Yer
Altı Ekonomisinin Bürokratik Nedenleri
Kamu Otoritesinin Yetersizliği
Yeraltı ekonomisinde oluşan yüksek kar marjları, tüm
akılcı davranan ve risk sever bireyler için çekici
olabilmektedir. Ancak yakalanma olasılığı ve yasal
yaptırımlar caydırıcı unsurlar olarak ortaya
çıkmaktadır. Başka bir ifade ile; bireyin (veya
oluşan suç örgütlerinin) yeraltı ekonomisinden
beklediği çıkar, zamanını ve kaynaklarını
kullanarak yasal faaliyetlerden beklediği çıkardan
fazla ise yeraltı ekonomisi faaliyetleri (hırsızlık,
kaçakçılık, tefecilik, rüşvet vs.)
gerçekleşecektir. Gerçekleşmemesi için yakalanma
olasılığının yüksek ve cezaların ise şiddetli olması
gerekir. Yakalanma olasılığı ve cezaların şiddeti
ise doğrudan kamu otoritesi ile ilgilidir.
Türkiye geleneksel bir toplum olmaktan çıkan ve
hızla sanayi toplumu haline gelen bir ülkedir. Bu
süreçte geleneksel toplumsal yapıda bazı
değişikliklerin olması ve bu değişimin toplumun tüm
katmanlarında ve dolayısıyla toplumsal yaşamı
belirleyen bütün yapılarda kendini göstermesi
kaçınılmazdır. Yaşanan toplumsal, siyasal ve
ekonomik hızlı değişim, kamu düzeninde
olumsuzluklara neden olmuş ve kamu otoritesi
sarsılmıştır. Kamu otoritesinin yetersizliği
yeraltı ekonomisini besleyen önemli faktörlerden
biridir. Toplumsal yaşamın gerekli kıldığı zorunlu
temel kuralları sağlamakla yükümlü olan kamu
otoritesinin temeli, güvenlik ve adalet sistemine
dayanır. Güvenlik ve adalet sistemi ise o ülkedeki
siyasal yapılanma ve bürokratik sistemle doğrudan
ilişkilidir. Aşağıda Türkiye'de siyasi yapılanma,
bürokrasi, güvenlik ve adalet sisteminde gözlenen
aksaklıklar özetlenmiştir.
Siyasal Yapılanmadan Kaynaklanan Nedenler
Kamu otoritesini sarsan nedenlerin başında sistemin
yapısı ve işleyişi gelmektedir. Türkiye'de mevcut
siyasal yapılanma kamu otoritesini sarsmaya yönelik
bir görüntü arz etmektedir. Bu gelişmenin gerisinde
Türkiye'de ki siyaset geleneği yatmaktadır.
Türkiye'de siyaset geleneğinin temelinde "hikmet-i
hükümet" felsefesi ağırlıklı bir yer işgal
etmektedir. Bu felsefeye göre, devletin yaptığı her
işlem ve eylemde bir "hikmet" vardır. Devlet sivil
toplumun bir aleti değil, egemen iradenin en üst
tecessümüdür, millet devletin malı-mülküdür, bu
nedenle onun üstünde dilediği gibi tasarrufta
bulunabilir. Bu çerçevede, devletin güvenlik ve
bekası için yapılan her şey olağan sayılmaktadır
(Erdoğan 1997).
Türk siyasetinin bir başka özelliği patrimonyal
unsurların varlığıdır. "Patrimonyalizm de devlet
yönetimi 'hane halkı' yönetimine benzer. Böyle bir
durumda
siyasi iktidar 'hane'nin
reisi, -yani baba- buna karşılık teba da aile efradı
ve yakın akrabalar konumundadır. Dolayısıyla,
patrimonyal yönetimde idari memurlarda, yöneticinin
bir lütfü veya ödülü olarak, çoğunlukla yöneticinin
akrabaları, hizmetkarları ve kişisel gözdeleri olup
yöneticiye kişisel olarak bağlıdırlar" (Erdoğan
1997:163). Türkiye'de hakim olan patrimonyal
siyasetin sonucu olarak kayırmacılık -
kollamacılık, nepotizm gibi yoz yöntemler
kaçınılmazdır.
Türk siyasetinin ayırt edici bir diğer özelliği,
devletin "resmi ideoloji"sinin varolmasıdır.
Ülkemizde, üstün ve tartışılmaz olan sadece devlet
değil, aynı zamanda toplumun hayat tarzını empoze
eden ve cebri modernleşme dayatan ideolojisidir.
Devlet kendisini idame ettirebilmek için gerekenleri
yapmakla yetinmemekte; ayrıca toplumu da
yönlendirmeye, nasıl düşünmeleri ve nasıl
yaşamaları gerektiğini buyurmaktadır. Gerektiğinde
resmi olarak empoze edilen hayat tarzını
seçmeyenlerin okuma, kamu görevlisi olma veya
mesleğini icra etme hakkını ellerinden almaktadır.
