeyse bir
ayin anlamlandırması içinde bekler; bunların ihmali
protesto ve hatta isyana hak kazandırırdı. Yeni bir
sultan tah ta çıktığında, bütün askeri kesimlerin
mensuplarına ve saray hizmetkarlarına dağıtılan
paranın, imparatorluk maliyesi ile vergi yükümlüleri
üzerinde muazzam bir baskısı olduğu gibi, yönetimin
bu ödemeyi yapamaması halinde İstanbul'da isyanlar
çıkardı.
Sırf kar amacıyla gerçekleştirilen ekonomik
işlemlere de değinmeliyiz. Örneğin İslam hukukunda
yeri olan ve Osmanlı İmparatorluğu'nda yaygın bir
uygulama alanı bulan commenda türü ortaklıklar (mudaraba)
yoluyla yapılan yatırımlar bu arada sayılabilir.
Bunun yanısıra, faizin dinen cevaz verilen biçimler
altında kamufle edilmesiyle yapılan yaygın tefeciIik,
kredi mektupları kullanımı (bkz aşağıda, s.
257-260), sarrafların faaliyeti ve ilkel bir tür
bankacılık (dolap), kısmen Galata'daki İtalyan
tüccar topluluğu ile İtalyan kökenli Osmanlı
tebaasının etkisi sonucu onaltıncı yüzyıl Osmanlı
ekonomisinde görülen bazı kapitalist piyasa
ekonomisi uygulamaları burada anılmalıdır. Ancak
Osmanlı sosyo-ekonomik yapısı ve zihniyetinde
herhangi bir köklü değişiklik yaratmamalarına
bakarak, bütün bu ticari araçların tali ve marjinal
kaldığı anlaşılmakta; sonuçta, Batı'dakine paralel
herhangi bir gelişme Osmanlı İmparatorluğu'nda
ortaya çıkmamaktadır. Osmanlı toplumunda, devletin
sıkı denetimi ve patrimonyal ilişkileri vazgeçilmez
bir ekonomik bölüşümcülük mekanizması olarak
kalmaktadır. imparatorluk ekonomisi ve maliyesi,
esas olarak, devletin toprak mülkiyetini elinde
tutması ve başlıca zenginlik kaynağı olan tarımsal
üretimi kontrol etmesi olgusuna bağlıydı. Gerek
köylü kitlesinin geçimi ve gerekse askeri sınıfın
büyük bir bölümünün sipahi sınıfının yaşamı, özel
bir toprak mülkiyeti sistemine ve vergi politikasına
dayanıyordu (bkz s. 103-9).