|
Arazi Yağması ve Arazi Mafyası
Nüfus artışının yüksek olduğu, çarpık kentleşmenin
yaşandığı hemen tüm ülkelerde yeraltı örgütlerinin
faaliyet alanlarının başında arazi yağması
gelmektedir. Çeşitli ülkelerin konumu incelendiğinde
arazi yağması, gelişmekte olan ülkelerin ortak
sorunu, yeraltı örgütlerinin ise sermaye birikimini
sağladığı alandır. Arazi yağması Türkiye'nin
gündemine 1950'lerde girmiş ve halen de devam
etmektedir.
Bilindiği gibi ülkemizde, 1950'lere
kadar, tarıma a-çılmamış alanların bulunması, kır-kerit
bağlantısının fiziki yönden sağlanamamış olması,
tarımda makineleşmenin henüz başlamamış olması gibi
nedenlerden dolayı kırdan kente göç hareketini
teşvik edecek süreç oluşmamıştır. Ancak 1950
sonrasında Türkiye'de özellikle kırsal kesimin
itişine dayalı bir kentleşme hareketi başlamıştır.
Kırsal kesimin itimiyle başlayan kentleşme hareketi,
daha sonraki yıllarda kentlerin daha çekici
fonksiyonlarının artmasıyla değişik şekle
bürünmüştür. Tarımsal verimliliğin azlığı ve
yetersizliği, toprakların miras yoluyla
parçalanması, toprakların dengesiz dağılımı ve
tarımda makineleşme sonucunda kırsal kesimden
kentsel kesime doğru itilme olmuştur. Burada, tarım
kesiminde makineleşmenin köyde eksik istihdam ve
gizli işsizlik sorununu pekiştirerek, fazla
işgücünün emilememesi sonucu göç akımının başladığı
özellikle belirtilmelidir.
Türkiye'de 1950 sonrası yaşanan kentleşme süreci ile
uygulanan sanayi ve ekonomi politikaları
ilişkilendirildiğin de, yaşanan kentleşmenin neden
bu kadar hızlı olduğu daha net anlaşılabilir.
Böylesi bir paralellik kurulduğunda, 1950'lere kadar
bir türlü gerçekleşmeyen, 1950 sonrası önemli bir
ivme kazanan sermaye oluşumu ile ucuz emek gücü ön
plana çıkmaktadır. Gerek sanayileşme, gerekse
kentleşme sermaye birikimi olmadan gerçekleşmez.
Oysa, 1950'lerde sermaye birikim hızı düşük ve
sanayinin ihtiyaçları bile karşılanacak düzeyde
değildi. Böyle bir ortamda, siyasal iktidarlar
uyguladıkları politikalarla sermaye birikimini
hızlandırmış, ayrıca büyük sermayeyi sanayiye, küçük
sermayeyi ise kentleşmeye yöneltmişlerdir.
Sanayicinin sermaye birikimi, başta ithal ikameci
sanayileşme, KİT politikaları ve vergi politikaları
ile gerçekleştirilirken; kentleşme için duyulan
sermaye gereksinimi kent rantları ile
gerçekleşmiştir.
Aslında sermaye birikimi ile kentleşme arasında
doğrudan bir ilişki vardır. Hatta, kentin tümü
sermaye kümesi olarak da nitelendirilebilir.
Kentler; altyapısı, üretim ve hizmet işlevli
binalarıyla bir sermaye birikimidir. Ayrıca, kent
bir üretim alanı, üretim biçiminin yeniden
üretildiği ve yarattığı rantlarla sermaye
birikimine katkıda bulunmuştur. Bu sermayenin
kompozisyonu, yatırımların ekonominin çeşitli
kesimleri arasında nasıl dağıldığına bağlıdır.
Böylece kent, kendine
değer oluşturmaktadır.
Bunların toplumun hangi kesimleri arasında
bölüşüleceği ise ekonomik sistem ve politikaları
sonucudur (Tekeli 1982).
Ülkede sanayileşme sürecinin ivme kazanması ile
tarım-dışı nüfusun artışı, artan bu nüfusunda
yatırımların yoğun olduğu yörelere göç etmesi, hem
toprağa (arsaya), hem de toprağın (arsanın) üzerinde
yükselen değerlere konut ve işyeri olarak talebi
artırmış ve bir rantın oluşmasına yol açmıştır.
Ülkemizde kentsel yerleşme gereksinimi iki
kaynaktan karşılanmaktadır. Bunlardan birisi
üzerinde mülkiyet hakkı kurulmamış devlet
toprakları, diğeri ise tarımsal topraklardır. Özel
mülkiyet konusu olan tarımsal toprakların
tarım-dışı kullanıma açılması, toprağın el
değiştirmesi demektir. Ancak devlet topraklarının el
değiştirmesi rant dağıtımıdır.
Cumhuriyet döneminde, Osmanlı İmparatorluğu'ndan
miras kalan toprak mülkiyeti yapısı İsviçre'den
örnek alınarak hazırlanan Medeni Kanun ile yeniden
düzenlenmiştir. Osmanlı'dan kalan toprak mülkiyeti
yapısı beş kategoriden oluşmaktadır. Birincisi özel
mülkiyete konu olan topraklar; ikincisi miri
topraklar, yani mülkiyeti devlete, kullanım hakkı
ise süresiz ve mirasa konu olacak biçimde köylüye
ait topraklar; üçüncüsü vakıf toprakları idi. Bu üç
kategori yeni sistemde herhangi bir sorun
yaratmamıştır. Ancak Osmanlı'dan kalan diğer iki
kategori; metruk topraklar (menfaati umuma ait mal);
yani meydan, mezarlık, çayır, otlak, harman yeri
gibi topraklar ve ölü topraklar (sahipsiz şeyler);
yani tarıma elverişsiz arazi, dağlık, çalılık,
sazlık vb. gibi topraklardan oluşmaktadır. Bu iki
kategori, kanton düzeyinde biçimlenen İsviçre Medeni
kanununda ince ayrıntılarına kadar düzenlenmişken,
merkezi devlet anlayışı ile biçimlenmiş Türk
sistemine uyarlanamamış ve günümüze kadar süren
karmaşa yaşanmıştır.
Gerek "menfaati umuma ait topraklar", gerekse
"sahipsiz şeyler" kategorisindeki topraklar Türk
medeni kanununda tapu siciline kayda geçirilme
zorunluluğu gereksiz görüldüğünden belirsizlik
olmuştur. İl yönetimi; il sınırları içindeki
topraklar üzerinde genel yetkilere sahip olamamış;
belediye sınırları içinde bile "sahipsiz şeyler" ve
"hazine toprağı" statüsü taşıyan toprak parçaları
varolmuştur. İşte bu topraklar 1960'la yoğunlaşan
kentleşme sürecinde yağmalanmaya başlanmış ve bu
konuda da yeraltı örgütleri faal olmuşlardır.
Nitekim kentlerin göç ederek yerleşen yeni
sakinlerinin yerleştiği gecekonduların yükseldiği
toprakların çoğunlukla "sahipsiz şeyler" ya da
varlığı tescile bağlı olmayan topraklar olması bu
gelişmenin önemli bir göstergesidir. Sık sık
çıkarılan imar affı yasaları ile gecekonduların
özel mülk haline dönüştürülmesi bu alandaki rant
paylaşımında yetki ve cesaret sahiplerine zemin
hazırlamıştır.
|