İdeolojik devlet belirli bir hayat tarzını egemen
kılmak istediğinden; özgürlük, insan hakları ve
hukuk devleti gibi idealler asla gündeme gelmez,
geldiğinde ise sadece tartışılır, uygulan(a)maz.
Devlet; ideolojisini benimseyenleri kayırıp, onları
ayrıcalıklı konuma getirir. Böylece iki sınıf
vatandaş ortaya çıkar: imtiyazlılar ve ikinci sınıf
vatandaşlar. Siyasal yapılanmadaki
bu özelliği A.YAYLA şöyle tarif eder:
"Türkiye bürokratik, merkeziyetçi ve tutucu bir
siyasi yapıya sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti
hayli ideolojik bir devlettir. Ancak onun asıl ayırt
edici özelliği, ideolojisinden ziyade, devletin
kendilerinden olduğuna ve en büyük "yurtseverler"
olarak kendilerine vatanın bütünlüğünü ve milli
menfaatleri korumak görevi düştüğüne inanan ve
hakimiyetlerini bu gerekçelerle meşru göstermeye
çalışan sivil - asker - bürokrat elitlerin iktidara
sıkı sıkıya yapışmış olmasıdır. Bu elitlerin bir
kısmı siyasi yelpazenin sağında, bir kısmı solunda
yer alıyormuş gibi görünse de bu önemli değildir.
Kritik anlarda son derece rahat ittifak yaptıkları
ve iktidarlarını korumak için güçlerini kullanmaya
çalıştıkları görülmektedir" (Yayla 1993:21). Bu
durum devlet-millet kaynaşmasını önlemekte, devlet
zaafa uğramakta ve demokrasi yerleşememektedir.
Türkiye'de hükümet sistemi iyi işlememekte, yasama
ve yürütme organları bekleneni veremedikleri gibi,
birçok soruna da temel teşkil etmektedirler.
Siyasal sürecin başlıca aktörleri olan siyasal
partiler, anayasal kurumlar, sivil toplum
örgütleri, baskı grupları ve seçmenler gerekli
işlevleri yerine getirememektedir.
Türkiye'de siyasal yapıyı oluşturan temel
kurumların büyük bir bölümü için ülkemizde
uygulanan siyasal sistem tartışma konusu değildir.
Siyasal sistemin temel kurumları olan siyasal
partiler, bürokratlar, ordu ve sivil toplumun büyük
bir kısmı varolan rejimi benimsemiş görünmektedir.
Oysa varolan sistemde devlet ve toplum ilişkilerine
bakıldığında, demokratik rejimin sağlıklı bir
şekilde işlemesini kolaylaştıracak sosyal yapı ve
kurumlar, ahlâki değerler ve ilişki biçimleri
yeterince gelişmemiştir. Bu nedenle sistem sık sık
krize girmekte ve demokrasi ordu müdahalesi ile
askıya a1ınmaktadır. Sistemin en önemli sorunu
iktidarın sınırlanmamış olmasıdır. Siyasal iktidarı
elinde bulunduran kesim için karar almak ve
uygulamak, belli kurallar ve değerler olmadığından,
ciddi bir risk taşımamaktadır. Bu nedenle yanlış
kararlar veya kaynak savurganlığı sonucu kısa ya da
orta vadede oluşabilecek bir kriz, karar vericiler
üzerinde bir yaptırım olmadığından, sorumsuz
davranışlara neden olabilmektedir. Siyasiler için
tek kısıtlayıcı unsur, kısa vadede partinin oy
kaybetmesidir. Ancak partinin oy kaybetmesi de,
siyasal partilerin yapılanması nedeniyle lider ve
yönetici kadrosu için önemli bir risk
taşımamaktadır (Detaylar için Bkz. Saybaşılı 1992,
Çapoğlu 1994).
Türk siyasetinin önemli bir parçası olan siyası
partilerin yapılanması siyasal değişimi önlemekte
ve lider egemenliğini sürekli kılmaktadır. Bunun
temelinde parti örgütünün güçsüz bir yapıda olması,
örgütlerin hiyerarşik bir yapı içerisinde bulunması
ve tepedeki liderin belirleyici olması yatmaktadır.
Lider hiyerarşik gücünü sürekli olarak kendisinin
ve çevresinin iktidarını korumak için kullanmakta,
liderlerin çevresi ile olan ilişkilerinde liyakat
değil sadakat belirleyici olmaktadır. Bunun
sonucunda yeni görüş ve kişiler lider ve çevresi
için tehdit unsuru olmaktadır. Bu hiyerarşik
yapılanma hızlı değişim ortamına ayak uyduramamakta
ve yeni ufuklar açamamaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti merkeziyetçi bir biçimde
örgütlenmiştir. Merkeziyetçi yapının birçok olumsuz
sonucu olmakla birlikte, en önemli olumsuzluk
kaynakların merkezde toplanmasıdır. Bu durum
iktidar olmanın önemini artırır. Kuramsal olarak,
iktidara gelen siyasal bir parti, kaynakları mümkün
olduğunca optimal kullanmak zorundadır. Ancak,
siyasal iktidarı sınırlayıcı bir gücün olmaması,
kaynakların patronaj amaçlı yani parti ve yandaş
çıkarları doğrultusunda rant yaratıcı ve kollamacı
kullanımına yol açmaktadır (Goşar-Örs 1996).
Siyasal yöntemlerle rant yaratma ve kollamacılık,
Türk siyasetinin temel öğesi haline gelmiştir.
Türkiye özellikle 1951'den sonra inişli çıkışlı da
olsa sürekli olarak ekonomik büyüme ve gelişme
süreci yaşamaktadır. Bu büyüme süreci önceleri
devletin öncülüğünde de olsa giderek güçlenen bir
özel girişimci kadrosu artık Türkiye'de toplumsal
gelişmenin itici gücü durumuna gelmiştir. Ancak bu
özel girişimciler, her dönemde devletten teşvikler,
düşük faizle yatırım olanakları, gümrük ve vergi
indirimleri vs. gibi kolaylıkları beklemektedir. Bu
ayrıcalıkların hangi kıstaslara dayanarak kimlere
tahsis edileceği belli kurallara bağlı olmadığından
yozlaşmaya neden olmaktadır. Bir yandan devletin
dağıttığı ayrıcalıklardan yararlanmak isteyenler,
iktidar sahipleriyle yakın ilişkiler kurarak
tahsislerin kendilerine kaydırılmasına çalışmakta,
diğer yandan iktidarda bulunan partiler, ekonomik
ayrıcalıkları tahsis etmek için kendilerine siyasal
ve maddi destek verilmesini istemektedirler. Bugün
ülkemizde başarısını doğru ekonomik kararlar almak
yerine "doğru" siyasi tercihler yaparak sağlamış,
iktidar kaybedilince de, başarısı sona ermiş birçok
firma ya da kişi vardır (Turan 1993).
Bu kollamacı siyasetin bazı yapısal nedenleri
vardır: "Birincisi, devletin doğrudan kullandığı ve
dağıttığı kaynaklar çok fazladır, fakat siyasi
partiler 1950 sonrasında hızla artan bir şekilde
tercihlerini bürokrasiyi rasyonelleştirmek,
tarafsızlaştırmak ve bürokratik süreci azaltmanın
yerine, bürokrasiyi politize etmek ve bu mekanizmayı
yoğunlaştırıp güç kazanmak şeklinde koymuşlardır.
İkincisi, 1970 sonrasında çok uzun süreler yerel
yönetimler ve merkezi yönetim aynı siyasi partilerin
kontrolünde olmuş, her ikisi kanalıyla da siyasi
partiler kendi yandaşlarını kuvvetlendirmek için
yarışmışlardır. Yani belediyeler ve merkezi yönetim,
partilerin birbirlerine kollamacı siyasette üstünlük
sağladıklarının ispat alanı olmuştur" (Ayata-Güneş
1993:388).
Ülkemizde temel normları ve kuralları devlet
koymuştur. Devletin koyduğu normlar, sivil toplumun
gelişmesini özendirmekten çok genel olarak
düzenleyici ve çoklukla yasaklayıcı olmuştur. Bu
sert ve yasaklayıcı kuralları toplum özümseyememiş
ve yabancı kalmıştır. Bunun sonucunda siyasal
temsilciler, kuralların boşluklarını bulmaya
çalışmışlar ve yakalanmayacaklarını düşündükleri
anda da ihlâl etmişlerdir.
Türkiye'de siyasal ahlâkın niteliğini belirleyen bir
başka husus da, kültürümüzde kendi grubunda
olmayanlara karşı duyulan güvensizliktir. Siyasal
yapımızda uzlaşmanın pek olmaması; sert çatışma ve
ara kurumların ortaya çıkamamış olması,
birbirlerini yakından tanımayan insanların
birbirlerine güvenmelerini önlemiştir; çok yakından
tanıdık ile çalışma tercih edilmiştir. Bu durum
siyasal kayırma ve patronaj kurumlarının yaygın bir
biçimde ortaya çıkmasına (böylece yeraltı
ekonomisine) uygun bir zemin hazırlamış ve siyasi
otoriteye güvensizlik oluşmuştur. Siyasi otoriteye
güvensizlik oluşması, bireyleri ülkenin
sorunlarının aşılmasında ümitsizliğe kapılmasına
yol açmıştır.
Ülkemizde siyasetin etkin çalışması için gerekli
sivil toplum örgütleri, baskı grupları ve
seçmenlerin tutumlarında ciddi problemler
yaşanmaktadır. Sivil toplum örgütleri toplum adına
devleti denetlemek yerine, ya devletin topluma çeki
düzen vermesi ya da uzun dönemde kendileri sivil
toplumu denetim altına alabilmek için politika
yapmaktadırlar. Aynı şekilde baskı grupları da
eylemlerini "ganimet kapma" anlayışına
yönlendirmişlerdir. Ancak asıl tehlikelisi
seçmenlerin tutumudur. Seçmenler siyasi katılımı
verdikleri oy karşılığında devlet nimetlerinin
kendilerine dağıtılmasını beklemek şeklinde
algılamaktadır. Bu da geniş toplum kesimlerinde
hakim olan patrimonyal kültürün sonucudur.
Türkiye'de siyasetin yozlaşması ve bu yozlaşmanın
kamu otoritesinin diğer unsurlarında bozulmaya yol
açması teknik bir mesele olmaktan çok, ideolojisi ve
geleneklerinden kaynaklanmaktadır. Siyasetin kamu
yararına katkıda bulunmaktan ziyade, toplumsal
ihtiyaçlarından türeyen ve toplum tarafından
düzenlenen bir kurumsal yapı olmak yerine toplumu
düzenleyen bir ülkenin siyaseti her türlü yozlaşma
potansiyelini bünyesinde barındırmaktadır. Böyle
bir siyaset anlayışı hakim olduğu sürece, kamu
yararının devletin varlık ve bekasına feda edilmesi
olağanlaşmakta, ekonomik kaynakları kontrol eden
"velinimet" devlet yapısıyla birleşmesi de siyasi
yozlaşma için fazlasıyla uygun bir zemin
oluşturmaktadır.
Bürokrasiden Kaynaklanan Nedenler
Siyasal toplumun var olduğu her ülkede ülkeyi idare
edenler, ülkenin yönetim şekli, işlevleri ve bunları
düzenleyen kurallar olarak bilinen bürokrasi, pek
çok düşünür ve yönetim kuramcısının fikir ürettiği
ve üzerinde geniş araştırmaların yapıldığı bir
konudur.
Bürokrasinin görevi doğrudan veya dolaylı olarak
kamu hizmeti üreterek vatandaşların mutluluğunu
maksimize etmektir. Ancak Türk bürokrasisini bu
şekilde tanımlamak, sadece yasal bir tanım yapmak
olacaktır. Zira ülkemizde bürokrasi, "bir siyasal
aktör, siyasal sistemin esaslı bir unsuru, toplumsal
ürünlerin üreticisi veya tüketicisi, bir güç
merkezi, bir baskı grubu, bir değişim ajanı, bir
siyasal simge, bir toplumsal elit, bir ilgi
yaratıcısı, bir siyasal, toplumsal ve ekonomik
sistem, bir siyasete giriş noktası ve bir çevresel
belirleyici gibi görünümler alabilmektedir"(Yaşamış
1998).
Türkiye'de bürokrasi merkezi bir yer işgal etmekle
birlikte hizmetin gereklerine göre faaliyette
bulunan, toplumsal ve siyasal hayatı düzenleyen bir
yapı anlamına gelmemektedir. Bu durum kamu
düzeninin sağlanması açısından olumsuz sonuçların
doğmasına neden olmuştur. Bu gelişmelerin gerisinde
dört temel neden vardır: (Bkz.Yılmaz 1997)
1. Türkiye'de yönetim çok hızlı büyümektedir.
2. Kararların çoğu merkezde alınmaktadır.
3. Kişisel yönetim geleneği sürmektedir.
4. Yönetimde haberleşme ve koordinasyon eksikliği
görülmektedir.
Türkiye'de bürokrasi süratli olarak büyümektedir.
Ülkemizde bürokratik yapı 48 yılda 6.6 kat
artmıştır. (Fransa'da 80 yılda 4 kat, ABD'de 60
yılda 2.9 kat artmıştır). Bu hızlı gelişme hem
kurumsal gelişmeyi engellemiş, hem de yönetime
katılan yeni bireylerin durum ve rollerini öğrenme
ve kabul imkanı olmamıştır.
Türk bürokrasisi günümüzde halen yapılacak işin
gerektirip gerektirmediği incelenmeden hızla
büyümeye devam etmektedir. Bazen ideolojik
yaklaşımla bazı kurumlar oluşturulduğu gibi bazen de
bürokratlara mevki sağlamak ve siyasilere prestij
kazandırmak için yönetim genişleyebilmektedir
(Yılmaz 1997). Yönetimin genişlemesinin somut
göstergeleri bürokrasi nüfusunun yoğunluğundaki
artış, kamu gelir ve giderlerindeki artış, yeni
kurulan kamusal örgütlerdeki artış ve yasal
düzenlemelerdeki artış olarak belirmektedir.
Türkiye'de bürokratik örgüt yapısı, otoritenin
üstlerde toplanmasına yol açmıştır. Dolayısıyla
orta ve alt kademe yöneticiler inisiyatif
kullanmamaktadırlar. Toplumumuzda, astlar üstleriyle
aralarında önemli bir statü farkı olduğunu
kabullenmişlerdir (Sargut 1995). Bu durum bürokratik
örgütlerin büyümesiyle birlikte yazışmaların
artması, kırtasiyecilik ve işlemlerin gecikmesine
neden olmaktadır.
Alt kademelerdeki bir bürokratın sistemin
işleyişine müdahale ederek bireysel olarak düzeltme
yapması büyük ölçüde mümkün değildir. Bu, bir
taraftan ast-üst ilişkisi anlayışına dayanırken,
diğer taraftan da sorumluluk alma konusundaki
isteksizlik ile açıklanabilir. Ayrıca; yasalarda
yetki genişliği ve özerklik ilkeleri kabul edildiği
halde üst düzey yöneticiler tüm kararları alma
konusunda bir tekelcilik anlayışı içinde
bulunmaktadır. Aşırı merkeziyetçilik esnekliği yok
etmiş, yetki devri konusundaki isteksizlik üst düzey
bürokratları geniş ölçüde teferruata boğmuştur.
Türk bürokrasisi, rutin bir görev ve işleyiş
anlayışına dayanır. Genellikle tutucudur. Söz
konusu düzenin değişen şartlara ayak uyduramaması ve
kendini yenileyememesi, verimsizliğin temelinde
yatan nedenlerdendir.
Bürokratların etkinlik ve verimlilik amacıyla
konulmuş bulunan bürokratik kural ve teknikleri
kullanarak sorumluluktan kaçmaları mümkündür.
Bürokratlar, sorumluluktan kaçmak için bir kuralın
ruhunu değil, lafzını dayanak olarak alırlar. Konu
ile ilgili daha önceleri bir uygulama yaşanmamış
ise, inisiyatif kullanmak yerine çözümsüzlüğü
tercih eder. İşin özündeki problemin çözümü yerine
şekli uygunluk ön plandadır. Gerçi bu uygulama,
eşitlik ve keyfilikten sakınmak için bazı hallerde
gerekli olan ve faaliyetin prensiplerinde
devamlılığı sağlayan bir davranış biçimi olarak
değerlendirilebilinir. Ancak yanlışları kontrol
etmeden uygulamaların devamı tembelliğe ve
statikliğe yol açar,
sosyal ve ekonomik
hayattaki hızlı gelişmeler karşısında bürokrasinin
yetersizliğini besleyen unsurlar olarak karşımıza
çıkar.
Bürokratik dünya görüşünün genel bir özelliği,
görüntüyü kurtarmak veya görüntüyü gerçeğe tercih
etmektir. Bu konuda MARDİN şöyle bir tespit yapar:
Bürokrat zihniyeti, "kağıt üstünde düzenlilik
sağlama uğruna, toplumsal gerçekleri hasır altı
etmek eğilimindedir. Türkiye'de ise gerçekler
bürokratın kafasında yaşayan daha düzenli, kitaba
uygun, Türkiye'ye ters gelirse, bürokratik eğilim bu
uyumsuzluğun kaynağını aramadan uyumsuzluğu
görmezlikten gelir" (Mardin, 1990). Türk yönetim
geleneğinde çok önemli bir yer tutan kanunculuk
anlayışı, bu zihniyetin tipik yansımalarından
biridir.
Türk bürokrasisinde orijinalliğe ve verimliliğe
kapalı bir işleyiş düzeni egemendir. Sistem kapalı
ve politize olmuş bir sistemdir.
Türk bürokrasisinde grup veya bireyler arası
çatışma ve yarışmaya pek sıcak bakılmaz. Oysa Batı
bürokrasilerinde, yarışma veya çatışmanın iç
dinamizmi canlandırdığı düşüncesi hakimdir ve teşvik
edilmektedir (Solakoğlu ve Budak, 1995).
Bürokrasi yaşamımızda en önemli sorun denetim
açısından yaşanmaktadır. Denetim kavramı, kontrol
etme, yolsuzlukları önleme, işlerin usulüne uygun
yapılıp yapılmadığının araştırılmasıdır.
Bürokrasimizde denetim son derece yetersiz ve
ilgisiz bir biçimde gerçekleşmektedir. Etkinlik
denetimi yapılmamakta, denetim sadece yasallık
denetimi şeklinde gerçekleşmektedir.
Bürokrasinin temel sorunlarından biri de eşgüdüm
(koordinasyon) eksikliğidir. Eşgüdüm genellikle
dikey olarak gerçekleşmekte, buna karşın yatay
eşgüdüm ihmal edilmektedir. Dikey eşgüdüm,
işlemlerin yavaşlamasına ve hantallaşmaya neden
olur.
Bürokrasimizde "klan"laşma hakim uygulamadır.
Klanlaşma ile ifade edilmeye çalışılan; kuralların
yerini geleneklerin ve güçlü örgüt kültürünün aldığı
yapılanmadır. Bürokraside böyle bir yapılanma,
rekabetin kişiler arası değil bürokratik kurumlar
arasında cereyan etmesine neden olur. Bu arada kendi
içlerinde gelenekçi ve dayanışmacı ortak değerleri
önde tutan davranış sergilerler. Böyle bir yapı,
dışa kapalı ve simgeseldir. Başarının nasıl
değerlendirildiği belirsizdir; değerleme ölçüleri
ise nesneldir. Dışa kapalı olduklarından "dışarıya"
detaylı bilgi verilmez ve kendi yaptıkları abartılır
(Üstüner,1995). Bu durum, yeterli bilginin
toplanmasını ve ortak bilincin gelişmesini
önlemektedir. Ayrıca bazı teşkilatlar kurum kültürü
ve bilgi tekellerini yaratmışlardır. Yapılan işler
öylesine karmaşık hale getirilmiştir ki, bürokrat
siyasi üste karşı belli bir zırha bürünmüş ve
bağımsızlığa kavuşmuştur. Neticede siyasetçi
bürokratı görevden almaya cesaret
edemeyebilmektedir.
Türkiye'de bürokrasi gerek işleyişinde gerekse
çevreyle ilişkilerinde sorunlu ve değişen şartlara
uyum sağlayamamış bir yapı arz etmektedir. Günümüz
Türkiye'sinde, genelde sosyal gerçekleri hesaba
katmadan, dosyalardan elde ettiği bilgilerle ve
belli bir kalıba göre masa başında ve oldukça geç
karar veren; işleri hızlan-dıramayan; gerektiğinde
takdir yetkisini kullanamayan; kendi çıkarlarını ön
plana çıkararak çeşitli yapılanmalara gidebilen ve
çoğu zaman siyasilerin yönlendirmesini kabul etmek
zorunda kalan kimselerdir (Erbay 1997). Sistem
sorunları çözmede başarısız kalmakta, bu nedenle
kamu otoritesi sarsılmakta ve yeraltı ekonomisinin
denetimi etkin gerçekleşememektedir.
Bürokrasinin mutlak kontrol yetkisi nedeniyle
vatandaşların hürriyetlerini kısıtlayan bir devlet
sistemine dönüşmesi sonucu demokrasimizin geleceği
tehdit altındadır. Özellikle siyasetçilerin idare
üzerindeki baskısı ortadan kaldırılmadıkça,
devletin tarafsızlığını kaybettiği endişesiyle
rahatsız olması beklenen vatandaşların tutumu ve
tepkileri yeraltı ekonomisinin temelini oluşturan
yozlaşmaya zemin hazırlamaktadır.
Bürokrasi ile yeraltı ekonomisi arasındaki bir diğer
önemli etkileşim ise yeraltı ekonomisi ile mücadele
eden bürokratların, zaman zaman suç dünyası ile
sıcak ilişkileridir. Yeraltı ekonomisinde
faaliyetlerde bulunanlar bu faaliyetlerini
yürütürlerken bürokrasiden de destek görmektedirler.
Bilindiği gibi özellikle kriminal sektörde faaliyet
gösterenlerin uluslararası boyutlarda güçlü bir
iletişim ağı vardır. Bu iletişim ağı içinde
bürokratlarda zaman zaman yer almaktadır (hatta
bazı iddialara göre böyle bir iletişim ağı
bürokratlar yer almadığı takdirde olanaklı değildir
ya da en azından bu ilişkiler bu kadar kuvvetli
olamaz). Kriminal sektörle çıkar ilişkileri üzerine
kurulu bürokrat-mafya ilişkileri-ni(genellikle
siyasetçilerde ilişki içindedir) açığa çıkarmak
oldukça zordur.
Adalet Sisteminden Kaynaklanan Nedenler
Türkiye'de yargı organmm içinde bulunduğu koşullar
ve vatandaşların yargının adaleti
gerçekleştireceğine olan inanç düzeyinde
yetersizlikler, kamu erklerinin en önemlilerinden
biri olan yargı organının önemli açmazlar ve
sıkıntılar içinde olduğunu göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile birlikte
batıdan alman modern Türk hukuk sistemi, o yıllar
için gerçek bir reformun ifadesi ve çağdaş bir
yaşamın başlangıcı olmuştur. Ancak bu sistem,
ekonomik ve sosyal hayattaki gelişmelere paralel
şekilde geliştirilemediği için, hukuk sistemimiz
yaşamın gerisinde kalmıştır. Bu eksikliği gidermek
için acele ile eklenen çeşitli yasalar ve yasa
değişiklikleri ise hukukun ihtiyacını gideremediği
gibi, genel sistemin de bozulmasına ve iç uyumu
kaybetmesine neden olmuştur. Sonuçta gelinen nokta,
fertlerin adalet gereksinimine yanıt veremeyen,
adalet duygularını tatmin etmeyen, hatta uygulaması
bazen duygulan rencide eden, yetersiz, hantal,
dengesiz bir mevzuat yükü ve son derece ağır işleyen
bir yargı mekanizmasıdır. Vatandaşlar mahkemelerde
uzun süreler davalarını takip etmekte, alacaklar
tahsil edilememekte, anlaşmazlıklar çözülememekte,
icralar tıkanmaktadır (İbrahimhakkıoğlu 1996).
Ülkemizde yapılan kamuoyu araştırmaları ve
gözlemler sonucu yargın işleyiş süreci ile ilgili
nedenler aşağıdaki gibi özetlenebilir:
• Siyasal etki, baskı ve tartışmalar hakimler ve
savcıların çalışmalarını zorlaştırmakta; hakimlerin
bağımsızlığı zedelenmektedir.
• Yargılama çok yavaş işlemekte, uyuşmazlık
sayısı artmakta, dosya sayıları giderek
kabarmaktadır.
• Teknik altyapı noksanları giderilememiştir.
Bina, araç, gereç yetersizlikleri, yargılama
işlevinin etkin bir şekilde yürütülmesine engel
teşkil etmektedir.
• Personel sorunları da kaliteli eleman sağlama a-çısından
çözümlenememiştir.(TÜSİAD 1998).
Türkiye'de 1994 yılı itibariyle mahkemelerdeki iş
dağılımı, ceza mahkemelerinde 2.408.593, hukuk
mahkemelerinde 2.287.874 olmak üzere toplam
4.696.467'dir. Yargılamalarda taraf olan kişi sayısı
5.861.455'tir. Basit bir hesaplamayla, ülkemizde her
10 kişiden biri mahkemeliktir, her iki aileden
birinin mahkemede işi vardır (Öney 1996).
Ülkemizde, 1995 yılı itibariyle, 3.145 mahkeme
mevcuttur. Kurulması gereken mahkeme sayısı ise
3.101 'dir. Yine, 1995 yılı
itibariyle,yurdumuzda,9.408 hakim ve cumhuriyet
savcısı kadrosu vardır. Bu kadronun 7.404'ü dolu,
2.004'ü boştur. Ancak, mahkemelerin ihtiyaç duyduğu
ek kadro sayısı 8.339'dur. Mahkemelerde yardımcı
personel açığı ise hat safhaya ulaşmıştır. 1995 yılı
itibariyle, 12.343 zabıt katibi kadrosu mevcuttur.
Bunun 10.973'ü doludur. Olması gereken zabıt katibi
sayısı ise 49.484'tür (Öney 1996).
Yapılan hesaplamaya göre, ceza mahkemelerinde
ortalama olarak bir dava, 1994 yılı itibari ile, 175
günde, hukuk mahkemelerinde 191 günde
sonuçlanmaktadır. Ancak bu bilgiler matematiksel
olarak doğru ise de; hasımsız veraset, trafik
davaları gibi bir celsede biten davalar bu
ortalamaları epeyce azalttığından, bahsedilen
süreler görecedir.
Yargı erkinin yerine getirmekte olduğu iş ve
hizmetlerdeki performans düzeyi bireyler arasında
hukuksal uyuşmazlıklarda hakkın ve adaletin yargı
organları aracılığıyla tam ve güvenilir bir şekilde
ortaya çıkarılmasında yetersiz kalmakta ve kararın
kesinleşmesinin oldukça uzun süre alması -adalet
yerini bulsa bile- elde edilen hukuki kazanımın
anlamını yitirmesine yol açmaktadır.
Davaların geç sonuçlanması önemli sorunlar
doğurmaktadır. Pek çok kimsenin, yıllarca
mahkemelerde uğraşmaktan çekinmesi yüzünden, karşı
tarafın haksızlığına istemeye istemeye boyun
eğmesine veya elverişsiz koşullarda sulh olarak
hakkının büyük kısmından vazgeçmesine neden
olmaktadır. Hak tanımaz kişiler karşı tarafın
hakkını aramaktan çekineceğini hesaba katarak
kolaylıkla başkasının hakkını çiğneme cesaretini
kendilerinde bulmaktadırlar. Vatandaş adaleti
sağlamada haklının sığınacağı merci olan
mahkemelere başvurmaktan maalesef uzaklaşmakta,
birtakım kanun dışı yollar ve kanun dışı kişiler
ortaya çıkmaktadır.
Ceza adaletinin yerine getirilmesinde gecikme ve
davaların uzaması kadar sosyal yönden zararlı olan
ve bir ülkede kanunsuzluk ve suçluluğun
yaygınlaşmasına neden olan başka bir etken yoktur.
Ceza adaleti hızlı ve etkili olmayınca, cezanın
önleyici etkisi ortadan kalkmakta, insanlarda suç
işlemekten kaçınma hususundaki hassasiyet yok
olmakta ve daha çok suç ile daha çok dava karşımıza
çıkmaktadır. Dolayısıyla bir kısır döngü
yaratılmaktadır.
Mahkemelerde iş yükünün altından kalkılamaz hale
gelmesinin başlıca iki nedeni vardır: Birincisi,
sosyal ve ekonomik yapıda meydana gelen değişimlerle
ilgilidir. Hızlı nüfus artışı, kırsal kesimden
büyük şehirlere yoğun göç, sanayi ve ticaretin
gelişmesi, ekonomik hayattaki hızlı değişim ve
gelişim, enflasyonun çok hızlı yükselmesi gibi
etkenler, sosyal yapının zedelenmeşine ve
anlaşmazlıkların süratle artmasına neden olmaktadır.
Anlaşmazlıklardaki bu artış doğrudan mahkemelerin
iş yükünü etkilemektedir.
İkincisi, yargı sistemimizin eksikliklerinden
kaynaklanan nedenlerdir. Yukarıda, adalet
sistemimizin personel yetersizliği nedeniyle içinde
bulunduğu vahim durum rakamlarla aktarılmıştı.
Personel yetersizliğinin yanı sıra, çağın
teknolojisinin mahkemelerimizde kullanılmaması da
dava süresini uzatan ve iş yükünü artıran bir başka
etkendir. Ayrıca ulaşım ve haberleşmedeki sürat ve
gelişen teknolojiye rağmen usul kanunlarındaki
sürelerin aynen muhafaza edilmesi bir başka
etkendir. Anlaşmazlık konusuna ve bunun çözümüne
doğrudan ya da dolaylı etkisi olmadığı ilk bakışta
anlaşılan ve delil değeri bulunmayan belgelerin
dosyaları kabarıklaştırması ve sonuçta davayla
ilgili bilgi ve belgelere güç ve geç ulaşılmasına
yol açması bir diğer nedendir (Detaylar için Bkz.
Onur 1996).
Ceza sisteminin ana amacı mümkün olduğu kadar geniş
bir kesimin uygulamadaki ceza hukuku uygulamalarını
sağlamak, dolayısı ile suçluluğu azaltmaktadır.
Bundan çıkarılacak sonuç; devletin ceza yaptırımı
uygulaması ancak iki amacı olduğu takdirde
meşrudur: İlki suçun azaltılması, diğeri ise ceza
yasalarına riayeti sağlamak. Bu amaçlardan yalnızca
biri ön plana çıkarılarak ceza yaptırımı
uygulanması önemli bir hatadır. Ülkemizde, ceza
davalarında bir kısım cezaların miktar
itibariyle çok az ve
caydırıcılıktan uzak olduğu iddia edilebilir. Buna
bağlı olarak suç işlenmesi ve yeni davaların
mahkemeye gelmesi engellenememektedir.
Türkiye'de yargının içine düştüğü bu açmazların
ö-nemli olumsuz sonuçları ortaya çıkmaya
başlamıştır. Bu olumsuz sonuçları YAŞAMIŞ şöyle
özetlemektedir: "Her şeyden Önce hukukun üstünlüğü
ilkesi ve hukuk devleti kavramı giderek içi boş ve
anlamsız ifadelerle dolu parlak ve süslü kavramlar
şekline dönüşmektedir. İkincisi, yargının bireyler
arasındaki ilişkileri düzenlemede yetersiz kalması
boşluğu doldurmayı amaçlayan birtakım "silahlı ve
zorba güçlerin" maddi karşılığını almak üzere
devreye girmesine yol açmaktadır. Bu gelişme
"çek-senet mafyası" gibi isimler alabilen ve
varlıkları hiçbir zaman yadsınamayacak olan yasa
dışı sosyo-ekonomik kurumsal yapıların ortaya
çıkması ile sonuçlanmıştır. Üçüncüsü, bu gibi yasa
dışı grupların etkinliklerinin sonuç verdiğini gören
bazı kişiler yargı yoluna başvurma yerine "ihkakı
hak" yöntemini, yani hakkı bizzat kendi güçlen ile
elde etmeyi, daha geçerli bir çözüm yolu olarak
görmeye başlamışlardır. Bu durum toplumsal kaosu
giderek daha da artıran ve kamu düzenini ve
güvenliğim tehlikeye düşüren özellikleri içinde
barındırmaktadır. Dördüncüsü, ve belki de en
önemlisi, yargının etki gücünün azalması yargının
temel bireysel hak ve özgürlükleri koruma ve
güvence altına alma işlevinin ortadan kalkmasına
neden olmaktadır. İnsanlığın sosyo-politik ve
hukuksal geçmişi bireyin temel hak ve
özgürlüklerinin sürekli olarak ekonomik ve siyasal
güç odakları tarafından baskı altına alınmak
istendiğini göstermektedir. Günümüzün en
geçerli siyasal rejimi olan demokratik siyasal
rejimlerin -türü ne olursa olsun- bugün ulaşmış
oldukları düzeyin, aslında, temel insan hak ve
özgürlüklerini korumak için tarih boyunca
geliştirilmiş kurumsal yapıların toplamı ve bütünü
olduğu görülmektedir. Uzun bir gelişme çizgisine
sahip olan bu kurumların yaşamsal öneme sahip
olanlanndan biri yargıdır. Yargının insan hak ve
özgürlüklerini güvence altına almada ve korumada
içine düşeceği sıkıntılar demokratik rejimin
işlerliğini önemli başarısızlıklarla karşı karşıya
bırakacaktır. Sonuncusu, devleti devlet yapan en
önemli işlevlerden birisi olan adaleti
gerçekleştirme işlevinin yara alması her şeyden önce
devletin varlık nedeninin sorgulanması ile
sonuçlanacaktır. Çağdaş ve gelişmiş bir demokrasi
olmayı hedefleyen bir toplumun böyle bir sorgulama
ile karşı karşıya kalması gerçekleştirilmek istenen
hedefin gerisine düşmekle eş anlamlı olacaktır"
(Yaşamış 1996: 305).
|